Hayatımızda içinde bulunduğumuz anlara eşlik eden oldukça karmaşık bir ‘şey’ler âlemi vardır. Eğer o anı hatırlanmaya değer görüyorsak, o şeylerle ilişkilendiririz. Böylelikle hafızada yer edinmesi için hatıra düzeyine çekeriz o şeyi. Yani dilsiz nesneler âleminden bazılarını o anı çağrıştıran bir özneye dönüştürürüz. Zira o ana tanıklık eden her şeyi gözün bir hafıza olarak alımlaması ve idrak etmesi mümkün değildir. Ama kimileri, bizim için ilgisiz gibi görünen ilgililerdir. Örneğin doğduğumuz ya da yaşadığımız evin merdivenleri, her gün okula ya da işe giderken geçtiğimiz yoldaki sıradan bir ağaç, bir kaldırım taşı gibi. Bunlar o anın sıradanlarıdır. Sahnede oynadığımız oyunun bilinçli olarak düzenlenmiş ya da orada bulunmalarına özel bir anlam biçtiğimiz bir dekor gibi de değillerdir. Sadece geçip gitmekte olan ana tanıklık eden dilsiz sakinlerdir.
Benim de çocukluğuma dair anılarımı canlandırdığımda garip biçimde ilgisiz ilgililerden bir mekân olarak trafo aklıma gelir. Evimiz, mahallemiz, akrabalarımız ve köyümüzden ibaret o sınırlı mekânsallıkta ama sınırsız hayal gücü evrenimde trafoların o anları çağrıştırma da bir yeri oldu. Hani şu sarı duvarları, kiremitleri ve kahverengi kapısının üzerinde kuru kafa olan büyükçe trafolar. Fantastik ama zaten o çağlarda elektriğe dair imgelem buna müsait. Oyun oynadığımız yerlerin yakınında muhakkak bir trafo olurdu. Çocuk aklımca da, trafoların içinde çeşitli deneyler yapan bir takım insanların ya da bizden farklı olan varlıkların yaşadığını, onların evi olduğunu düşünürdüm. Benim o zamanlar mekâna dair algım da yaşanılan yerle özdeşti. Ama hiçbir zaman bunu büyük insanlara sorma gereği hissetmedim. Çünkü bir başka denememin kafamı oldukça karıştırdığını düşünmüştüm. Cami minarelerinde de Tanrının yaşadığını düşünürdüm. Bir gün dedeme, -dede sen Allah birdir diyon ama ben her yerde görüyom dediğimde, bana gülümseyerek –aynı zamanda her yerde oğlum demişti. Ben de -hımm tamam o zaman diyerek konuyu kapatmıştım.
Okul çağıyla birlikte zihnimi zapturapt altına almaya başlayan “akılcı” bilgilerden de, trafolara dair hayal gücümü hep uzak tutmaya çalıştım. Antenlerden ve boya kutularından yaptığım bisikletimi trafo kenarındaki betonda sürerken, içeride yaşayanların neler yaptıklarını düşündüm. Renkli kablolar toplayıp, merdaneli makinanın boş karton kutusundan uzay mekiği yaptım. Bekledim… Odamın camından izleyip içerdekilerin ne zaman dışarı çıkacaklarını merak ettim. Düşündüm… Trafoları düşündüm… Evdeki Alanya hatırası geleneksel Türk kızı desenli kabağın resmini 152. kez çizmekteydim ki, -sayıyı net hatırlıyorum, o zamanlar 70’lerin sonundan kalma eski evrak kayıt defterlerine bir takım notlar alıyordum- artık bu konuda derinleştiğimi düşünüp bilyelerimi alıp sokağa çıktım. İşte o an… Tam eğilip keskin bir bakışla çamur toprağa saplanmış bilyelere odaklanmıştım ki, o kahverengi kapı bilim-kurgu filmlerine özgü bir gıcırdama ve ağırlıkla açıldı. Bu ilk karşılaşmaydı. Amcamın işçi tulumuna benzer kıyafeti, elinde metal bir kutu ve hep gıpta ettiğim büyük sarı kontrol kalemi cebinde. Bir ışık süzmesi içinde kaybolup gitti… La ne var aletirikçi amca işte söylemlerine asla aldırış etmedim. Artık tablo tamamlanmıştı…
O zamanlar elektrik kesintileri günlük, olağan bir olaydı ve büyükler bunu “gene trafo patladı herhalde” ile anlamlandırırdı. Ben de ise, bizim çılgınlar gene iş başında düşüncesine eşlik eden arsız bir gülümseme…
Aradan uzun zaman geçti, trafolar ya kaldırılıp yerin altına alındı ya da boyandı. Hatta ev gibi süslenenleri de oldu. Ama olmadı. Benim de düş dünyalarımın yerini çernobil gerçeklikler sardı. Daha sonra okudum. Illich’in enerjinin bizatihi kendisi eşitsizliktir sözlerini alımladım. Arama mesafe koydum. İnsanlığın enerji kontrolüyle belirlenmesini hazzedemedim. Ama hala elektrik kesintilerinde o arsız gülümseme oluşur yüzümde. Çocuksu düşlerimi anarım. Gülümsemem aynı zamanda teknolojiye bağımlı bir insanlığın yaşadığı o ne yapacağını bilememe haline, kendi çıplak karanlığıyla yüzleşmesine, o kaos haline… Trafolar hem çocuk zihnimin parıltıları hem de artık başka bir simgeselliğin parçası. Şalterleri indirmek de sanırım hem bir metonimi hem de bir metafor olarak, çılgın adımlarla yeni düş dünyaları yaratmaya mükellef.
Nesneler öznede vücut bulabileceği gibi öznelerde bu yaratımın başına oturabilir. Deden, geçmişe, memleket hatıralarından bir nesneye oradan yine özneye; keskin bakışlarla balkondaki dedeye inat toprağa gömülü bilyelere dikkat kesilmek...Hatırlatıcı zamanlar her daim unutulmuş bügünlerden kaynaklanmaz mı... Saygılar...
YanıtlaSilKadim dostum Babaaa. Nesnelerin ve mekanların özne olarak ete kemiğe bürünmesinin totemizme kadar kökleri uzanır. Ama bugün yaşadığımız ana eşlik eden ve belki de önceleyen uyaranların çokluğu durumu daha farklılaştırmıştır. Belki de daha vehim bir biçim almıştır. Tam da senin ifade ettiğin biçimiyle; unutulmuş bugünde unutmaya meyilli aklımız.. Bir nostalji olarak geçmişe dair izler bulmak belki zihni diri tutabilme uğraşı belki masum kalabilme çabası belki kendini bulma ya da kendini yitirme. Kimbilir...
YanıtlaSilYaşam alanımız içersinde anlam verdiğimiz çoğu nesnenin zamanla simgeselliği değişse de o nesnelerin bizimle kopmaz bir bağı olduğunu, onları içselleştirdiğimizi anımsatan 'samimi' bir yazı çıkmış ortaya... Bir çocukluk tahayyülünden toplumsallığa uzanan çizgide ayrıntılarda kalan bir nesnenin kişi de yarattığı duygulanımlar ve duygulanımların zamanla nesneye atfettiği roller… Her iki durumu da sürükleyici bir dille aktarmışsın, tebrikler.
YanıtlaSilmustafa