29 Haziran 2012

1 Ay-Nur (vol.1 Kanlı Kontes) (part 8 ya da Kanlı Kontesin İntikamı "Son")

“Ekonomik hayatın incelenmesinden çıkaracağımız en önemli ders, bir ulusun rekabet yeteneği kadar, refahının da tek ve yaygın bir kültürel karakteristikte koşullandırıldığıdır. O da, toplumda doğuştan gelen güven düzeyidir”. 
Francis Fukuyama- Güven 

“Hassiktir ordan” 
Bulancak Adam - Hemen Hemen Her Yer 

Belki de insanlığın en merak ettiği soru dünyanın nasıl sona ereceğidir. Başka bir ifade ile kıyamet nasıl kopacak; yanacak mıyız yoksa sular altında mı kalacağız. Temizliğe dair bakış da dünyanın sonuna dair bakışla paraleldir, ya su ile temizlik yaparız ya da ateşle. Ateşle suyu birbirine hem karşıt hem de birbirini besleyen olarak kurgularız; birbirleriyle savaşını izler, hangisinin galip geleceğini düşleriz. Fakat hiç birimiz tam da orada kıyametin kopuşuna şahit ya da temizlikte üsten atılan pislik olmayı istemeyiz, sadece bilen olmayı isteriz ama yaşayan değil… 

Alsancak ikinci kordon oldukça dar sokaklara sahiptir herhangi bir yangında itfaiyenin girişi çok zordur. Hele ki tam da insanların eğlence adı altında zamanlarını tüketmeye geldikleri gecelerde bu sokaklarda açık hava park şenliği yaşanır, dar olan sokak daha da darlaşır, kimse herhangi bir yangın ihtimalini düşünmez, herhangi bir evde çıkan yangında park ettiğiniz araba yüzünden itfaiye müdahale edemezse suçlusu zaten itfaiyedir, belediyedir, ya da tanımadığınız herkestir. 

Kalabalığın arasından geçerken duyduklarım benzerdi: diğer binalara sıçrar mı, içeride kimse var mı, itfaiye nerde, kordonda biralarını yudumlayanlara tahmin edemeyecekleri eğlence çıkmıştı, karşı binadakiler içeriyi gözlüyor olmalı ki binalarda kimse yok ya da şurada bir karartı var bağrışları geliyordu; gecenin bir yarısı tanımadıkları komşularının hayatını merak eder olmuşlardı. Selam vermediğiniz, konuşmadığınız belki de hiç görmediğiniz biri içeride olabilirdi ve siz küçük bir etkiyle varlığından habersiz olduğunuz bir insanın hayatının kurtarılmasında yardımcı olabilir ve gereksiz varoluşunuzu gözünüzde anlamlandırmak için yarattığınız bahanelere bir tanesini daha ekleyebilirdiniz. 

Ne kalabalığı sikime takıyordum ne de yangını; kordon taşlarına oturmuş suyu dinliyordum, hafif bir rüzgarda canlanan su yaşamımızda ki en küçük bir değişiklikte telaşlanan zihnimize benziyordu, uzatılan birayı çok geç fark ettim. Aynur’du yanımdaki, kim bilir ne zamandan beri yanımdaydı sessizce manzarayı izliyordu, alevleri… 

Arkadaşı ölmüştü. Hiçbir gazetede göremediniz öldürüldüğünü, birkaç feminist örgüt hariç herhangi bir açıklama da yapılmadı. Sadece öldü. Küçücük bir sütunda öldürüldü yazısına bile razıydım oysa, daha az küfrederdim insanlara, gazete sütunlarında “katledildiği” aramayı, “katledildi” yazmadıkları için saydırmayalı çok olmuştu, sessizce öldü. Birkaç travesti biz buradayız gitmeyiz eylemi yaptı, insanlar ise her zaman ki tepkileriyle ellerinde fotoğraf makineleri ya da telefonlarla anı kaydettiler. Kim bilir kaç kişiyle bu an paylaşıldı. Sokak ortasında bir grup travesti kaçırılmayacak görüntüydü, ben bunu yaşadım, buna şahit oldum deme fırsatı, içerde biri var mı diye bakan komşular misali yaşadığını gördüğünü belgelediğini, seçici paylaşımcı olduğunu belgeleme fırsatı. Her yerde panayır vardı ama durun beni dinleyin diyen Zerdüşt, adının bu ikiyüzlülüğe karıştırılmasından bıkıp intihar edeli çok olmuştu. 

Ürkekçe ne oldu diye sordu. Soruyu ilk başta anlamadım. Ne olmuştu ki, neyi kast ediyordu; çok şey olmuştu ama anlatılmaya değer hiçbir şey olmamıştı, onun anlatmasını daha çok isterdim, o an konuşmasını, kusmasını. Bana soruyordu ne oldu diye. Keşke bilsem, hafızamı zorlamaya çalıştım, kast ettiği ne olabilirdi. 

1 gün önce… 

Hastaneden çıkmamın üçüncü günüydü. Dinmeyen bir baş ağrısıyla uyanmak, tam bir hassiktir amma da içmişim sabahı, ama ağzıma içki koymamıştım, yasaktı bir süre içki içmem. Seçil de doktorun koyduğu yasaklara harfiyen uymamı sağlıyordu. Doktoru dinle iyileşeceksin diyordu. Bense bu ilaçlar iyileştirmez sadece normalleştirir diyordum. Bu bizim günaydın şeklimiz olmuştu. Adını hatırlayamadığım bir koku kaplamıştı o sabah evi, çok sevdiğim bir şey ama ne. Sigaramı yakıp kahvaltıda beni bekleyen sürprizi dinliyordum, hem bir cızıltı hem hoş bir koku, adını hatırlayamadığım şey kızartılıyor olmalıydı. Oldukça yavaş hareket ediyordum, sürprize adım adım yaklaşmak… Yumurtalı ekmek değil mi bu bildiğimiz, fakat o an gözüme dünyanın yapılması en zor ve en güzel yemeği olarak geldi, özlemiştim çünkü. Adını hatırlamayacak kadar uzaklaşmıştım. Beni gördüğünde soracağı ilk soruyu biliyordum, -ilaçlarını yuttun mu, -hayır yutmadım, -neden yutmadın neden saçmalıyordun, koca bir çocuk gibisin… Çünkü güvenmiyorum, doktor bu ilaçları sadece kendine karı pazarlayan ilaç tanıtımcısının gönlünü hoş ettirmek için bana vermiş olabilir, siktiğim prospektüslerde kimin için belli değil, ulan bunları anlasam neden doktora gideyim ki sadece eczaneye giderim, hadi onu da bıraktım birilerinin cebine para girsin diye aldık bari taşak geçer gibi beklenmeyen bir etkide doktora başvurunuz yazmasınlar… ve benzeri bir sürü cümle. Hiç katlanamazdım yumurtalı ekmeğin hatırına, sadece bir gülümsemem için kim bilir kaç saatlik uğraşın hatırına bu tartışmaya giremezdim. Bu sefer cevabım hazırdı evet yuttum, baştan verdiğim cevap günaydın olarak algılanmıştı ama olsun, evet hapı yuttum. 


Kahvaltıda tanıdık bir avukat olup olmadığını sordu, avukatlık bir işi olduğundan hemen hemen hiç haberim yoktu ve eğer avukatlık işi varsa avukata gereksinim olmadan sorunu çözmek her zaman daha hızlı sonuç verirdi, çünkü bir avukatın sizin hakkınızı savunup savunmadığından ya da işi yokuşa sürüp sürmediğinden de emin olamazdınız, zurnanın sırt dediği bir noktayı biliyorsa ve o noktaya ilerlemekte olabildiğince yavaş hareket ediyorsa seneler süren bir mücadelenin içindesiniz demektir. Arkadaşıma gerekli dedi, evlilik sözleşmesi için danışmak istiyormuş. Fazla üstüne gitmedim oysaki evlilik sözleşmesine dair saatlerce saçmalayabilirdim fakat bakışlarında bir dalgınlık vardı, ne beni dinleyecek hali ne de tartışacak ya da şakalaşacak. O an bedeni oradaydı ama zihni hiç anlamadığım bir boşlukta, sadece bakıyordu ama beni görmüyordu. Tamam dedim. Bir arkadaşımdan randevu aldım, şansıma benim gitmeme gerek yoktu hatta istemiyordu, bu durum ise bana daha cazip geliyordu; kimsenin onun hakkında soru sormasını istemiyordum, sorular belliydi nerede tanıştınız, neden hiç haberimiz olmadı, ilişkinde bu sefer dikiş tutturabilecek misin -sanki ben terziydim hayatım ise dikmem ve giymem gereken elbise-, yalancı sözcükler, gülücükler ve içten geçen poposu güzelmiş yorumları. 

Seçil’i beklerken bu kadar sürede evimin ne kadar değiştiğine odaklanmıştım, her nokta bana hayret veren küçük bir ayrıntıyı saklıyordu; tuvalet lavabosunun normal renginin beyaz olduğunu öğrendim mesela, ben sarı sanıyordum. Seçilin aldığı temizlik malzemelerine bakıyordum, çam kokulu yer temizleyicisi, papatya kokulu fayans temizleyicisi, lavanta kokulu yumuşatıcı… Köylü demenin aşağılayıcı bir anlam kattığı, doğaya egemen olmanın kutsanıp kent yaşamının baş döndürücü güzelliğinin pazarlandığı bir ortamda endüstriyel kokularda doğayı arıyordum, at boku esanslı halı temizleyici sürsem piyasaya tutar mıydı ki, alın kullanın bunu halılarınız doğal at boku gibi koksun, ya da atıklarla bezenmiş körfez kokulu oda spreyi yapsam, ya da ben daha da saçmalamadan yatıp uyusam. 

Uyandığımda Seçil karşımdaydı, elinde eski bir defteri karıştırıyordu, yanıma uzandı satırları okumaya başladı:  

“Masum gözlerle bakan liselilerdik 
Kaybedileni arayan, 
Gördüğüne inanamayan, 
Yaşamı bitmiş tüketmiş sanmışken 
Daha yeni başladığını anlatan, 
Acabanın sevinci, acabanın korkusu” 

Sevdin mi dedim, hoş dedi, yere attı sonra gülümsemedi, hiç aşık oldun mu diye sordu, hiç alışık olmadım diye cevapladım. Hüzünlüydü, gülümserken belki cevabını bekliyordu, yalan söyleyemezdim. Kordonda yürümek istedi, gün batımında kısa bir yürüyüş yaptık, bize çarpan her rüzgarda gülümsüyordu, gözlerinde bir parlama, değişik bir ateş. Seçil’e bağlanmış hissediyordum kendimi, yaşamıma getirdiği değişikliklere ne kadar tepki göstersem de içten içe seviniyordum, benim için ben istemeden bir şeyler yapan biri vardı çünkü yanımdaydı ilk andan beri, bırakmamıştı. Çalışmamıştı, bilgisayarı bile açmamıştı; oysaki ne kadar çok mail alırsa o kadar çok prim kazanıyordu, bu nedenle olabildiğince maillere cevap vermesi gerekiyordu. Umursamaz bir tavrı vardı ve bu tavır hoşuma gidiyordu. 

Ne oldu diye tekrarladı Aynur, ne oldu. Özlüyor musun onu dedim ölen arkadaşını kastederek, boş gözlerle bakmaya devam etti; sanki kendi sonunu bir anda gören idam mahkumu gibiydi, bir bakıma da öyleydi, kendini pazarlayarak geçiniyordu ve on yıl sonra vücudu diriliğini kaybedecekti, çalıştığı sürede ne kadar biriktirirse biriktirsin yaşamı boyunca yetecek kadar parayı asla biriktiremeyecekti. Belki başka işler yapabilirdi ama burada, bu ortamda rahat yoktu. Mahalle sakinleri tepkiliydi, işyerleri tepkiliydi, çünkü binaların piyasa değerini düşürüyordu, güvenlik gerekçesini öne sürseler de hemen hemen herkes asıl düşündüklerinin varlıkları olduğunu biliyordu. Bu kavgada da diğer kavgalarda olduğu gibi haklı ya da haksızın kim olduğu önemsizdi; güvenlik güçleri, güçlünün yanındaydı. Aynı soruyu tekrar sordu, bu sefer daha sert, ne oldu… 

Sabah uyanmıştım, Seçil yoktu. Mutfağa doğru gittiğimde kahvaltının hazırlanmış olduğunu gördüm, masanın üstüne küçük bir not bırakılmıştı… 

“O kadar tatlı uyuyordun ki uyandırmaya kıyamadım, vedalaşamıyorum kusura bakma. Kahvaltını mutlaka et. Sen kabul etmesen de iyi bir insansın ve iyi bir kadını hak ediyorsun, kendine dikkat et oldu mu, sen beni sevmesen de ben seni sevdim ve seveceğim. 
Seçilin” 

Çelişki vardı cümlelerinde, hem uyandırmaya kıyamamış hem de veda edemezmiş. Şaşırmıştım; ilk defa sabah uyandığımda birini görmek isteyip görememiştim ve bir daha göremeyecektim, o artık yoktu. Etrafa bakıyordum gene tertemizdi, bir sürü koku çarpıyordu burnuma, lavanta, gül, çam ve onun kokuları, onun izleri. Temizlik yapmalıyım diye düşündüm ama nasıl. Tüm eşyaları salona toplamakla başladım, çok yavaştım, rahatsızlığımdan mı yavaş hareket ediyordum yoksa içimde bir hüzün mü vardı anlamıyordum. Akşama kadar anca eşyaları toplayabilmiştim, biraz benzin ve bir kibrit yetmişti temizliğime ama çok yorulmuştum. Seçilin hazırladığı tostu alıp çıktım, içimde garip bir mutluluk da vardı, özgürleşme, hani büyük bir acı çekersiniz ve bir anda o acı kesilir ya öyle bir his, adım adım kordona gittim… 

Aynur sorusunu tekrarlayacakken –di’li değil miş’li geçmiş zamanda yaşanır aşklar diyebildim. Gitti ha dedi, evet dedim. Bu bok yiyen dünyada kimseye güvenilmez siktir et dedi. Susuyordum. Kalacak yerin var mı dedi, sokaklar var dedim. Bize gel dedi, onun cümlesini tekrarladım kimseye güvenilmez, güvenme zaten dedi sadece gel…

1 yorum:

Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.

SST Atölye