İnsan aklının sahip olduğu kavrama gücünün bugüne kadar keşfedebildiği boyut sayısı, biri şaibeli olmakla birlikte dörttür. Zaman, mekân, uzam ve bazılarına göre hiper gerçeklik, bazılarına göre sinerji, bazılarına göre ise, zaman, mekân ve uzamın toplamından daha fazla olan şey, yaşama ev sahipliği yapan hem içsel hem de dışsal bir yapı olarak evrensel bir sistemi ifade eder.
Muvakkat, muvaffak, muvakkit, vakit ve zaman benzeri anlam bağları taşıyan kelimelerdir fakat nesnel bir kanıt bulmak antropolojik çalışmaların eseri olabilir. Fakat bilinen o ki hepsi de vuku bulmak anlamıyla süre giden (ki süre gitmekte olan) bir niteliğe sahiptirler. Zaman gidilen bir yol olarak metaforik anlamların ötesinde somut denklik sağlayan bir anlama bürünür. Gerçek haliyle bile gidilendir zaman.
Zamanda gidiyor olmak, vuku bulmak diğer boyutların tümüne yayılmış, içselleşmiş ve bağıntılanmıştır. Fakat bilinen anlamıyla vakit nakit değildir. Nakit kökeni itibariyle nokta, çentik anlamına gelir ve durağan, sonlanmış bir niteliğe sahiptir. Dolayısıyla zaman sürmekte olan ise zamanın durağanlaştırılması ve tarihin sonuna geliyor olmak günümüz çarpık anlayışının özünü oluşturur.
Hikâye zamanın bu noktasında devreye girer. Hikâye anlatı demektir ve anlatı anlamak fiilinden türetilen fiil olarak hafızaya almak, idrak etmek anlamı taşır. Her bireyin hafıza oluşumu aynı zamanda insanlığın medeniyet oluşumudur. Hafıza tarihsel ve zamansal bir nitelikte olmakla bir süreci ifade eder. Bu durumda hikâye zaman içerisinde süre! giden idrakı temsil etmektedir.
Bir yaşam, zamanda vuku bularak ve hareket halindeyken hikâyesini meydana getirir. Hikâye zamanda süre giden bireyin kavramış olduklarının toplamıdır. Hikâye medeniyet ifade eder. Zamanda süre giden birey mekânda kendini olumlar. Mekân, pozisyon yer anlamına gelir ki kelime” yerini” bulur; pozisyon, durum ve pozitif anlamıyla yine olumlamak anlamına gelir. Fakat bu sefer hareket hali yoktur. Hal sabittir ve mekân bireyin süre giden kavrayışını anlık somutlamalarla taçlandırır. Mekân yapısal bir eylem içerir. Zamanda durağanken kendi içinde yapısal eylem haliyle süreklileşmiş bir hareketlilik içerir. Birey bu hareketlilik içinde iki boyutlu bir eyleme girişir. Şizofreninin yapısal kökeni de buradan gelir zaten. Zamanda süre giderken birey, mekânda kendini olumlayamadığı anda, çapraşık ve çoğulcu zihin tahayyülleri kendini gösterir. Zaman giderken durağan mekânda sadece fiziksel belleğimiz kalır. Bilinç hareket halindedir.
Hikâye bireyin mekândaki somutluğunu ifade eder. Mekândaki hareketlilik hikâyenin nesnesini meydana getirir. Hikâye ‘mekân’ da ‘vuku’ bulur. Uzam ise bu iki boyutun hem tamamlayıcısı hem de ürünüdür. Tam da bu noktada hikâye ruh kazanır. İnsan bilincinin zaman ve mekândaki hareketliliği, binlerce yılın idrakıyla hafızasında meydana getirdiği bilgiyi ruhsallaştırır. O yüzden hikâyede kadınızdır, erkeğizdir, karizmayızdır ve her ne kimliğe ve duruma bürünmüş olsak da bu birikimin bir sonucu olarak davranır, hareket eder, iletişir ve hikâyemizi yaratırız. Bir hikâye bireysel eylemlerin bir tahayyülü olabileceği gibi toplumsal eylemlerin tarihsel bir tahayyülü olarak da meydana gelebilir. Hikâye zaman, uzam ve mekânda kusursuz bir bileşim sonucu meydana gelir. Bunlardan biri veya diğerinden en ufak bir değişiklik olsa hikâyenin tümü toptan değişmiş demektir. Artık eski hikâye olmaz yerine bambaşka bir hikâye var olmuş demektir.
Zaman, mekân ve uzam birbirine göre süre gider, birbirine göre durağanlaşır ve birbirine göre sonuç veya neden olurlar. Birbirleri arasındaki kopmaz bağların kusursuz dengesi tamamıyla kusurlu beyinlerimizin bir ürünüdür. Koca bir kaosun içinden çıkan devasa bir sisteme benzer.
Bu kadar komplike bir süreç içersinde insan birçok benzerliğine rağmen herbirini, farklı kusursuz bileşimleri sonucu aynı olmayan zamanda, aynı fakat farklı mekânda ve doğal olarak farklı bir uzamda hikâyesini yaratır. Hikâyesini anlatır. Bir ikinci kişi ancak ya zamanda ya mekânda ya da tüm bunlardan öte uzamda şahit olmadığı bir hikâyeyi kendi hikâyesi olarak kavramaktan öteye gidemez.
Hikâye yine kusursuz bir biçimde anlatanın hikâyesidir. Bizi bir arada tutan bağlardan biri de işte bu sonsuz farklılıktır. Bu sayede anlatanın hikâyesini kendi hikâyemiz olarak kavrar ve kendi hikâyemizi karşıya iletiriz. Bu sayede aramızdaki ruh meydana gelir. Sosyal olmanın ruhu kusursuz farklılıklarımızdan gelir.
Hikâye devasa kalabalıklar içinde yalnızken bir arada olmaktır. Onun bir sonucu ve nedenidir. Tıpkı insan medeniyetinin kendisinin nedeni ve sonucu olduğu gibi…
"Hikâye devasa kalabalıklar içinde yalnızken bir arada olmaktır."
YanıtlaSilYılan kuyruğunu ısırdı...
Simit yiyor iki kişi şurda.
Görüyoruz hatırlıyoruz, kokluyoruz hatırlıyoruz, işitiyoruz hatırlıyoruz...
Hatırlıyoruz tadıyoruz, anlıyoruz...
Lezzet ve anlayış iki paralel doğruyu kesiyor...
doğrudur :)))
YanıtlaSilzaman-mekan örtüşmezliği bir altyapı-üstyapı dengesizliğinde kendini gösterdiğinde şizofrenik semptomların bir hastalığın diil, bir toplumsal akıl bilincinin ürünü olduğunu görebilmek terapi sürecini kuvvetlendirici bir nitelik sergiler.. nitekim doğal kusursuzluğu korumakta en büyük rol uzama düşmektedir(ruhun uzamsızlığından uzamın sınırlandırılmamışlığına).. maksat farklılıkların kesişmelerindeki ortak ruhun yaratımıyla hikayenin edimini gerçekleştirebilmektir..
YanıtlaSil