27 Nisan 2011

2 Ay-Nur (vol.1 Kanlı Kontes) (part 1)

Kilise sokağından evime doğru ilerlerken bir travestinin “Aynur seninkisi geliyor” sözüyle irkildim. Aynur’u ilk o zaman fark ettim, kim bilir burada kaç defa yanından geçmiştim, kim bilir kaç defa yok gibi davranmıştım. O an ise “yok” bir anda bir travestinin sesiyle “var” olmuştu, o artık yok değildi etten kemikten canlıydı, kendi kişisel tarihi olan, kendi kişisel tarihini anlamlandırmaya çalışan.

Lafı atan travesti daha önceden hareketleriyle dikkatimi çekmişti. Diğerleri gibi estetik yaptırmamıştı, göğüsleri yoktu, genelde cılız bacaklarına fileli çorap giyerdi, giydiği deri etekten erkek olduğunu rahatlıkla anlardın. Diğer travestiler müşteri bulmak için hemen hemen her geçen arabaya iş atarken (kimileri sokak lambasıyla boru dansı yapsa da) o diğerlerinden uzakta kimi zaman ayakta dimdik kimi zaman ise yolun kenarındaki güvenlik demirlerine otururdu. Sürekli efes içerdi, kimi zaman polislerle kavga ederdi. Sanırım en büyük vukuatı bizim alt komşuya kızıp giriş kapısının camlarını indirmesiydi. O yok değildi, bir şekilde eylemleriyle, öfkesiyle kendini “var” etmişti, kimi zaman yeni ösym binasının önünde içerken gözgöze gelirdik, elindeki şişeyi bana bulaşmayın dercesine sallardı. Ne kadar makyajın altına gizlense de sanırım çok büyük acılar çekmişti, nefret yumağı olmuştu.

Aynur’un yanından her zamanki sessizliğimle geçtim, sokağın karşısından apartman kapısına doğru ilerliyordum, oda kapıya doğru ilerliyordu, elbet ortada bir yerde yolumuz kesişecekti, laf atmak istiyordu, tepkisizliğime tepki vermek istiyordu. Arkamda kalan güvenliğin irkildiğini hissediyordum, her ne kadar oturduğu yerde güvenlik yazsa da ete süte karışmayan bir tipti, kaç defa güvenlik kabininin camının kırıldığını gördüm. Tek görevi vardı etraftaki dükkanların mallarına zarar gelmesini engellemek ve birkaç eve göz kulak olmaktı. O an travestiyle herhangi bir sorun yaşansa devreye girmek zorundaydı, bunun için yardımlaşma derneğinden maaşını alıyordu ama korkaktı.

Kapının önüne benden önce gelmişti ve iki adım ilerde bekliyordu, bir tepki bekliyordu varlığının onaylandığının tepkisi ya da varlığından nefret duyulduğunun tepkisi ama sadece bir tepki, kim bilir ne kadar görmezden gelinmişti, görülebilir olmak için kim bilir kaç yeri birbirine katmak zorunda kalmıştı.

Hani eve girerken yaşlı bir teyze görürsün ve gülümseyip iyi akşamlar dersin ya ona benzer bir gülümsemeyle iyi akşamlar dedim. Yavaşca eğilip kapıyı açmaya uğraşırken yanıma ilişmişti. Doğrulduğumda ise burun burunaydık. Belki de bakışlarımı kaçırmamı bekliyordu bense onun bakışlarına odaklanmıştım, daha derini görmek istiyordum, neleri taşıdığını. Şaşırmıştı ama gizlemeye çalışıyordu. Sürdüğü parfüm ise midemi bulandırıyordu, oldum olası o kadar ağır koku süren kadınlar midemi bulandırır. Ne zaman yanımdan burnumun dibini sızlatan bir koku sürmüş kadın geçse ya parfümcüde parfüm satıyor ya da burada kendini satıyor diye düşünürdüm. Bu seferki gerçekti, karşımdaki kendini satıyordu, saatine elli lira verene her şeyi yapıyordu ama yaparken de korkuyordu, elinin uzanacağı bir yerde mutlaka bir jileti vardı. Kimi zaman savaş alanı bile travestilerin bir gecesinden daha güvenli canlanır gözümde. Arkamdan topuklu seslerini duyuyordum. Aynur’du gelen, belki olay çıkmasını engellemek belki de şenliğin bir parçası olmak istiyordu. Bense en az 30 saniyedir karşımdaki gözlere bakıyordum.

Geceni daha iyi geçirteyim uzun saçlı dedi, ne cevap vereceğimi düşünürken gayrı ihtiyari elimdeki poşeti gösterip bu gece yalnız takılacam dedim. Elini mi sikecen diye önceden hazırlanmış bir cevap verdi. Sinirlenmemi istiyordu çünkü gel bu gece takılalım demeyeceğimi biliyordu, kışkırtmak istiyordu. Seni sikmekten daha zevklidir demek istedim sustum, Aynur ikimizin arasındaydı derin derin sigarasını çekiyordu, bir yandan da neden burada diye düşünüyordum, hafifçe yan dönüp kapıya doğru adım atarken sana hayırlı işler dedim. Kapıyı yavaşca kaparken Aynurun gülümsediğini gördüm, o gülümserken ben kendimi hapsediyordum…
Devamını oku...

26 Nisan 2011

1 Sosyal Meydan

Oy pusulasında sadece iki seçenek varken “Yetmez ama Evet” ve “Boykot” seçeneklerini de ekleyerek dört seçenekli bir hale soktuğumuz referandum sürecinde çok net bir şekilde gördüğümüz bir şey vardı: Sosyal paylaşım ağlarından propaganda yapmak. Şimdi her demokratik seçim öncesinde olduğu gibi çok ciddi bir sınav içindeyiz hepimiz. Artık meydanlarda olmak, kahvehaneleri dolaşmak yetmiyor. Partilerin, adayların twitter adresleri, facebook sayfaları, web adresleri var. Blog oluşturacak, youtube’a video yükleyecekler biraz daha geri kalmış adaylar ICQ üzerinden soruları yanıtlayacak. Bu esnada biz yandaşlara da önemli bir görev düşmekte: Tabi ki PROPAGANDA!

Bugünlerde twitter en popüler sosyal paylaşım ağlarından biri. Özellikle 3G’nin ülkemize girişiyle ve operatörlerin faturaya yansıttığı cihaz kampanyalarıyla herkes her yerde paylaşım yapabilmenin heyecanını yaşıyor. Bu “herkes”in bir kısmının “herkez” yazdığını düşünürsek olay can sıkıcı bir hal alabiliyor. Fakat twitter kuşunun bir güzelliği var. Birilerinin neler yazdığını görebilmek için onunla arkadaş olmak zorunda değilsiniz. Facebook gibi insanların paylaşımlarını görmek için arkadaş olmak zorunda olduğunuz ortamlarda ters bir etki söz konusu çünkü. Beğendiğiniz, görüşünüze yakın bulduğunuz bir insanla arkadaşlık kurabildiğiniz gibi arkadaşlıktan çıkardığınızda kırabileceğiniz (arkadaşlıktan çıkarmak istemediğiniz) bir arkadaşınızın ilginç(!) gelebilen paylaşımlarına da katlanmak zorundasınız. Şahsen benim sayfamda “Bor” madeninin ne denli önemli olduğunu anlatan Banu Avar videoları, 3 yaşındaki kızımdan kötü kompozisyon yazan Yılmaz Özdil’in yazıları paylaşılabiliyor. Bu bende “Yılmaz Özdil’e bir miktar katlanabilirim belki ama o koyduğun fotoğraf nedir?” sorusu eşliğinde çıldırmalara yol açıyor.

Enformasyon kesinlikle insanların (toplumun) evrimleşebilmesi için gerekli durumlardan biri. 20 yıl öncesinde Emniyet Müdürlükleri ve okullara bilgisayar girdiğinde bu tarz bir gelişim yaşayacağımızı, ben de dahil olmak üzere, bir çok kişi öngörememişti. Ama çok hızlı modernleşen toplumumuz hemen internet propagandasına adapte oldu. Tamamen siyasi, tarihi, toplumsal bilgilerden uzak olarak paylaşım yapmak bilgi kirliliğinin en güzel örneklerinden biri olsa da, siyasi kavramlardan bahsetmenin ölümlere yol açtığı ülkemizde bu kadar rahat bir biçimde konuşabilmek ve fikir belirtmek bir nebze de olsa sevindirici.

Ancak paylaşım ağlarının propaganda aracı olarak kullanılmaya başlandığından bu yana beni rahatsız eden bir şey var. Hoşuna giden bir yazıyı paylaşan ya da paylaşılmış bir yazıyı beğenen (onu RT eden) birinin kendisini İncil’i almanca basmış Luther havasında görmesi haliyle çok tehlikeli. Aktivizmin, propagandacılığın böyle bir şey olarak düşünülmesi sokağa çıkabilen aktivistler açısından da tehlikeli. 80 sonrası sokakta slogan atan herkesin “anarşik” olarak nitelenip terörist damgası yediği ülkemizde bu önyargı halen var. Naif bir bakış açısı olarak görebileceğiniz bu tehlikeyi anlamak için sokaklarda slogan atarken ya da kapılarda yandaşı olduğunuz kişileri beklerken çevrenizden geçenlere ya da civar esnafı özenle kesmeniz önerilir.

Kaldı ki yıllardır “sol” cenahın yürüyüş ve eylemlerinde daha yaratıcı olması gerektiğini söyleyen biriyimdir. 2/4’lük ritimden uzaklaşılması gerektiği, kalıplaşmış bazı sloganlardan (Susma sustukça vs.) kaçınılması gerektiğini söyler dururuz. Biraz daha yaratıcı olmanın, daha farklı eylem koymanın net sesler çıkardığını, daha çok ilgi çektiğini “Genç Siviller”in eylemlerinde ya da lisesilerin son yaptıkları “YGS” eyleminde gördük. Sosyal paylaşım ağları, video paylaşımı, şarkı göndermek ulusalcılardan biraz daha yaratıcı olan biz sosyalist cenahın (sol demeye dilim varamıyor) sıkı kullanması gereken şeylerden. Bloglarımız, viral reklamlarımız, tivitlerimiz, facebooktaki eylemlerimiz daha sıkı olmalı. Her Banu Avar videosunun altına “Peki siz Sierra Leone örneğini biliyor musunuz?” yazsanız bile çok şey kazanıyoruz. En önemlisi daha iyi bir mizah anlayışımız olduğu gerçeğini de saklamamış oluruz elbette.

Eh herhangi bir parti liderinin birileriyle sevişirken çekilmiş videolarını paylaşacak kadar seviyesiz olamayacağımıza göre, hakaretamiz, aşağılayıcı, küçümseyici, ırkçı bir dil kullanamayacağımıza göre; insanlara yanlış bildikleri sosyalizmi, ırkçılık ile aynı denize dökülen bir nehir olan milliyetçiliği, beni uykularımdan uyandıran kabuslara neden olan laikliği, gelirse hiç de fena olmayacak olan demokrasiyi sosyal paylaşım ağlarından yavaş yavaş anlatalım. Onları güldürelim, eğlendirelim bir yerlere ilgiyi çekelim… Twitter, facebook üzerinden eylemlerimizi duyuralım, insanları çağıralım…

Ve daha iyi bir önerim daha var:

Sosyalistler meydanlarda olurlar. Bir sosyalist öğrenci olabilir, sanatçı olabilir, öğretmen olabilir, doktor ya da avukat olabilir, mühendis olabilir, işsiz olabilir. Sosyalist, 1 Mayıs’larda meydanlarda olur. Bayrağını, yoksa bir kumaş parçasını alır, şarkılarını söylemek için meydanlara çıkar. Çünkü bir sosyalistin işçilerin uğradığı haksızlıklara, ülkesindeki düzensizliğe, antidemokratik uygulamalara, işkenceye, hukuksuzluğa, katliama, ırkçılığa, kadına şiddete, homofobiye ve daha nice eşitsizliğe söyleyecek bir şeyi vardır. Günümüz sosyalisti bu 1 Mayıs’ta da meydanlarda şarkı söylemeli, eylem fotoğraflarını da facebooktan paylaşmalıdır. Twitter da olur.

Not: Yazının 1 Mayıs’ta alanlara hangi kıyafetle gelinmesi gerektiğini söyleyen kısmını Melis Alphan’a bırakacaktım ama dünya hümanist bilim çevrelerinde çok daha fazla saygı gören bir “kamusal alan” uzmanı olan Felix Sarotti’ye devrettim.
Devamını oku...
SST Atölye