30 Temmuz 2012

0 Ay-Nur (vol.2 Oyun) (part 2 - El Almaz)

Önbilgi: Kağıt oyunlarına kağıtları sadece elinde tutanlar görebildiği için kapalı oyunlar diyebiliriz, kapalı oyunlarda stratejiden çok yüz ifadeleri önemlidir, blöfün blöf olup olmadığına dair yüz ifadeleri ya da duraksamalar diğer oyunculara eldeki kağıtları tahmin olanağı sağlar. Tavla, satranç gibi oyunlarda ise oyun açıktır, oyunun o anki durumunu tüm oyuncular görür; bu nedenle, açık oyunlarda önemli faktör kendini ne kadar iyi sakladığınız değil stratejidir. 

Tepkisizlik birçok durumda en korkulandır, en sinir bozucu olan, öyle anlar vardır ki karşınızdaki insanın eylemlerinize olumlu ya da olumsuz bulduğunuz anlamlarda tepki vermesini beklersiniz; hele ki haksızlık ettiğinizi düşünüyorsanız ya da düşündürülüyorsanız ve tepkisizliği cezalandırma amacıyla kullanan bir insanla karşı karşıyaysanız. Hayatınızın en zor, en sinir bozucu dönemindesiniz demektir, bir daha tepkisizliğe düşmemesi için hemen hemen her eylemde oyuna başvurursunuz; düşünmedikleriniz düşündükleriniz olur, yapmak istemediğiniz eylemler eylemleriniz, onun için dersiniz aslında, tam aksine kendi rahatınız ya da alışıldıklarınız için. Tepkisizlik alışıldıklarınızı bir anda alışılmadık, özlenen yapar. 

Ara sıra tepkisiz insanlarla tanışırsınız, “tanıştığıma memnun oldum” lafına bir tepki beklersiniz, karşınızdaki sadece size bakıyordur; belki onu tanıyıp tanımadığınızı, ezberden kurduğunuz cümlelerin saçmalığını düşünüyordur, belki de tepkisizlikle bunu size anlatmaya çalışıyordur. Tepkisizler karşısında kendinizi rahatsız hissedersiniz, ilk tanışma anında sizi onun zihninde anlamlandıracağını düşündüğünüz tüm kişisel özellikler bir anda hiçleşir. Tepkisizlerin karşısında çıplaklaşırsınız ve çıplaklaştıkça ne olduğunuz ve neyi oynadığınız ortaya çıkmaya başlar, bu nedenle tepkisizler insanları en iyi gözlemleyebilenlerdir. 

Herhangi bir kadına yapılan tecavüzü kınamak için protesto eden bir gruptaki insan sayısı yüzü geçmezken “Fatmagül’ün suçu ne” dizisindeki tecavüzü milyonlar keyifle izler ve siz bu tepkisizliğe anlam veremezsiniz, kaçış noktalarınız insanların eğitimsizliği de olabilir ya da insanların sizin gördüklerini göremediklerini düşünmeniz ya da medyanın gücü ya da medyanın insanları düşünmeyen maymunlara dönüştürmesi. Fakat içinizde bir yer bu duruma anlam veremez, açıklamaların hepsi yetersizdir, sizin uğruna mücadele ettiğiniz, en çıkarsız en saf önerme “tecavüze hayır” önermesi bu tepkisizlik karşında anlamını yitirir, insanların zihinlerinde yaratmayı planladığınız patlamaları gerçekleştiremez, enerjisi yok olur. 

Sinek as, papaz ve yanına iki küçük kağıt, maça as, papaz ve yanına bir küçük kağıt, kupa papazının yanında üç tane ara kağıt ve iki tane karodan küçük kağıt. Oyun hamuru gibi bir eldi, nerden versen oradan yer, kız almaz denilse iki kızın yanında bir üçüncüsüyle bildiğin grup sex olurdu, erkek almaz da maça erkeklerin yanında sinek erkeklerle kol kola gezerdik. Belki karo erken biter ve karo büyüklerin üzerine oynanırsa erkekleri yedirebilirdi, kupa almazdan belki kurtulabilirdim dört tane kupayı ceza haneme eklerdim, el almazda dört ya da beş eli alırken belki Rıfkı denilse oyundan ceza almadan kurtulabilirdim ve elinde karo olana gülümserdim. Cezacı kağıtları inceliyordu, zihninden oyunu hesaplıyordu; bu birkaç ceza oynayabilen bir eli olduğu anlamına ya da ara kağıtlarla dolu belirli bir cezayı oynayamayan bir eli olduğu anlamına da geliyordu. Elimdekilere bakılırsa birinci ihtimal daha kuvvetliydi. 

Okunacak cezayı beklerken solisti bir sonraki görüşümü hatırlamaya çalışıyordum, gece Alsancak’ta bir teras katında başlamıştı. “- Önce ciğeri alır güzelce yıkarsın sonra kimyon, karabiber ve tuzla hazırladığın baharat karışımına bularsın, daha sonra düz bir biçimde parçalanmış soğanlarla etrafını kaplarsın ve iki gün dinlenmeye bekletirsin. İki gün sonra baharatları içine çekmiş halde karşındadır ve soğanların arasından çıkardığın ciğeri kızartmaya başlarsın ve kızarmaya başladıktan sonra üstüne kekik serpiştirirsin.” Neden ciğer tarifi verdiğimi anlamıyorlardı; “yerleştirme sanatı nedir var mıdır?”, ”dekorasyondan ne farkı vardır?” tartışmasının ortasında biri çıkmış ciğer tarifi veriyordu, moda tasarımcılarının ortasındaydım ve kendilerini ne kadar dev aynasında görseler de mahalledeki terziden farklı olduklarını düşünmüyordum. Hatta mahalledeki yaşlı amca daha cana yakın ve bilgili geliyordu, kimi zaman ananesinin sürgün zamanında gördüklerini anlatıyordu kimi zaman ise Bornova’nın tarihini. Dev aynasında görmese de kendini birçok iş adamının ve bürokratın giysisini dikiyordu; sinirli olduğu zamanlarda ağzı bozuk oluyordu, o zamanlar onda kendimi görüyordum küfür haneme eski küfürleri de ekliyordum. Bu topluluğun içerisinde ise bildiğim tüm küfürleri saymak istiyordum ama sadece ciğer örneğiyle yetinmiştim. Bir kişinin çıkıp neden bu örneği verdin demesini bekliyordum, işte o zaman ciğeri alıp moda tasarımcısının bakışını yerleştirebilirdim örneğime, baharatlar oryantalizm olurdu soğanlar ise demokrasi, laiklik sonucunda pişmeye giden ciğer ise onların nesneye bakışı. Biraz daha abartıp ciğeri kızartmak yerine zaman ayarlı bir mikro dalganın içerisinde pişirir ve kahrolsun dijital sanat diyebilirdim. Fakat kimse sormadı belki başlarına geleceğini bildiklerinden belki de önemsemediklerinden. Sadece bir kişi gülümsüyordu, terasta biralarımızı yudumlarken bir ara gözlerden kaybolmuş ve geri döndüğünde yüzünde şapşal bir gülümseme belirmişti, ne içtiğini anlamak için ev sahibine tatlı bir şeyler var mı diye sordum; gözlerinde ki iştah ve ağız hareketleri az önce odada yaptıklarının özeti gibiydi. 

Cezacı el almaz okumuştu, iki yüz elli ya da üç yüzlük bir ceza yiyecektim el almazda, karoları erken bitirirsem sinek ya da maçalardan yiyeceğim cezaları azaltabilirdim. Belki de sonradan elimin sıkışmaması için maçaları ve sinekleri baştan alıp sonra köşeye çekilip kupa papazdan kurtulmanın planlarını yapardım. Cezacı karo beşliyle oyunu açtı ve el almazın en can sıkıcı sahnesini yaşadı; tüm masa altına girdi. Daha oyunun başında planlamadığı bir yerden darbe gelmişti, ilk başta karo dönmesi elimi kaçış alanını da yaratıyordu. Cezacı bu sefer küçük bir maça attı solumdaki ise maça velet, altına girebilirdim fakat sonra elimde birikebilirdi. Almakla almamak arasındaydım, peki ya maça velet düşmek ne anlama geliyordu, elinde dokuz, on velet gibi bir seri olabilirdi ya da velet tek de olabilirdi. Seri varsa tekrar maça oynama ihtimali düşüktü… 

O gece terastaki grup küçük bir oyun oynamak istemişti, birisi gruptan uzaklaşır ve grup üyeleri gidenin bilmediği karakterlere bürünürler ve tekrar geri çağırılan kişi grup üyelerin büründükleri karakterlerdeki ortak mantığı bulmak için teker teker soru sorar. Bu herhangi bir filmin karakterleri olabileceği gibi, yüz yıl sonra yaşasan olmak isteyeceğin bir karakterde olabilir. Bana bu oyun oldum olası yavşakça ve salakça gelirdi, zaten o an ve gün içerisinde hemen hemen her an olmak istediğimiz karakterleri oynuyorduk; bunu oyuna çevirmek ise, ne olduğumuzu saklama ve ne olmadığımızı kabullenme, ona sarılma ve sahte bir mutlu olma seansı olarak geliyordu. İzin isteyip kaçacakken az önce takılan kadın da benimle gelmek istedi, ev sahibinin “yapmayın ama” sözlerinin yanında neden gitmemiz gerektiğine dair inandırıcı mazeretler eşliğinde kapıya doğru ilerliyorduk, ev sahibinin bir daha beni görmek istemeyeceğini ve gene gel demelerinin yalan olduğunu biliyordum. 

Sokak kapısından çıkarken ben bir yerlerde içmeye devam edeceğim dedim, onunda dönmeye niyeti yoktu, dışardan kalabalık görülen ilk bara attık kendimizi. Karadeniz müzikleri çalan bir grup vardı ve repertuvarın çoğunu Kazım Koyuncu oluşturuyordu, Kazım Koyuncu olmasa bu tarz gruplar ne yaparlardı bilmiyorum, Karadeniz müziği çok daha geniş bir alandı ama insanların dinlemek istediği sadece Kazım Koyuncu’nun sunduklarıydı. Garip bir durumdu, sonradan çıkanlar insanların gözünde yer edememişti ama garip bir adam garip bir biçimde reklamsız, klipsiz insanların kalbinde yer etmişti. Arada sigara içmeye çıktığımızda kendini anlatıyordu, küçük bir yayın evinde çevirmendi ve elinde saçma bir tıp kitabı vardı, 1.70 boylarında güzel bir kadındı, bana dair sorularını cevapsız bırakmamdan konuşmayı sevmediğimi anlamış ve kendini müziğin ritmine bırakmıştı. 

Maça veledin yanında küçük bir iki maça olabilirdi ve bir yerdeki kağıtları bitirebilmek için eli kendine almak istiyor olabilirdi. Eğer bitirirse oda korktuğu bir yerdeki kağıtları kaçacaktı. Elime göre ise kupa ya da karoydu bu kaçmak istediği kağıt. Karo olma ihtimali kupadan yüksekti, cezacının açılışı karoyla yapması ve tekrar karoya dokunmamasında onun da elinde karonun az olduğunu gösterebilirdi ve karoların hem sağımda hem solumda biriktiğini gösterirdi. Birbirleri üstüne oynarlarsa aradan sıvışma ihtimalim yüksekti. Eli maça asla alıp hemen elimdeki son karoyu çıkardım, altında tek kağıt kaldığı için rahattım. Koltuk altım bir üstüne çıktı, cezacı elindeki kupa astan kurtuldu, solum ise benim kağıdın bir altını çıkardı. Toplamda yedi karo oynanmıştı, geriye kalan altı karo üçer üçer karşılıklı dağılmış olabilirdi. Koltuk altım bir önceki eldeki taktiğinden inatçı biri olduğunu belli etmişti. Tekrar karo oynama ihtimali yüksekti. 

Mekanın asma katından, üst bakışla insanları izliyordum, eğlendiğim bile söylenebilirdi. Kalabalığının arasında solisti fark ettim, arkadaş grubunun içinde gözlerini sahneden alamıyordu, şu an o da dinleyiciler arasındaydı ve sahnedeki sertliğinden eser yoktu. Uzun bir süre izlemiş olmalıyım ki tanıyor musun sorusunu zar zor işittim. Solisti gösteriyordu, hayır anlamında başımı sallayınca tanışmak istersen onunla tanışabilirim dedi, bu işlerde iyiyimdir. Saçmala diyebildim tekliften duyduğum rahatsızlığı belirterek, “ben sadece izlemek istiyorum”. Sadece onu izlemek istiyordum, altında durduğu kırmızı ışık yüz ifadesinin görülmesini zorlaştırsa da, “acaba şu an çevresindeki insanlara oynuyor mu?” sorusunun yanıtını alabileceğimi düşünüyordum; yanına yaklaşabilirdim ama uzaktan kendimi daha rahat hissediyordum; yukardan bakmak içimdeki gereksiz bencilliği de yüzüme vuruyordu, kendini bir bok sanmak ve insanların arasına karışmamak. 

Hikayeni duydum diye bağırdı bu sefer, ne hikayesi diyebildim benim bilmediğim bir hikaye mi vardı? O sen değil misin dedi, hani sevgilisinin ardından evini yakan? Evimi yakmadım diyebildim, sadece temizledim ayrıca o sevgilim değildi sadece.... Gerisini söyleyemedim, ben yolcuyum diyebildim benim gibilerin sevgilisi değil yoldaşı olur ve ilk durakta iner, üstüme basar ayakkabısını siler ve gider. 

“Ev-li-lik, gel-in, dam-at” ilişkilere ilişkilerin ahlaki ve toplumsal olarak kabul görmesinde mekanın önemini en temele yerleştiren kelimeler olarak gözümüze sokulsa da ben yolcu olmayı tercih ediyordum. O yolun yolcusundaki yolcuydum tüm olumsuz anlamları üzerinde cisimleştiren. Yolun anlamları evde olanlar tarafından bilinmezdi, yolda olmanın anlamlarını yolcular bilirdi. Evde olmak ya da yolcu olmak, ne kadar reddedilse de bu iki durum birbirini beslerdi. İki aynı ve farklı dünya, diğerinin ne yaşadığını ne söylediğini merak etseler de sanki konuşsalar varoluşlarını, hapis edilmişliklerini eleştirseler, yaşamlarını ve yaşamlarının anlamlarını kaybedeceklerinin korkusuyla susarlardı. Benim yolda olmama, yola hapsolmama sebep olan sensin ile benim evde olmama sebep olan sensin arasındaki gizil savaş, sessiz suçlama ve sessiz kabul ediş. Daha ilk durakda ya da dinlenme tesisinde yoldaşınız giderdi tıpkı bir dinlenme tesisindeki her zamanki kutsallık ve murdarlık ilişkisi gözüne sokulan bir insan gibi tercih yapmak zorunda kalırdı, dinlenme tesislerinde tuvalet ile mescit yan yanadır. İki farklı kapı ve kapılar karşılıklıdır, büyük ihtimal tuvalette abdest alanların mescide kolay ve rahat ulaşmasını, böylece hem yerden hem de maliyetten kurtaran mimarın zekası aynı zamanda her ikisinin de sadece müşterilerin ihtiyaçları için orada olduklarını, mescide verilen kutsal anlamlarında piyasalaştığını çırılçıplak sergiler. Sanki bir ülkede dönen devasa din çarkının prototipini bu tuvalet ile mescit gözler önüne sokar. Benim yolumun sonunda ise.... Ruhum geneleve neden genelev denildiğini arayan bir fahişe, cevapları arayan ve bulduğunu sandığında mesleği bırakacak olan. Ama o an bunları anlatmak istemiyordum, neden yolcu dedim, neden yolda olduğumu düşünüyorum falan filan, sadece izlemek istiyorum ve izlerken de solistin yanındaki erkeklerin dikkatini çekmek de istemiyorum, ne kavga çıkarmaktı derdim ne de kimseyi rahatsız etmek... 

Neden izliyorsun dedi bu sefer; -siktir et izleme, gel dans edelim. Hafiften sinirlenmeye başlamıştım, gece yatacak bir herif arıyorsan bu ben değilim demek istiyordum git başkasıyla oyna, eee hadi derken bakışlarını daha da kısmıştı içkinin ve daha önce takıldıklarının etkisi patlıyordu ve karşısında tepkisiz duran bir sap vardı. Bakışlarımı üzerinden soliste doğru kaydırınca sen bilirsin diyerek sinirli biçimde aşağı inmeye başladı. Gidişini izlerken solistle konuşmasından korkuyordum, kapıdan çıkarken, oh be dedim içimden kurtuldum... 

Acaba tanışsam mı diye düşünüyordum, yanına gitsem ve “sizi şurada dinledim ve çok beğendim” desem saçma mı olurdu, ya da sanki hatırlamıyormuş gibi yavşakça bir tavırla “aaa siz şurada çıkan hanım değil misiniz?” desem ama ben sadece gıcık kaptıklarımı aşağılamak için hanım derdim. Bir insanla tanışmak ne kadar zor olabilirdi ki, gideceksin yanına bir şeyler söyleyeceksin ve tepkisini bekleyeceksin ya tepki vermezse ya da kendisiyle tanışma isteklerinden ya da sesinin ne kadar etkileyici olduğunu duymaktan sıkıldıysa... Merdivenlerden inip, yanına doğru ilerlemeye başladım ne de olsa çıkış yolunun üstündeydi en fazla yanından geçer giderdim; yavaş yavaş yanına ilerliyordum ve ellerimin terlediğini hissediyordum, nereden çıkmıştı ki bu terleme, kalbimin atışını da duyuyordum. Fizyolojim anlamsız tepkiler veriyordu. Her adımda zorlaşan nefes almalar. Görüş mesafeme girdiğinde bir erkeğe sarıldığını gördüm, sanırım sevgilisiydi, içimde tarif edilmez bir hisle birlikte uzaklaşma isteği uyandı, tam yanına geldiğimde ise yüzüne yansıyan ışıkların bir tablodan çıktığını fark ettim, mekan Venüs’ün Doğuşu’nun imitasyonunu kırmızı ışıkla renklendirmişti, ışıklar önce tabloya sonrada soliste ilerliyordu, ışığın anlatılamaz yolculuğunun rotasına girmiştim, o an ışık bana da yansıyordu fakat solist de diğer dinleyiciler gibi sahnedeki gruba odaklanmıştı, ne tablo o an onlar için vardı ne de bu büyüsel ışığın yolculuğunun bir anlamı. 

Ortamdan hızlıca kaçma isteği uyanmıştı, nereye gittiğini bilmeyen ayaklarım gazi kadınlardan çıkmıştı bile, cami durağına doğru koşar adım gidiyordum, belki baykuşu yakalardım, ana yola tam çıkacakken dikkat et diye bağıran birinin kolumu yakalamasıyla düşüncelerimden kurtuldum. 

Koltukaltım oynayacağı kağıdı düşünüyordu, cezacının kupa ası kaçması ve kaçarken ki yüz ifadesi elinde artık büyük kağıt kalmadığını belli etmişti, cezacıya artık yüklenemezdi. Düşünmesi ise karoda geriye kalan küçüklerinin solumda olduğunu belli ediyordu. Bu kağıtta el solumdakine kalırsa onun karo çıkacağı belliydi ve onun karosuyla elimde kalan maça papazdan kurtulabilirdim. Koltukaltım sinek sekiz oynadı, cezacı altına girdi, solumdaki sinek onla üstüne çıktı, bana kalan ise altına girip solumdakinin karo oynamasını beklemekti… 

O gece Aynur, kolumdan yakalamış ve olası bir kazayı engellemişti. Telaşlı gözleriyle bakıyordu, morarmışın dedi bir arkadaşı, iyi misin?, diğer arkadaşının da al su iç dediğini duyuyordum. Aynur gözlerindeki soruyu sözlere dökmüştü ”neyin var, ne oluyor?”, titrek sesle sadece dedim yoluma gidiyorum. Nefesim düzelmeye başlamıştı, kalbimin atışı normalleşmiş ve sadece Aynur’un anlayabileceği bir soruyu ona sordum: Çok mu kirlendik? 

Solumun karo çıkmasıyla karo didişmesi başlamıştı, karşılıklı üç el karo yedirme mücadelesi koltuk altımın iki, solumun ise bir el almasıyla noktalanmıştı. Arada maça papaz ve sinek as ile papazdan kurtulmuştum. Her an olduğu gibi didişme üçüncü tarafın çıkarına hizmet etmişti. Üçüncü taraf çatışma çıkacak yeri tahmin etmiş ve fitili ateşlemişti. Oyunun geri kalanı için herhangi bir sıkıntım yoktu daha bir el maça oynanmasına rağmen ben maçaları boşaltmıştım ve elimde kalan son büyük kağıdı elbet bir şekilde kaçardım. O gece Aynur’dan uzaklaşırken duyduğum bir şarkının sözleri, koltukaltımın yüz ifadesini incelerken kulaklarımı tırmalamaya devam ediyordu.

I am a man who walks alone 
And when I'm walking a dark road 
At night or strolling through the park 
When the light begins to change 
I sometimes feel a little strange 
A little anxious when it's dark

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.

SST Atölye