29 Kasım 2010

1 Modern İnsan Evlatlarının Hayat Tarzları Üzerine


Modern İnsan Evlatlarının Hayat Tarzları Üzerine Bir Deneme
ya da
Dualist Düşünme Biçimlerine Pantolonun Üstünden Bir Katkı:
Sağlıklı Beslenme vs. Beslenme


Beslenme, besinlerin ağızdan oral yolla alınıp makattan anal yolla çıkarılması işleminin başlangıç noktası olarak ansiklopedilerde bulunabilecek, genellikle sağlıkla ilişkili bir kavramdır. Sağlıkla ilişkisi pek de bilinememiş veya itelenememiş olacaktır ki (ne sağlığı arkadaş, ‘yemek bulursan ye, sopa bulursan kaç’ düsturunu dimağına kazımış insan evlatlarının dünyası burası) bir de beslenmenin ‘bir-başka-hali’ duhul eder hayata: sağlıklı beslenme. Peki sağlıklı beslenme ne işe yarar? En çıplağından bir cevap: sağlıklı sıçmaya. Fakat sağlıklı beslenme veya beslenme işlemlerinden hangisi tercih edilirse edilsin –ki tercihin nedenini ekonomik temelde sınıfsal olarak açıklamak yetersizdir- bu tercih, hayatı, kazaların veya beklenmeyen bir şeylerin olması dışında (bkz. “something happened”, F. Terim), ölümü yavaşlatmaya veya ertelemeye yarar (yaşam denilen şeye, ortaçağdaki anatomist abilerden biri ölüm dermiş; insan yaşamaz, yavaş yavaş ölürmüş: saçın beyazlaması, dökülmesi veya cildin buruşması, sık sık hastalanmak falan…). Ama sağlıklı beslenme yine de önemlidir; çünkü sağlıklı beslenme pazarı kişiyi çağırır (ve de kişi genelde gider).


‘Peynir-ekmek’in ontolojik gerginliği

Sağlıklı beslenme genelde evlere girmez (evdeki ‘peynir-ekmek’in varlığı sağlıklı beslenme için, özellikle kendisini geceleri gösteren, büyük bir tehdittir), sağlıklı beslenmeye gidilir veya sağlıklı beslenilebilecek yerlere gidilir; işte pazar burasıdır ve renkli dünyasıyla kişiyi karşılar. Light, yağsız, az pişmiş, bol yeşilli, ekmeksiz ve tabii ki makarnalı bir dünyadır burası. Kişi kendisine birini seçer ve artık o dünyanın kurallarına göre davranmak zorundadır. Fakat o dünyadaki bazı görünümler kişiyi yanıltabilir, dilemmada bırakabilir (yemek öncesi gelen küçük-kepekli-ekmekçikler ve otlu tereyağı); (sakın) aldanmamalı kişi, yoksa kendini sağlıklı beslenme dünyasından beslenme dünyasına geçerken bulur (ekmek-tereyağı deneyi: evde yapılınca beslenme, pazarda yapılınca sağlıklı beslenme tepkimesi verir). Bu tür durumlarda yapılması gereken şey bellidir. Kural 1: sağlıklı beslenmede her şey bitirilmez, yarım bırakılır ki az yenildiği cümle âlem tarafından bilinsin. Çünkü sağlıklı beslenmek sadece gıdayla değil aynı zamanda da havayla ilişkilidir, egonun o eksantrik havasıyla. Bu durumda yaşanılan gerginlik (ekmek arkadan ağlamaz, suratına tükürür, güzelim tereyağı yar etmedin diye) bu eksantrik havanın içinde solunmaz olur artık, artık bir diğer seviyeye geçilebilir: kombo yemekler için çorba veya direkt ana yemek.


Sağlıklı beslenmenin kamusal orgazmı

Bu seviye sağlıklı beslenmenin en belirleyici seviyesidir, zira yenilen malzemenin niceliği/miktarı süreyi de etkiler ve sağlıklı beslenmek isteyen kişi için tam bir sınanma evresi halini alır. Tabii ki sınanma, adıyla müstesna, kişinin kendi başına yapabileceği bir iş değildir; tam da aksine başkalarını da içerir. Bu içerim, temel olarak aynı masanın paylaşıldığı kişiler (bu deneyde esnaf lokantaları ‘sıfır’ olarak alınır), ikincil olarak da aynı mekânın paylaşıldığı kişilerden oluşan, merkezinde sağlıklı beslenen kişinin olduğu ve onu çevreleyen iç içe iki çember şeklinde şematize edebilecek olan paydaşlardan meydana gelir. Yapılacak herhangi bir kural dışı davranış, çemberlerin kapsama alanlarıyla ters orantılı olarak olumsuz sonuçlar verecektir (‘bu Aysel de ne kadar çok yiyormuş’; ‘şu herife bak, mal gibi yiyor’ vb.). Kural 2: sağlıklı beslenme sosyal olanın bilgisini içerir, sağlıklı beslenmeye arkadaşla gidilir. Çünkü sağlıklı beslenmede kamuyla paylaşılan beslenme değil, beslenmenin sağlıklı olmasıdır, modernitenin insan evlatlarına itelediği ‘kişinin sahip olması gereken özellikler’den biri olan sağlıkla. Bu seviyeden sonra ise -temel ihtiyaçlar bağlamında değerlendirildiğinde yakın ilişkide olan ve tam da bu nedenle metafor aracılığıyla kurulan ilişkinin aslında metaforik olmadığının satır arasında gizlenmesini de göz önünde tutarak- orgazmın hat safhasına denk düşen evreye gelinir: tatlı.


A priori mutluluk ve şizofrenik tatlı

Sağlıklı beslenmenin son evresine tekabül eden bu süreç, hem hazzı hem acıyı (yemenin verdiği keyif ve çok yemenin verdiği pişmanlık), hem tatlıyı hem ‘tatlı’yı (tatlının keyif vermesi ve aynı zamanda da ‘zararlıların başında gelen’ şekerle ilişkisinin aşikârlığı) ve hem bireyselliği hem sosyalliği (tatlının tam da tatlı olmasından dolayı korunması gerektiği ve aynı zamanda da masayla olan ilişki) içerdiği için sağlıklı beslenmenin şizofrenik aşaması olarak da kabul edilir. Fakat bu şizofrenliğe, modern insanın şüpheci sorularının şiddetinin azaltılması adına, yine modern dünya tarafından kapılar aralanır: light tatlı veya şekersiz tatlı (benzer söylemler için bkz: “makarna kilo yapmaz”. Bir fizikçiye, fizikçiyi geç, yer çekiminin varlığına inanan birine söylenmemesi gereken bir cümle; dert de bu ya, bu zaten söylenir, asıl olan, inanılmaması gereken bir safsata). Bu seviyede artık önemli konular konuşulmaz (önemli konular çatal-bıçak ikilisinin kullanıldığı zamanda konuşulur, çünkü bu ikili, modernler için ciddiyetin timsalidir ve modernler önemli konuları ciddiyetle konuşurlar), aksine, önemli konular canlarını (zaten az önce) sıktığı için ‘goygoy’a bağlanır, herkesin üzerinde mutabık olduğu hikmetinden sual olunmayan bir mutluluk su yüzüne vurur. Kural 3: sağlıklı beslenmede tatlı, memnun veya mutlu olmayı zorunlu kılar. Çünkü önceki seviyelerde tüketilen maddeyle kurulan ilişkinin travmatik boyutları artık bir ödülü zorunlu kılmıştır; karnı doyan insan mutsuz olmamalıdır.


Modernin bengi-dönüş üretimi

Modern insan evlatlarının düşünme biçimi olan ‘ya o ya bu’ geleneği –her konuda olduğu gibi- ağzının içinden girip götünden çıkacak olan şeylerin neler olması gerektiğiyle ilgili bir dünya sunar ve bu dünya da aslında kişinin kim olduğunun sırlarını verir... miş. Peki modernite kişiye şu sorunun cevabını verebilir mi: Gece bardan sonra içilen çorbanın sabah bıraktığı gastritin ve reflünün toplumsal hayata sirayeti nasıl önlenebilir? Tabii ki bunun da cevabı var! “az ve sık yiyin, ama akşam sekizden sonra asla”. Tam da modernlerden beklendiği gibi…
Devamını oku...

27 Kasım 2010

3 Apaçi Olmak!

“Moda ve yaşam olanakları genişledikçe insan kimliğini seçebilir, imal edebilir -ve sonra yeniden imal edebilir.”
Douglas Kellner

Apaçi olmak yeni bir kimlik inşasını işaret ediyor. Kent dokusunun ortasında kent kültürü ve meşruluğundan uzak bir kimlik tercihi, çevresel faktörlerin etkisiyle imal ediliyor, tercih ediliyor ve değişiyor. Apaçilik ise bu sürecin bir ürünü olarak algılarımızdaki yerini alıyor.

Hepimiz gündelik yaşantılarımızın hızlı akışında sıkılıyoruz. Sıkıntılarımız, isyanlarımız, tepkilerimiz ancak kendimizle olan hesaplaşmalarımızda sahne alıyor. Dolayısıyla olduğumuz şeyden sıkıldığımıza karar verdiğimiz andan itibaren günümüzün bize sunduğu kimliklerden birini alıp üzerimize geçiriveriyoruz. Bugünlerde ilk keşfettiğimiz şey var olan halimizi korkmadan değiştirebileceğimiz inancı. Fakat değişim değiştirebileceğimize inandığımız hızda gerçekleşmiyor. İşte tam da bu umut sanrısı Apaçi’liği salık veriyor. Apaçi olmak işte bu yüzden kendi için anlamlı bir düşünce dizgesi oluşturmayan kesimin basit bir davranışı oluveriyor. Köyden kente göç eden ilk popülasyonun çocukları, kent kültürünü orijinal kimliklerinin üzerine geçiriveriyorlar. Bu kesimin büyük çoğunluğunun genç olması bu değişimi büyük oranda kolaylaştırıyor.

Kimliğin yeniden inşası için gerekli olan sosyal ilişkiler ise teknolojik ilerlemeler ve hız çağının olanaklarıyla kolaylaşıyor ve süreklileşiyor. İletişimin hızı ve bir arada olmanın kolaylığı kimliğimizi sınamak için bize çok daha fazla imkân sunuyor. Fakat sürekli yeni kimlikler edinen birey aynı süreklilikte edindiği kimliği gerçekleştiremiyor. Dolayısıyla günümüzde kendini gerçekleştirmek tali bir edim. Bir sorun değil tersine sosyal olmanın bir gerekliliği. Hatta bu yüzdendir ki gerçekleşemeyen birey, tek gerçek olarak mahremiyetini sağlayabildiği ev ortamında mutlu zamanlar geçiriyor. Ev içi, sözde sizi veya bizi ifade eden tüketim malzemeleri de bu yüzdendir ki piyasaların çabuk tüketilen malları olarak reyonlarda boy gösteriyor.

Apaçiler de aynı sebepten kaynaklı çoklu kimliklerin bir araya gelmesiyle varlığını olumluyor. Fakat kendini gerçekleştirebileceği alanlarda yaşayan apaçiler aynı paralellikte kimliklere sahip olamıyor.

Günümüzde sanatta, politikada ve modern hayatın talep edilen tüm tüketim alanlarında seçkinci, entelektüel ve üst düzey estetik kaygılar yerini gündelik hayatta olan biten, basit ve doğrudan eylemlere bıraktı. Bu yüzdendir ki internetin her köşesinde kendi eserlerini sergileyebilen sokaktaki insan pervasızca görünür olabildi. Doğal olarak da apaçiler bu görünürlüğün veya bu sahnenin bir parçası olarak boy gösterdiler.

Apaçilerin şahsında olumlanan varoluş algısı ben merkezcidir. En azından eylemlerinin itici gücü kendi orijinal “ben”lerinden gelir. Keskin sosyo-ekonomik havzalarından çıkarak hiç bilmedikleri bir dünyada boy gösteren apaçilerin tek ölçütü ancak kendisi olabilir. Bu da bizi “insanın ölçütü insandır” önermesini ortaya atan Epiktetos felsefesinden “insan insanın kurdudur” felsefesini oluşturan liberal kanadın ilk savunucularından Hobbes’a götürür. Sonuç olarak denilebilir ki, Apaçilik kapitalizmin liberal birey algısının mutant sonucudur. Denilebilir ki, apaçilik insan kültürünü yozlaşmanın eşiğine getiren (acaba bu eşikten geçmiş olabilir miyiz?) kapitalist sistemin bir yanılgısıdır. Kapitalist ütopyanın iflasıdır.

Peki, Apaçileri yanıbaşımızda gördüğümüz zaman nasıl tanıyabiliyoruz. Çünkü toplumun diğer tüm kesimleriyle iletişime geçmeye çalışan fakat başaramayan koca bir kesimin kendini ifade yöntemi ancak saç ve giyim tarzlarıyla mümkün oluyor. Ve biz görüyoruz. Cemaatleşen toplumumuzda cemaatler arası iletişimin azaldığı (bir rocker bir clubber’ı anlayabilir mi?), her cemaatin kendi iletişim ağlarıyla yaşadığı bir durumda apaçiler iletişime geçmek istiyorlar.

Geçen sene adını bile hatırlamaya gerek duymadığım orta üst sınıf, beyaz, Sünni ve Türk bir kadın köşe yazarı apaçiler için neredeyse zombi olduklarına dair yorum beyan etmişti. Ya peki o zombiler o kadının bembeyaz teninden bir ısırık almak istediklerinde ne olacak?

Apaçiler, soğuk savaş sonrası katılaşan dünyanın buharlaşmaya yüz tutmuş kararsız gazları gibi olabilir mi? Bulunduğu her ortamın şekline girebilen ama karar kazandıkça katılaşarak bulunduğu kabı bir şekilde parçalayacak bir gaz.!!
Devamını oku...

3 Akraba Ziyareti

Söz konusu bayram olunca akla ilk gelenlerden biri de akraba ziyaretidir. İnanılmaz derecede can sıkıcı bir mevzudur akraba ziyaretleri. Ömründe üç beş defa gördüğün insanlara lüzumsuz bir ilgi ve daha da önemlisi saygı duyuyormuş gibi davranmak durumunda kalırsın. Bu tanımsız saçma duruma düşmek insanda tarifi zor bir duygu durumuna yol açabilir. Hele de karşındaki kişiler dumur edici safsatalarla seni esir almaya başlayınca iş içinden çıkılmaz bir hal almaya başlar. O an o kişileri bozamazsın çünkü her akılcı ve mantık ilkelerine uygun çıkışların seni ortamda daha da yalnızlaştıran ve haksız konuma düşüren ortamı geren kişi durumuna iter. Bir taraftan da pragmatik bir şekilde, işi uzatmayayım bir an önce bitsin kurtuluvereyim bu deli saçmasından diye de yanıt vermezsin bu safsatalara. Ama işin kötü yanı sen zoraki bir tebessümle yerinde oturdukça onlar kendilerini daha da bir haklı hissetmeye başlarlar. Patavatsızlıklar, lafın nereye gittiğini bilmezlikler, gereksiz samimiyetler ve gereksiz ilgiliymiş gibi davranmalar iyiden iyiye durumu bunaltıcı bir hale sokar.

Başka bir yönden de bu toplu ziyaretler ya da tekli ancak aynı zaman dilimine denk düşmeleri bakımından istemsiz birliktelikler, toplu bir faciaya dönüşmekle birlikte sosyal bir iletişim ağına dönüşüverir. Kim kiminle evlenmiş, kim askerliğini nerede yapmış, kim kiminle ortak yön bulmuş. Kim kimin karısını vakti zamanında beğenmişmişmişmiş gibi. Peki, bugün kim nerde çalışıyormuş, kim hangi statüyü işgal ediyormuş, bu statüye nasıl ulaşmışmış, kimin arabasının modeli daha yüksekmişmişmişmişmiş gibi. İşte bu nokta da bir şey dikkatimizi çekiveriyor. Bu türden bir araya gelişler ananevi bir takım saçmalıkları yerine getirmekle birlikte başka bir işlevi daha yerine getiriyor. Sosyal bir iletişim aracı olmayı, bir tür network oluşturmayı. Daha farklı bir deyişle sanki vakti zamanının facebookları bu tip ilişkilerle oluşturuluyormuş gibi. Çünkü facebooklarda da arkadaş listemizde mevcut bulunan bilmem kaç yüz kişiden kaçıyla doğru düzgün ilişkimiz var ki? Sanal âlemde bunca arkadaş edinmemizin doğru düzgün tanımadığımız, üç beş sene de bir gördüğümüz akrabalardan ne farkı var.

Peki bu iki farklı durum arasında bu benzerliğin kaynağı nedir?


Naçizane düşündüğüm bir tür kıyas mekanizması meydana getiriyor oluşu olabilir. Çünkü bu tip akraba ziyaretlerinde ya da bir araya gelişlerde herkes bir birini süzer, kim ne durumda (toplumsal anlamda), yani kim nerelere gelmiş, kim daha saygın. Kim daha zengin, kim daha konfor içinde yaşıyor, kim daha az çalışarak daha çok kazanıyor, kimin arabası var kimin yok, kim çocuk sahibi kim değil, kimin çocuğu nerede okuyor kiminki bir baltaya sap olamamış gibi yığınla sessiz sedasız sorulan ya da pervasızca ulu orta sorulan (kocanla aran nasıl, hala seni aldatıyor mu gibi) sorularla elde edilen detaylı bilgiler. Pekiyi bu bilgiler ne işe yarıyor? Kendi konumunu belirlemeye. Buradan da şu çıkıyor sanki: İnsan sosyal bir varlıktır. Yani insan bir başkası olmadan kendisinin ne olduğunu bilemeyen, kendisini konumlandıramayan salak, aciz, aptal bir varlıktır.
Devamını oku...
SST Atölye