“Masumiyet en tehlikeli silahtır.”
Ön bilgi: Kız kağıdı, kraliçeyi temsil eden Q’dur. Zaman içerisinde Türkiye’de kraliçeyi temsil eden kağıt kız, kralın temsili ise papaz olarak adlandırılmıştır. Bu adlandırma süreci ötekinin kızından herkesin kızına uzanan orospulaştırma politikalarını gözler önüne serer ve biz her oyunda bu politikaları sürekli üretiriz.
Kana bulanan kılıç ya da pala karın içine gömüldükten sonra kutup ayısının kan kokusuna gelmesi beklenir. Kanın kokusuna gelen ve kanı yalamaya başlayan ayının dili zamanla parçalanmaya ve kanı da kılıcın üstüne akmaya başlar, ayı artık kendi kanını da yalamaya başlamıştır, ayı kendini durduramaz ve kendi kanı olduğunu fark etmez. Bu süreç ayı güçsüz kalana ve kansızlıktan ölene kadar devam eder. Antarktika’daki avcıların kutup ayısını avlama taktiğidir bu. Her dil darbesinde yuttuğu kan hoşuna gitse de ayının, onun kanla olan bağı onu öldürür. Bu taktiği ilk duyduğunuzda tiksinebilirsiniz, hayal etmeye çalıştığınızda insanlık dışı olduğunu söyleyebilirsiniz. O an tek bir şeyi fısıldar bu dil: “o zaman durun, eşyalarınıza, alışkanlıklarınıza ve sorunlarınıza bakın, ayıdan ne farkınız var?” İnsanlara karşı davranışlarınıza bakın, özellikle de seni seviyorum dediklerinize avcıdan ne farkınız var?”
Cezacı koltuk altımdaydı ve kız almaz dediği zaman içimden umarım ilk başta kupa çıkar dedim böylelikle elimdeki astan kurtulabilirdim ve maçalarımla maça kızın düşmesi için zorlayabilirdim.
Karşı masada yirmili yaşlarının başında bir kadın tüttürdüğü nargilenin dumanını burnundan verirken aynı zamanda karşısındakinin anlattıklarını onaylar baş işaretleri yapıyordu, kimi zaman başparmağını hem uyarır hem de öğüt verircesine sallıyor ve arada çevresindeki herhangi birinin ilgisini çekip çekmediğine dair kaçamak bakışlar atıyordu. Rahat durmayan içimdeki piç oynamak istemişti bu kadınla, ilgimi çektiğini düşünmesini istiyordum, her sahte gülüşü tiksindirirken ve boğma isteği yaratırken, köşede durup etrafa bakan birinin bakışlarının üzerinde olduğunu hissetmesini istiyordum. Kaçamak birkaç bakışında göz göze geldik, artık anlamıştı ona baktığımı ve oyun başlayabilirdi. Artık onun her eylemi bir önceki eylemlerinden farklıydı, varlığımı hissetmiş ve o varlığın bakışlarıyla eylemlerini biçimlendirmeye başlamıştı, bir kaç defa daha göz göze gelmiştik, varlığımın onayladığının, bakışlarımın onaylandığının bir işaretiydi bu. Görülebilir olduğunun bilinciyle ve bu hazla gülüşleri daha da fazlalaşmıştı, karşısındakiyle fazla ilgilenmediğinin, aralarında özel bir şeyler olmadığının işaretleri de artmıştı. Tam da o anda çaprazda tek başına oturan bir kadının sevgilisi gelmişti. Sevgilisine sarılıp öperken etrafına bakıyordu sanırım etrafındakilere benim sevgilim var, benimle ilgilenmeyin mesajını vermek istiyordu. Manzaradan yeterince sıkılmıştım, oyuna odaklanmak istiyordum; bir ara garsonla, nargile içen kadına bir kağıt göndermeyi düşünmüştüm “ne kadar uğraşırsan uğraş, ne olduğun izlemini yaratırsan yarat sadece kendini vajinalaştırıyorsun” demek istiyordum, fakat uğraşmadım zaten biliyordu ve gözüne sokmanın gereği yoktu, büyük ihtimal sadece vajinalaştırılmanın zevkine varıyordu.
Şansıma cezacı kupayla başlamıştı ve bu başlangıç elinde küçük kupaların olduğunu gösteriyordu, bende iki tane olduğuna göre birilerinde birikmiş olmalıydı ve bu da büyük ihtimal cezacıydı, aynı zamanda kupa kızın karşımdakinde ya da solumdakinde olduğunu da tahmin ediyordum, kupa asla alarak son kupamı zorlayabilirdim böylelikle belki sinek kızı üçüncü tur kupa dönerse satabilirdim. Cezacı blöf de yapıyor olabilirdi, elinde kupa kızla birlikte küçük kupalarda olabilirdi. Elindeki kupa kız düşmeyeceği için rahattı ve elinde ara kağıt olanlara diğer kızları yedirebilirdi ve kendi kupa kızını ise sakladığı başka bir kağıda yedirebilirdi. Elime baktığımda bu kağıdın maça olma ihtimali vardı, o zaman cezacıda kupa birikmiş ve maça tekti ya da hiç yoktu. Benim yapmam gereken ise eli aldığımda kupa zorlamak yerine maça çıkmamdı. Oyuna odaklanırken aynı zamanda avukata anlatacaklarımı da zihnimde sürekli tekrar ediyordum, eksik bir nokta kalmamalıydı, olayları, zorunlulukları daha rahat anlayabilmesi için en derine inmem, hikayeyi en baştan anlatmam gerekecekti. Yangından sonra ki ilk günlere kadar gerileyecektim.
Yangından sonra hayatım her zamanki sıkıcılığına dönmüştü, Alsancak’tan ayrılmış ve Bornova’da küçük bir oda tutmuşum. Sessiz, sakin ve birkaç günden sonra duvarların üstünüze geldiğini hissettiğiniz küçük bir oda. Küçük parkta insan uğultusunun arasında kahvaltımı yapıyor ve insanlardan tiksinmeye başladığımda kendi yalnızlığıma ilerliyordum. O akşam büyük parktan geçerken bir ses duydum, bar olmayı beceremeyen kafeden de uzak, düğün salonu kıvamında ve olabildiğince kötü dekore edilmiş, aslında dekorasyona dair hemen hemen hiçbir şey olmayan ve içerideki kubbesi pavyon misali ışıklandırılmış ve büyük bir yeni rakı reklamı konmuş, bir dönemin türkü bar furyasında açılmış, zaman içerisinde bu kimliğe sıkışmış bir mekandan yankılanıyordu ses. Türkülerle aram oldum olası iyi değildi, nedeni bir nevi entelektüel olmanın jazz, blues ya da rock dinlemek olduğu illüzyonunun hakim olduğu bir dönemin ürünü olmamdı. Ta ki müzik türleri arasındaki farkın zevk farklı olmadığı sadece yaratılan müşteri kitleleri arasında bir fark olduğunu fark edene kadar arabeskten de türküden de uzak durmuştum. Zamanla hangi müzik türünü dinliyorsunuz sorusunu, hangi müzik türünün müşterisisin olarak çevirmiştim.
Mekanın arka tarafında köşede bir masa buldum, insanlarla göz göze gelmek istemiyordum, ne mekanı incelemek ne de garsonlara bakmak sadece dinlemek istiyordum o sesi dinlemek. Grupta bir gitar, davul, bir saz ve solist vardı. İlk önce davulcu ilgimi çekti, yaşından belli ki öğrenciydi, saçlarını yukarı doğru hafif dikleştirmiş ve hareketlerinden, mimiklerinden türküye eşlik ediyorum ama ben rockerım izlenimi veriyordu. Orada o an olmaktan zevk almadığı her halinden belli olan gitarist ise hafiften arkaya uzanmış, paramı alırım gerisini umursamam havasındaydı, sazdaki ise diğerlerinden büyüktü ve eğleniyordu, grubun beyni olduğunu hissettiriyordu. Soliste ise tam çözemediğim bir yüz ifadesi vardı, grup arkadaşlarına baktığında gözlerinin içi gülüyordu fakat yüzü seyirciye döndüğünde yüz hatları sertleşiyordu. Arada peçetelerde istekler gidiyordu ve büyük ihtimal sadece şarkı adları yazmıyordu, kimilerinde telefon numarası kimilerinde ise solistin güzelliğine dair birkaç özlü söz…
Cezacının kupasının üstüne karşımdaki kupa papaz düştü, yüz ifadesinde herhangi bir tedirginlik görülmüyordu, kupa kızın kendisinde olduğunu belli etmişti. Fakat elinde kaç tane kupa vardı, kupa kızın yeri belli olduğu için artık onun üstüne oynanabilinirdi. Kupa kız ve yanında bir ya da iki tane küçük kağıt ya da elinde sadece kupa kız kalmış olabilirdi. Küçük kağıtlar elindeyse neden kendini belli etmişti, eli kendine almak istiyor olabilirdi, kendine alınca en az olan kağıttan oyunu başlatacak ve daha sonra kupa kızı en az olan kağıda satmak düşüncesinde olabilirdi. Eli almak ve almamak konusunda ikilemde kalmıştım…
O gece ise zamanla müziğe kaptırmıştım kendimi, solistin de sesi üzerimde baskı kuruyordu, sanki her seçilen şarkı unutmak istediğim bir anıyı hatırlatıyordu, zihnimde anılar patlıyordu, sözlerin anlamları da değildi bu patlamaları yaratan, çünkü bazı şarkılar Kürtçeydi ve ben Kürtçe üç beş küfürden başkasını da bilmezdim. Farklı bir baskı vardı üzerimde anlayamadığım.
Anıların içerisinde dolaşırken solistin mimiklerine odaklanıyordum. Birbirine karşıt iki yüz ifadesi vardı, bir anda gülen, bir anda sinirli ve sert. Bu yüz ifadesindeki ani geçişler etkilemişti beni, o an ne hissediyordu anlamak imkansızdı, hangisine oynuyordu, grubuna gülücükleriyle mi oynuyordu yoksa dinleyicilerine sert yüz ifadesiyle mi?
Yüz hatlarındaki değişimlerin anlamlarının peşinde Aynur’u düşünüyordum, anlayamadığım bir arzunun esiriydi; “ben bu bedene ait değilim” dediği zaman soğuk ve çekilmez biçimde ezberden konuşmaları sevmem demiştim, çünkü çok duymuştum ve o an sinirlenmiştim. Dini kesiminde bir söylemiydi bu söz, -ben bu bedene ait değilim, bedenim yok olsa da ben diğer dünyada tekrar dirileceğim, bu nedenle ona istediğim gibi davranamam-; tam tersi anlama da geliyordu Aynur’un cümlelerinde -ben bu bedene ait değilim, o halde ait olduğum bedene sahip olmak için bedenime istediğim her şeyi yaparım-.
Kupa asla eli aldım ve elimdeki küçük maça beşle oyuna başladım, cezacı oyunu eline almak ister gibi maça veletle kağıdıma devam etti, amacını belli etmişti maçadan sonra kupa çıkacak ve kupa kızı düşürmeye uğraşacaktı fakat karşımdakinin elinde hiç maça olmadığı için kupa kızını düştü. Cezacı beklemediği yerden bir kağıt almıştı ve kendi taktiğinin kurbanı olmuştu.
Yere düşen kupa kızına bakarken o geceyi tekrar yaşıyordum, o gece düşündüklerim, hissettiklerim. O gece solisti dinlerken Aynur’a gördüğüm şeyi anlatmak isteğiyle dolmuştum, o an adını koyamadığım, anlamadığım ama onun tam da hayatının merkezinde olan şeyi, sadece “farklı olarak önümüze sürülen iki durum, biçim arasında birinden diğerine dönüşme isteği. Kadın ve erkek, birbirleri üzerinden tanımlanan, zaman içerisinde farklı dünyaları, farklı algılayışları olduğu varsayılan iki kategori. Bu ayrımı yapmak zorunda mıydık? Farklı olanın karşısına koyduğumuz aynının da ancak yan yana beraber düşünebildiğimiz kavramlar olduğunu, sadece zihinlerimizin üretimi olduğunu kabul etsek. Keşke farklılıkların da aynılıkların da peşinde koşmasak.” yazabildim. Mailimi gönderirken soliste daha da fazla odaklanıyordum, şarkı söylerken ellerinin hali, mikrofonu tutuşu, hiç kimseye odaklanmayan uzağa bakışı. Dinleyiciler açısından ise bir biraya altı lira değil de dokuz lira vermelerinin sebebi o an orada canlı müzik olmasıydı. Orada tükettikleri sadece bira değildi aynı zamanda canlı müzikti. Solist tüketim nesnesine indirgemişti ve solistin, izleyiciye bakışı sert yüz ifadesi bu tüketim nesnesine indirgenmesinin tepkisiydi, tam tersine görülebilir olmak değildi o an onun derdi ve görülebilir olmaktan sıkılmıştı ve bu görülebilir olmaktan sıkılması etkilemişti. Sesiyle beraber duruşundaki sertlik ve arkadaşlarına baktığındaki ani yüz değişimi, solist oturduğu yerden kalkmaya hazırlanırken seyircilere gülerek baktığını fark ettim, hınzır bir bakıştı az sonra ne olacağının bilincinde olan ve daha baştan az sonra olacaklarla alay eden bir bakış. Halaya katılmak isteyenleri sahneye davet ediyoruz sözleriyle ben ve birkaç masa dışındaki tüm dinleyiciler kol kola girmiş ve halaya başlamışlardı. Ortada bir ironi vardı, eril ve bir o kadar güç ilişkileriyle dolu bir ortamda insanların kol kola girmesi hep beraber eğlenmesi.
Cezacı aldığı kupa kızının şaşkınlığıyla taktiği değiştirip ara kağıtla sineğe yüklendi, karşımdaki kağıdın altına girdikten sonra solumdaki bir an duraksadı, bu duraksamadan elinde az sinek olduğunun ve bu az sinekten birinin sinek as ya da papaz olduğunu tahmin ediyordum. Büyük ihtimal sinek kızın bende olup olmadığını bilmediğinden şansını denemek isteyecekti ya da eli bana verip benim de sinek çıkmamı ümit edecek ve elindeki büyük sinekten kurtulacaktı, o halde elinde sinek kızdan büyük bir kağıt ve bir ya da iki tane küçük kağıt vardı. Şansını zorlamayarak sinek velet attı, ben de altına girdim. Riske girmemeyi tercih etti ve elinde ki en küçük maçayı yani maça ikiyle oyuna başladı, ben üstüne maça üçü cezacı ise maça yediyi attı ve karşımdaki ise karo kızı cezacıya yedirdi. Cezacının yüz ifadesi solistin yüz ifadesi gibiydi, içinden geçen küfürleri tahmin ediyordum. Yüzünde solistte o gece gördüğüm tuhaf masumiyet yoktu, tam aksine meymenetsiz bir ifade vardı.
Solist, halaydan sonra gene duvar çekmişti dinleyicilerle arasına, belki de dinleyicilerin eylemlerinden sıkılmıştı. O an dinleyicilerle arasında değişik bir savaş vardı, dinleyiciler solisti tüketirken o dinleyicilerin eylemlerine yön vererek onları köleleştiriyordu, kimi zaman hüzne boğuyor kimi zaman kol kola sıralandırıp zıplamalarını sağlıyordu.
Farkında mıydı duvarının bilmiyorum, aynı sertliği Aynur’un hastane önünde kendini doğramasında da görebilirdim, solistin arkadaşlarına bakarken ki gülümsemesi ise kalacak yerin var mı sorusunda.
İnsanları, mekanı düşünmemeye sadece müziğe odaklanmaya çalışsam da her an küçük bir ayrıntı gözüme çarpıyordu, birkaç gencin solisti işaret edip garsona bir şeyler söylemesini izliyordum, içimden bira şişesini kafalarına fırlatıp bırakın bedeni müziğe odaklanın, öldürün zihninizdeki bedenleri diyerek bağırmak geçiyordu ama ben de tüketmiyor muydum, o an o tepkiye maruz kalanlardan biriydim, müziğin ağırlığıyla kendimden ve varoluşumdan tiksinmeye başlamıştım, her ne kadar kendimi diğer dinleyicilerden ayırsam da eylemimiz aynıydı, aynılıklar ve farklılıklar arasında kendimden tiksinirken eskiden dinlediğim bir türkünün sözleri beni ağlatmaya yetmişti.
Cezacı tekrar sinek oynadı, karşımdaki boşa bir kağıt kaçtı, solumda ki şansını denemek için elindeki sinek ası attı. Ben ise sinek kızı düştüm ve bir kız da solumdakine gitmiş oldu, solumdaki tekrar maçadan devam etti ve benle cezacı altına girdik, bu sefer karo oynadı ve tekrar herkes altına girdi. Eli iyice sıkışmıştı ya maça as ya da papaz ondaydı ya da kız tek kalmıştı ve korkuyordu. Son bir kez karodan şansını denedi ve ben karonun tekrar altına girdim ve cezacı maça kızı düştü, karşımdaki de karonun altına girdi.
El tekrar dağıtılırken aklıma o gece beni ağlatan şarkının sözleri geliyordu…
“Uyu memik oğlan uyu
Öte geçelerde büyü”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.