30 Ağustos 2013

4 Anatomi-politik ve Gezi Resmi


Cennetin küçük bir prototipidir Sabbah’ın vadisi, gücün ve gücün etkisinin sadece sayılarla ölçülemeyeceğinin tarihin tozlu sayfalarında kalmış eski bir kanıtı. Korku, arzu ve masumiyet arasındaki geçişlerde saklıdır Sabbah’ın oyunu, oyunun bilinen silahı ise küçük bir bitki; haşhaş.  Kadın ve haşhaş, Haşhaşi’ye cenneti kısa bir süre de olsa yaşanabilir kılar. Bu kısa cennet molasını  sonsuz kılmak için ise gereken tek şey; cennetin kapısının anahtarını tutana mutlak itaattir , mutlak itaat sadece korkuyu değil aynı anda bu cennete geri dönüş arzusunu da barındırır. “Hazza giden yol hazdan önemlidir” görüşünün tersi söz konusudur burada; gidilen yol önemsizleşmektedir. Haşhaşi’nin gözünde mutlak geçiş hakkı kazanmak için gerçekleşecek ölüm ne aranılandır ne de son nokta, sadece bir adımdır.Cennetin anahtarını elinde tutan bir insanın sözlerini dinlemek yeterlidir cennete gidebilmek için, bu nedenle fazla okumaya gerek yoktur. Görev ne olursa olsun eğer görev emrini cennetin anahtarını elinde tutan veriyorsa o görev masumdur çünkü cennetin anahtarını elinde tutabildiğine göre o komutan masum bir komutandır. Hassan Sabbah cenneti kısa süreli de olsa görünür ve ulaşılabilir kılarak dolaylı yoldan kendi masumluğunu ve görevlerin masumluğunu tesis eder. Hassan Sabbah’ın gücü bu masumluktan da beslenir. Temelleri Sümerlerin yer altını ve gök yüzünü kapsayan mitolojisinde bulunan iki başlı hayvanın vücuda gelmiş halidir Sabbah, hem bu dünyayı görebilir hem de öte dünyayı.Haşhaşın etkisi vadideki hurilere ya da vadiyi kaplayan bitki örtüsüne dair değildir, haşhaşın etkisi Haşhaşi’nin algı dünyasınadır. Fakat burada küçük bir sorun vardır, haşhaşın etkisi Haşhaşi’nin geçmişinde bulunan korkuları ya da unutmak istediği olayları da patlatabilir ve Sabbah’ın Haşhaşi’yi içine sokmak istediği cennet Haşhaşi tarafından cehenneme dönüşebilir. Bu sorunu atlatmak için mutlaka Sabbah’ın taktikleri olduğunu ve Haşhaşi’nin algısı üzerinde haşhaşın da dışında Sabbah’ında yönlendirmesi olduğunu varsayabiliriz. Burada Sabbah salt cennetin göstericisi, anahtarın sahibi değil aynı zamanda cennetin kurucusu ve yönlendiricisidir. 

“Artırılmış Gerçeklik” tam da Hasan Sabbah’ın konumuna işaret eder; nesneyi değil nesnelerin algılanmasını değiştiren Artırılmış Gerçeklik, ürünü kullanan kullanıcıya farklı bir dünya açar. Bu açma da kullanılan araç ise Sabbah’ın haşhaşı değil bilgisayar tarafından üretilen ses ve görüntüdür. Burada gerçekliği değiştiren bilgisayardır ve bilgisayar bu değişikliği kodlamacılarının algoritmaları çerçevesinde gerçekleştirir. Artırılmış Gerçeklik ile artık masa sadece masa değildir, bilgisayar desteği sayesinde istenildiği anda bilgisayara karşı satranç oynanabilen bir oyun alanıdır ve ortada satranç takımı yoktur, satranç sadece artırılmış gerçekliği kullanıcının algılamasını sağlayan görüntüleme teknolojilerinde vardır. Sanal ve gerçeğin iç içe geçmişliği söz konusudur burada ve zihin her iki dünyayı da algılayabiliyordur, Artırılmış Gerçeklik ile iki başlı hayvan noktasına bu sefer son kullanıcı geçmiştir. 

Artırılmış Gerçeklik’in tam da iki başlı hayvan yaratma noktasını Adorno’nun kültür endüstrisi tartışmalarına atıfla; kültür endüstrisinin ürünlerinden etkilenen ve bu ürünleri değişime uğratarak geçmişini, anı’nı ya da tanık olduğu olayları ya da eleştirisini bu değiştirdiği ürünlerle anlatan fakat bu değişim sonucunda kar beklemeyen, kısacası ana güdülenmesi kar olmayan ve bu yarattığı eseri sanal ortamda dolaşıma sunan sanatçının konumu anlatabilmek içinde kullanabilir miyiz?

Öncelikle Adorno kültür endüstrisi terimini kullanırken endüstrinin sınırlarını çizerken kar beklentisini odak noktaya yerleştirmiştir ve burada endüstri ile ifade edilen ürünün dağıtımının rasyonelleşmesi ve malın standartlaşma sürecidir. Ayrıca  kültür endüstrisinin önemli  özelliklerinden birinin ise kendisinin tüketicilere değil tüketicileri kasıtlı olarak uydurması olduğunu vurgular. Foucault’un panapticon metaforuyla anlatılmak istenen nettir; Hayatın her noktasını iktidarın nesnesi haline gelirken,  iktidarın  “görünür” kılmak ve  göründüğü anın mahkum tarafından  bilinip bilinmemesinin   belirsizliği  nedeniyle “salt görünür olunduğu bilgisi” mahkum  eylemlerine yön verilir ve bu noktadan sonra mahkum için  görünmek önemsizdir  ana tuzak “görünür” olmaktır. Tamda görünür kılınma noktasında mahkumların hayatlarını kontrol etmeye yarayan bio-iktidar geliştirilmiştir ve anatomi-politik ile bio-politik iki anahtar kavram olarak karşımıza çıkar. Bio-politik nüfusa hedeflenmiş iken anatomi-politik bedene hedeflenmiştir. Bio-politik ile nüfus denetim altında tutulurken anatomi politikle beden denetim altında tutulur. Denetim altında tutma onu engelleme, baskı altına almaktan ziyade onu dönüştürmedir ve iktidarın üreticiliği bu noktada ortaya çıkar. Artırılmış Gerçeklik’i bu noktada farklı bir okumaya tabi tutabiliriz, kültür endüstrisi kitleleri nesneleştirmekle kalmayıp “kitlenin” algılanmasını da yönlendirmektedir,  aynı anda bedeni nesneleştirmekle kalmayıp  “bedenin” algılanmasını da yönlendirmektedir. Artırılmış Gerçeklik  ise örneğin karşınızda gördüğünüz koltuktan akan filmi izlemektir fakat sadece gözlüğe düşen koltuğun görüntüsü üzerine gözlük film ile bu görüntüyü birleştirmiştir. Koltuk sizin gözlükle ya da gözlüksüz algıladığınızdan daha fazlasıdır fakat bakışınız koltuğu hapseder bu salt görme noktası kültür endüstrisinin kitleye yaptığıdır, kitle kültür endüstrilerinin değiştirip yansıttığından  çok daha fazlasıydır . Artırılmış Gerçeklik  koltuk olarak hapsedilen ve algılanan nesnenin üzerine algoritmalar çerçevesinde üretilmiş görüntüyü giydirir ve nesne değişmese de nesnenin algısı ikinci defa değişir. Benzer etkiyi kültür endüstrilerinin ürünlerini değiştirerek tekrar dolaşıma sokan ve kar beklentisi içinde olmadığı için kültür endüstrisinden ayrılan sanatçıda yapar. Sanatçının endüstrinin ürünlerini değiştirirken kullandığı bakış ise Artırılmış Gerçeklik’i  arkasında yatan algoritma paraleldir.
     
Bu açıdan bakıldığında sanatçının bakışı, algoritma ve Hasan Sabbah’ın teknikleri aynı düzlemde okunabilir. Fakat burada sanatçı bu tekrar üretim sürecinde kültür endüstrisinin etkisinden ne kadar kurtulabilmiştir sorusu karşımıza çıkar. Sanatçının ürünü değiştirmesi ve kültür endüstrisinin ürünlerden kar noktasında ayrılması endüstrinin nesneyi algılama noktasındaki etkilerinden sanatçının sıyrıldığı anlamına mı gelir? Bu sorunun cevabını ise Gezi sürecinde ve sonrasında üretilen ve dağıtıma sokulan ve kar amacı gütmeyen amacı direnişe destek olmak ve direnişin sanatçı üzerinde yarattığı etkiyi yansıtmak olan eserlerde arayabiliriz.

(Kültür endüstrisinde sıkça kullanılan
 orantısız beden -masumiyet örneği)                                     (Kültür endüstrisinde sıkça kullanılan
                                                                                                   orantısız beden- komedi örneği) 



                                                                         
 (Kültür endüstrisinde sıkça kullanılan
 orantılı  beden  güç ve haz örneği)
      
Gezide kullanılan “zıplamak selüloitlere iyi gelir” “ direniş zayıflatır” “biber gazı cildi güzelleştirir” sloganları kültür endüstrisinin görünür ve ulaşılabilir kıldığıanatomi-politik’e tepki olarak okumak mümkündür. Kültür endüstrisi ürünlerinde bedenin zayıf, deformesiz ,kaslı, orantılı hatlı yönlendirmesi salt beyaz yakalı bedeninin değil, makbul vatandaşın izdüşümüdür ve sürekli ekrana düşerek görünür kılınması bedeni salt tüketim nesnesine indirgemek değil “makbül bedenin” anatomi-politiğidir. Bedenin bu algısından farklı olarak özellikle Japon Mangalarında etkisiyle üretilen ve dolaşıma sokulan fakat direniş öğesi olarak okuyamayacağımız daha çok “komedi” ya da “korku” unsurunu artırmak için kullanılan orantısız bedende bulunur. Orantılı beden arzu, güç iken orantısız beden korkulan ya da gülünen bedendir. Orantısız beden içerdiği komedi öğelerinden ve orantılı bedende olduğu gibi arzulanan ve ulaşılmak için rekabet halinde olunan beden olmadığı için  aynı zamanda masumiyeti de içerir.
Komedi, korku ve masumiyet unsuru olarak kullanılan orantısızlık ve güç, etki, haz unsuru olarak kullanılan orantılı beden kültür endüstrisiyle dolaşan anatomi-politik’in yansımalarıdır. Bu “orantılı olma” ve “orantısız olma” ve günümüzün “makbül beden” görüntüsünün ve buna tepkinin gezi sonrasında ve gezi sürecinde dolaşıma sokulan ve amacı direnişe destek olmak ya da direnişin sanatçının zihninde yaratığı etkiyi yansıtmak olan eserlere artık odaklanabiliriz.


(Gezi resminde  üretilen orantılı beden-güç-haz örnekleri)


                                              



















                                                                           









































                                                                      
















  






 (Gezi resminde  üretilen  orantısız beden -masumiyet örnekleri)


































































(Gezi resminde  üretilen  orantısız beden-Korku örnekleri)





















Tüm resimleri tek tek inceleyecek kadar alana sahip olmadığımızdan dolayı birkaç tanesini analize tabi tutabiliriz.Örneğin kitap okuyan direnişçi imgesi Gezi sırasında ve sonrasında tekrar tekrar dolaşıma sokulmuştur.Gücü’nü kültürden alan bu imge’de "IQ’izm ve diplomacılık" olarak tanımlanan ve modern elitist eğitim anlayışının fırsat yaratma ya da fırsatlara ulaşma noktasında denklik ilizyonuyla ürettiği ve meşrulaştırdığı eşitsizliğin “direnişçi” tarafından baskıya uğrayan  bedeni koruyan "en meşru simge" haline dönüştürülmektedir. Benzer "en meşru simge" bayrak imgesinde görülebilir.Bayrak simgesinin kullanılmasında bayrak herhangi bir sokak dövüşü konseptine sahip bilgisayar oyununda kullanılan silahın yerine geçmektedir. Burada bayrak bedeni koruyanın bir adım ötesine geçerek dövüşçünün elinde diğerini alt etmekte kullanılan silah olması bakımından bayrağa simgesel gücünü veren kaynakların dövüşçü istediği zaman sömürebileceğinin ve bu mantığın ürediği ve ürettirdiği eşitsizliği meşrulaştırma noktasına gitmektedir. Gezi olaylarını salt çevreciliğe indirgeyen ve bunu genel profil olarak gören yeşili hem koruyan hem de deniz gözlüğünün biber gazının etkilerinden koruması gibi bedeni koruyan olarak imgeleştirilen bakıştaki gibi tek başınalık ve ülkeyi “sen” mi kurtaracaksın sorusuna yanıt olarak verilen “ben” yanıtı ile zihnindeki doğruyu tek doğru sanan ve diyaloğa kapatan modern özne’nin kısa bir özeti gibidir.

Sanatçıların söylemek istedikleri tam olarak söylediklerimizin tersidir fakat kültür endüstrisinin yayımcısı olduğu beden ve bu bedenin kullanış özellikleri ile tam da söylemek istediklerinin tersine kendileri düşmekte ve  bunu yaymaktadırlar. Burada sanatçının konumu iki başlı hayvandır çünkü her ne kadar iki başlı da olsa farklı noktaları gördüğünü iddia etse de hayvan, bedeni tektir. O beden bir yere hapistir ve birilerinin hapishanesidir.

Adorno'nun kültür endüstrisi hakkındaki makalesine buradan
Yazı için  alıntılanan gezi resimlerine  ve daha fazlasına ise  buradan ulaşabilirsiniz. 
Devamını oku...

26 Ağustos 2013

0 Kağıt Uçaktan Kuleye: Burada her şey SEX


Aç kalan kurt sürülerinin köpekleri avlama ve bölgelerine tehdit oluşturan baskın erkek kurtları saf taşı bırakma taktiklerini anlatan belgesellerde avlanma taktiği olarak kullanılan “dişi”yi görebilirsiniz. Dişi kurt sürünün içine çekmek ve etkisiz hale getirmek istediği erile karşı, eril de çiftleşme isteği uyandıracak ve onu takip etmesini sağlayacak kur yapma taktiklerini kullanarak erili sürünün pençelerinden kaçamayacağı yere kadar çekerek avına tuzak kurar. Doğadaki Femme Fatale’dir  bu, başka bir ifade ile ilişkiye girdiği erkeklere sonunda büyük sıkıntılar yaşatan çekici ve baştan çıkarıcı kadın.  Fakat Femme Fatale senaristlerinin pek aklına gelmeyen bir durumda vardır dişi kurdun konumunda; dişi,  tuzağa çekmeye çalıştığı kurdun karşısında kendini av olarak gösteren avcı konumundadır ve aynı zamanda  sürünün içindeki diğer erillerin gözünde eriller arasındaki mücadelenin ödülü, en güçlü erilin sahiplendiği av’dır. Dişinin oynadığı görünüşte av- gerçekte avcı oyunu ile av konumu ;   avına karşı oynadığı “sex   oyunu”  ve gerçek amacı olan  “hayatta kalma” arasındaki duruma pareleldir. Dişi kurt sex oyunu ile hayatta kalma stratejisinin cisimleşmiş halidir. 

Avcılar arasındaki “hayatta kalma ve acıdan kaçma” düşüncesi, aydınlanma ile birlikte hayatımıza sokulan bir çözümleme perspektifidir. Perspektife sinmiş pekte elle tutulamayan insan doğası  tasavvuru aynı anda gizil bir mekan tasavvurunu da öne sürer; mekandaki temel argüman kıt kaynaklara sahip olunduğudur. Doğa kıt kaynaklar etrafında sürdürülen mücadelenin alanıdır ve insan bu mücadele içerisinde “savaş-dayanışma”, “yan yana olma- karşı karşıya olma”  durumlarının içerisinde  hayatta kalma mücadelesi veren bir varlıktır.  Yan yana durma-dayanışma  durumunda bile yan yanalıklar arasında da sürekli değişen  savaş-ittifak  vardır. Bu açıdan yaşam bir anda acıdan kaçtığımız sonsuz stratejiler adasına dönüşür.

Stratejiler adasındaki insanla belgeseldeki dişi kurt kurgudan ibarettir. Kameranın çekim açısıyla hapsedilen an’ların üst üste binmesi ve daha sonra düzenlenmesi alttan gelen seslerin yönlendirmesiyle erkek kurtla onu tuzağa çeken dişi kurt arasında diyalog sadece zihnimizde biçimlendirilen taşıyıcısı ve aynı anda değiştiricisi olduğumuz toplumun anlatımı olarak bize dönmektedir. Erilin dişinin kokusuna tepki verdiği ve kızıştığı ve kızışmakla birlikte çevresindeki tehlikelerin farkına varamayacak duruma geldiği düşüncesi kurtlar arasındaki avlanma taktiğinden ziyade erilin hakimiyetindeki toplumdaki kadının konumuna dair varsayımımızdır. Doğanın bu çözümlemesiyle birlikte görünür olan ”hayatta kalma” -“sex” birlikteliği,  insan yaşamına dair her an pazarlanan  “puan ekleme”, “bedeni ele geçirme” ,“iz bırakma” ,“güç mücadelesinin de bir adım önde olma”  amaçlarının doğa üzerinden meşrulaştırılmasıdır. Tam da bu nedenle doğa çözümlenen ve anlatılan nesneler diyarı değil meşrulaştırma alanıdır.  

Tanzimatla birlikte Osmanlı yazımında “burada bir köy varmış köyde de çeşme” şeklinde yerelleşme politikalarının yansımalarına rastlanır. Bakışı başkent ve sarayın büyüsünden sıyırıp başkenti kurtarmak için yeni bakışlar gerektiğini varsayan zihnin yazımındaki  değişimidir bu. Bakış değişimin de köyün ve çeşmenin  varlığının bir önemi yoktur, korkulan  başkent yanarsa -köye ve çeşmeye alevler dokunmasa da-  hokka tutan elinde  yanacak olmasıdır. Bakışın değişimine, tutarlı olup olmadığına ya da değişimin işe yarayıp yaramadığına dair bir çok tartışma yapılabilir fakat bu bakışın günümüzdeki  izdüşümünün peşine düşebiliriz. Antik bir metin arayışın ilk durağını oluşturabilir.

Polyneikes=En kötüsü nedir bilir misin? Özgürce konuşma hakkından mahrumdur insan.

İokaste=İnsanın zihninden geçenleri söylemekten men edilmesi... Bu bir kölenin yaşamına benziyor.

Polyneikes=İnsan yönetenlerin aptallığına dayanmak zorunda kalıyor. “(Fenikeli Kadınlar)

Konuşma özgürlüğü ve kölelik arasında ki ilişkinin temel metinlerinden biri olan Fenikeli Kadınlar’ın tartışmasında eksik kalan bir nokta vardır;  o da konuşma özgürlüğü ile dinleyiciler arasında ki diyalogdur. Eğer dinleyiciler varsa konuşma bir etkiye sahiptir ve diğerini etkileyebilmek kölelikten sıyrılmaktır. Dinleyicilerin olmadığı iki durum vardır ya etrafınızda insan yoktur yani kendini kendinize konuşuyorsunuzdur ya da herkes konuşuyordur ve tüm sesler tüm sesleri bastırıyordur. Herkesin konuştuğu dinleyicinin olmadığı yerde söz anlamsızdır ve sosyal medyanın kullanımı tam da bu noktayı işaret eder , artık herkesin konuştuğu ve yazdığı bir ortamda okuyucunun ve yazarın ölümü olmasa da değişimi ilan edilebilir.

Bu noktaya nasıl gelinmiştir, burada biraz geriye gidersek,  siyasal düşünceler tarihine dair herhangi bir kitabı aldığınızda Ansiklopedi tasarısına ayrı bir yer verildiğini görürsünüz. Büyük bir devrimin içinde atılan bombalardır ansiklopedinin maddeleri, maddelerin imalatçıları ise dönemin filozofları. İki yüzyıl sonra ise başka bir tasarı ise ansiklopedi ile şekillenen yaşama sessiz sedasız başka bir savaş açtı. Ansiklopediden farkı;  bomba imalatçılarının savaşmak gibi bir niyeti olmayıp sadece bomba atmalarıydı. Sözlük tasarısıydı bu, ekşi sözlük, inci sözlük gibi örneklerini gördüğümüz ve herkesin her konu hakkında yazabildiği sözlükler.

Maddeleri bilim kurulları  tarafından gözden geçirilmemiş, paradigmaların uzağında tüm paradigmalarla dalgasını geçen bir tasarı. “Bunun anlamı budur”  diyen iktidara karşı sözlükler “hadi lan sende”ciliktir bir nevi. Sözlükler ile birlikte dokunulmaz, ulaşılmaz varsayılan medyanın ürünü olan yazar tayfası, popüler kültür ürünleri, akademinin şövalyeleri;  yani söz söyleme yeterliliğini ve söz söyleme hakkını kendinde görenler hem dokunulabilir hem de dalga geçilebilir bir hale geldi. Ansiklopedi tasarısının bu öngörülemeyen fillerinin kulelerinin inşasında fil dişinden çalındığını anlattı sözlüklerin maddeleri. 

Aynı anda kanaat önderleri , kendine dair her eleştiriyi dinsel savaş olarak ele alan kedi canı seviciler. Yüz binlerin oyuyla belediye başkanı olan fıskiyeciler bir anda en hafif tabirle “geyik” malzemesi oldular ve çizilen karizmaların eşliğinde kendilerini sinir bozucu savaşın içerisinde buldular. 

Medyanın belirlediği gündeme inat sözlük kullanıcıları kendi gündemlerini belirledi. Bu gündem çorabı kaçan liselinin erkeklerin fantezi dünyasına etkilerinden gündelik bir olayın ekonomi-politik çözümlemelerine kadar oldukça geniş bir yelpazede gerçekleşti. Daha öncesinde forumlarla başlayan, sözlüklerle güçlenen herkesin her konu hakkında konuşması ve konuşma yeterliliğini ve hakkında kendinde görenlerin yaşadığı depremler  facebook ve tweeter ile devam etti. 

Gezi eylemlerinde duvar yazılarında kullanılan dili, göndermeleri, anlamlarını fildişi kulenin fillerin okuma alanından uzak kalmasının sebebini  ve Tanzimat yazınındaki “burada köy varmış”ın yerine “burada sosyal medya varmış”- “köyde de çeşme varmış”’ın yerine “ başka bir dil varmış” ın geçmesini  ansiklopedi ile sözlük arasında ki görülmeyen savaştaki ansiklopedinin şaşkınlığı olarak okunabilir. 

Herhangi bir olayı anlamak için kitapları karıştıranların geziyle birlikte göndermeleri, anlamları anlayabilmek için sözlük sayfalarını karıştırır haline gelmesi , olaylar başladıktan sonra pata küte açılan sosyal medya hesapları, gazete yazarlarının gün içerisinde sosyal medya hesapların gazetede yazdıklarından daha fazla cümle kurmaları ve köyün kurallarına uyum sağlarkenki şaşkın tavırları gülümsetirken  bir yandan da eril’e kur yapmaya çalışan dişi kurdun amacını mı taşımaktadır sorusunu sordurmaktadır. 

Aynı soru elinde anket kağıtları ile geziyi anlamaya giden araştırma şirketleri, veriler üzerinden ölümünü ilan eden sosyologların  durumu içinde sorulabilir. Fakat bir yandan da unutulmamalıdır ki anlamak, hakkında söz söylemek, müdahil olmak, açıklayan olmak durumları arasında geçişlerin içinde olan dişi içine girdiği ve  laboratuvar sandığı Gezinin  tam da ortasında onu oraya yönlendiren tarafından av durumundadır.

Sosyolog’un buradaki hem avcı hem de av konumu; Gezi parkında  “ burada bu varmış”  sevinci ve bunu “görev bilinciyle” dile getirmesi ; “burada her şey SEX” ile “hayatta kalma” ile paralel okunabilir. Amaç Gezi’yi çözümlemekten fazla “puan ekleme”, “bedeni ele geçirme” ,“iz bırakma” ,“güç mücadelesinde bir adım önde olma” olarak okunabilir ve bu hayatta kalma refleksi stratejiler adasının daha da doğallaştırılmasından öteye gidememektedir ve hayatta kalma zaten hiç olmamaya dönüşmektedir.
Devamını oku...

25 Ağustos 2013

0 Minecraft’da Mimarlık Ve Felsefe

“Dik açı meşrudur ve aynı zamanda bir zorunluluktur.” 
Le Corbusier

Dijital oyun endüstrisi senaryo-görsellik boyutunda devasa bir biçimde ilerlerken, eski zamanların dos oyunlarını hatırlatan bu piksel piksel oyunun dünya çapında fenomen haline gelmesinin oyun deneyimi açısından tekabül ettikleri incelemeye değer görülmelidir.

Minecraft, random olarak düştüğümüz sınırları belirli ve küplerden oluşan dünyada kaynakları kullanarak bir inşa etme deneyimidir. Daha doğrusu amaç itibariyle kübik dünyanın formuna uygun olarak kendisi de birer küpten ibaret olan öznenin dağları, su kaynaklarını, ağaçları ve en önemlisi madenleri craft etme-işleme-dönüştürme eylemidir. Doğa durumundaki biricik özne kartezyen düzlemdeki evreni kendi tasarımına göre düzene sokar. Oyuncu özne başından itibaren homo faber’e dönüşür bu formun içinde. Demiurgos misali evreni düzene sokma çabasındadır. Ama öncelikle bunun hayatta kalma savaşı olduğu bilinci oyunun başında yer edinir (survival mode). Çünkü düştüğü bu evrende yalnız değildir. Hava karardığında zombiler, creeperlar, spiderlar gibi varlıklardan öncelikle kendisini koruması ve başını sokacak bir yer bulması şarttır. Dolayısıyla oyuncu olarak özne bu dünyadaki varlıklarla karşıtlık içinde bulacaktır kendisini.

Yaratık varlıklar dünyalarına düşen öznenin her şeyin altını üstüne getireceğini, her tarafı kazıp bu dünyanın kalbini çıkaracağını ve tasarımsal evreninde kendilerine yer bırakmayacağını bilir gibi oyuncu özneye ilk gecesinde buraya ait olmadığını fısıldar ve peşine düşerek onu yok etmeye çalışır. Ancak oyuncu özne aynı zamanda düşünen-araç yapan varlık olarak kendisini öne çıkarır. Tuzak mekanizmaları ve türlü yapı kaideleriyle kendisini koruyarak tasarımını uygulamaya geçmede engelleri bertaraf etmeye çalışır. Kendince stratejik bulduğu noktada çevresindeki ağaçları köksüz bırakıncaya kadar keserek yaptığı ilk dört duvar barınağı inşa ettikten sonra artık hakimiyeti ilan etme vakti geldiğini bildirir. Artık kazabildiği kadar kazıp labirentvari yeraltı koridorları açarak dünyanın saklı cevherlerine ulaşmaya çalışacaktır. Daha fazla materyal ve craft kabiliyeti kazandıkça efendiliğini pekiştirecek ve bunu daha yüksekten gösterecek yapıyı inşa edecektir.

İnşa deneyimi uzamın kör noktalarına kadar işleyecek şekilde bir açlığı körükler. “Layout”da sınırsızmışçasına bindirilen yüklerle tasarlanan düzenleme işi her şeyi olduğu gibi bırakmamaya yönelir. Gördüğü her şey peyzaja dahil edilmeli, işlenerek yeni bir biçim verilmelidir. Mevcut olan her şeyin mevcut olduğu haliyle kalmaması yönelimi bu açlığın eseridir. Oyuncu özne her şeyi tasarımına ve kullanım kolaylığına göre şekillendirmeye çalışır. Verili uzamın geometrik formu ‘square’ olduğu için belli bir simetride işlemek mümkün hale gelmektedir. Bu haliyle ortaya dik açı formülasyonları çıkar. Yuvarlak hatlar korkutucu derecede boşluğu simgeler çünkü. Boşluk hakimiyeti yok etmeye hevesli, tedirgin edici bir alandır. Yollar, kanallar açılmalı, girintiler ve çıkıntılar düzleştirilmeli, basamaklar oluşturulmalı. Özne, düşünen-araç geliştiren vasıflarına hesaplayıcılığı da ekler böylelikle. Boşluk bırakmamacasına hakim olunmalıdır uzama.

Tüm bu craft etme-inşa etme deneyiminde sihirli bir kavram daha vardır: aydınlatma. Evler, yollar, tüneller adım başı aydınlatılmalıdır. Bu sayede geceleri de çalışabilme olanağına ve daha güvende hissedilebilecek bir ortama kavuşulmuş olur. Açılan derin dehlizlerde bile yönü buldurmasının yanında oyuncu özne ışığını da her köşeye götürmüş olur böylelikle.

Le Corbusier-Villa Savoye in Minecraft
Minecraft bize insanlığın zaman içerisinde ve trajik bir biçimde doğayla olan karşıtlığının hangi deneyimsel zeminlerde vücut bulduğunu işaret edebilir bir oyundur. Heidegger, Greklerin temel deneyimlerinin mevcut olan her şeye dolayımsızca yanıt verdikleri bir deneyim olduğunu söyler. Modern özne Greklerin her dönemeçte kendiliğinden karşılarına çıkan her şeyin çokyönlü mevcudiyeti ile kendilerini bağıntıladıkları tarzda kendisini doğa ile bağıntılamaz. O, doğa ile dolayımsız bir ilişkiye girmez, onu karşısına almıştır artık. Çünkü bu aynı zamanda öznenin inşasıdır. O, şeylerin kendilerinde oldukları şekilde mevcut olmalarına izin vermez, şeyleri yakalar, nesnelleştirir ve kendi karşısına koyup onları kurar. Ve bunu da şeylerin tasarımına özel bir şekil vermekle yapar.[1]

Minecraft’da mevcut olanı olduğu gibi izlemeye, keşfetmeye ve yalnızca dolaşmaya çıksaydık, gece karanlığında zombiler bizi tedirgin eder miydi ya da bir hikayenin olmadığı bu oyun bu niyetlerle popüler bir oyun olabilir miydi?




[1] Özlem, Doğan; “Heidegger ve Teknik”, Tekniğe İlişkin Soruşturma içinde, 1998, Paradigma.

image source: 
1- http://www.funnyden.com/funnypictures/my-minecraft-statue-mark-2-4050.html
2- http://www.minecraftforum.net/topic/238839-adv-the-final-wish-le-corbusier-and-his-secret-stationary/
Devamını oku...

24 Ağustos 2013

0 Bergman’dan Benjamin’e Oyun Üzerine Fragmanlar

“Kaptan Larsen neden oynamak istemiyor?”

14. yüzyılın ortalarında Haçlı Seferlerinden dönen bir şövalye, savaşın ve vebanın yarattığı tahribatı görüp tanrıya dair sorgulamalar içinde bulur kendini. Uzun zamandır onu izleyen Ölüm ise nihayetinde şövalyenin karşısına çıkar. Ancak Ölüm tam yaklaşmışken şövalye son bir hamle yaparak onu satranç oynamaya davet eder. Ölüm Şövalye’nin eğer kazanırsa onu özgür bırakma bahsini kabul eder ve oyuna başlarlar. Ingmar Bergman’ın “Yedinci Mühür” (Det sjunde inseglet) filminden akıllarda kalacak bir sahnedir bu.

Peki, Ölüm neden Şövalye’nin bahsini daha doğrusu satranç oynama teklifini kabul etmiştir? Ölüm eğer ilahi gücün mümessili ve bu güç şövalyenin canını almaya muktedir ise neden vakit kaybedecektir. Oyun boyunca Şövalyenin sorgulamalarına her bir hamleyle eşlik etme ve ona bu sorgulamaları için zaman tanıma niyetinde olabilir. Ancak her ne kadar mütevazi görünüp oyunda iyi olduğunu işaret etse de oyunun eşit şartları dahilinde Şövalyenin kazanması, ilahi gücün tecelli edemeyecek oluşu ve bu sebeple onun mutlak bir güç olmadığı anlamına gelebilir. Mutlaklık ve kesinliğin olasılıkla dans etmeye çalışması başka anlamların peşine düşmemize sebeptir. Ya da tüm olasılıkların nihayetinde mutlak bir sonuca çıkacağı ve belki de oyunun sonucunu önceden bilmeye dair güce sahip olması söz konusudur.

Bu durum Walter Benjamin’in Tarih Felsefesi Üzerine Tezleri’nin ilkinde yer alan “Satranç Oynayan Türk” örneğini akla getirir.

The Mechanical Turk
“Satranç oynayan bir otomattan çok söz edilmiştir. Rakibinin her hamlesine en doğru cevabı vererek oyunu mutlaka kazanan bir otomat. Ağzında nargilesi, geleneksel Türk giysileri içinde bir kukla, geniş bir masanın üstündeki satranç tahtasının başında otururdu. Yanlardaki aynalar, nereden bakılırsa bakılsın masanın altını boşmuş gibi gösteriyordu. Aslında aşağıda satranç ustası kambur bir cüce vardı; iplerle kuklanın kollarını oynatıyordu. Bu aygıtın bir de felsefi karşılığı düşünülebilir: "Tarihsel materyalizm" adlı kukla daima kazanacaktır. Her oyuncuyla çekinmeden karşılaşabilir, yeter ki, bugün besbelli şekilsiz bir cüceye dönmüş, zaten gözden uzak durması gereken teolojiyi hizmetine alsın.”

Benjamin tinsel yazgı denilen oyunda dümenin başına geçeni birdenbire değiştirse de rotanın aynı kaldığını işaret eder görünmektedir. Tarih hakkındaki yasa koyuculuk pusula olarak ele alındığında güzergâhın sonundaki kehanetin gerçekleşeceği apaçık belirtilmiş olur. Tarih atlasındaki kehanete doğru ilerleme heveslisi kaptan aslında bu tinsel oyunda kendisi üzerindeki gizli efendiliğe boyun eğen bir kukladan başka bir şey değildir. Kukla ile usta arasındaki parataxis konumda oyun mutlak bir düzen içerisinde gerçekleşmelidir ve düzenin en küçük ihlali oyunu bozar. Oyun kurulduktan sonra oyunun oynanabilmesi için oynayanların oyuna tabi olması gerekir ve oyun kendi başına bir gerçeklik olur. Oyunun yarattığı geçici ve sınırlı bir mükemmellik evreninde hileye yer olmamalıdır. Türk Otomatı örneğinde oyunun hileli olduğu düşünülebilir. Ancak Türk Otomatı bir hileden ziyade ayna illüzyonu gibi numaralarla kendisini gizleyen satranç ustasının kuklayı hareket ettirmesine dayanır. Kaldı ki zaten şövalyece tutkularda ve ölümün ciddiyetinde hileye yer olmadığını da düşünebiliriz.

Peki, mükemmel bir evrende mızıkçılık ya da oyunbozanlık söz konusu olabilir mi? Oyunculardan biri haksızlık yapıldığını düşünüyor olabilir ya da oyundan sıkılmıştır. Yani oyun onun için büyüsünü kaybetmiştir. Tıpkı Şövalyenin sorgulamalarıyla yaptığı gibi.

Büyü çoktan bozulmuştur ve Şövalye oyunun yaratıcısını ve kurallarını sorgulamaya başladığında Ölüm meleği görevini gerçekleştirmek üzere belirmiştir. Bergman’ın ölüm meleği Wenders’ın Berlin’de seyir halinde olan naif melekleri gibi değildir. Filmin açılış sahnesinde gökyüzünde salınan kartal suretinde karşımıza çıkan bu melek daha çok Benjamin’in 9. tezde tarif ettiği meleğe benzemektedir.
Angelus Novus - Paul Klee

“Klee'nin 'Angelus Novus' adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... Ama Cennet'ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.”

Diyalektik bir devingenlikte seyreden tarihin bir anda beliren kesitinde yolculuğa çıkaran fırtına bir anlamda tamamlanmış olanların kurtuluşu şeklinde zuhur etmektedir. Klee’nin tablosuna dair bu yeni yorumda aslında diyalektik olmaktan çok döngüsel bir ilerlemeden bahsedilebilir. Ancak döngünün tamamlandığı yerde meleğin vereceği müjde -insanlığın kurtuluşa ereceğine dair ütopik gelecek imgesi- yıkımın parçaları içinde yok olur.  Melek hiçbir zaman bakmamış olduğu ve hiçbir zaman bakamayacağı bir geleceğe geriye doğru ilerlemektedir. Bu haliyle Bergman’ın oyunu da tamamlanmış olur.

Bu oyun, el ele verip bir dans figürü oluşturacak biçimde yaşamın yeniden kurgulandığı bir evreni paylaşmak olamaz mı? ‘Yaşamı oyuna çevirmek’ ideasını özgürleşimci bir tasarım olarak düşselleştiren ütopyacı lafzı nasıl düşünmek gerekecek. Hele ki oyun içinde oyun söz konusuyken.

O zaman başa dönerek soralım: Şövalye ile Ölüm’ün Satranç oyunu nasıl sonlanmaktadır? Kaybedeceği anlayan Şövalye bir yandan düşünürken, Ölüm’ün beraberinde götüreceğini söylediği tiyatrocu ve ailesinin kaçmasını sağlamak ve Ölüm’ün dikkatini dağıtmak için taşları devirir. Ancak Ölüm taşları eski yerine koyar ve Şövalyeyi mat eder. Nihayetinde Ölüm’ün eşliğinde el ele verip dans ederek bu dünyadan uzaklaşırlar. İşte adına ütopya dediğimiz cennetten esen böyle bir fırtınadır.
Devamını oku...
SST Atölye