29 Ekim 2010

3 Asker Sevkiyatı

“Bu vatan bizimdir ferman gerekmez,
askerin olduğu yere yabancı giremez.”
Asker sözü (Anonim)

Birçok kişinin bildiği adıyla Aşti’deyim. İstanbul’a doğru yol alacağım. İnanılmaz bir gürültü ve kalabalığın arasında kendime nefes alacak bir yer bulmaya çalışıyorum. Yanımdaki adam
telefonla konuşuyor ve karşısındaki kişiye “asker sevkiyatı” olduğu için otogarın çok kalabalık olduğundan bahsediyor.

Sevkiyat: Silahlı kuvvetlerde personel, silah, araç, yiyecek vb. ikmal maddelerinin stratejik ve taktik amaçlarla bir yerden bir başka yere gönderilmesi. (TDK)


Bir anda sevkiyat kelimesine takılıp kalıyorum. Bendeki çağrışımı da tıpkı tanımdaki gibi “askeri” bir yankıya neden oluyor kafamda. İçinde “personel” gibi insanı tanımlayan (bir hizmet veya kurum görevlisi insanı) bir ifade geçmesine rağmen kulağımı tırmalayan bir şeyler var. Sevk edilme eylemi sanki daha çok bir ürünün, bir malın ya da malzemenin bir yerden bir yere götürülmesini çağrıştırıyor. Ama sevk edilen şeyler 20’li yaşlarında gençler. Onlara bakıyorum; çığırtkanlık düzeyinde okuna gelen İstiklal Marşı, en sesli atanın cennete kabul edileceği nidalarıyla yükselen tekbirler, hangisinin daha büyük olduğu anlaşılamayan en büyük askerler; sevkiyatlar.

Sevk: 1. Gönderme, götürme. 2. Sürükleme, itme.

Meğer kelimenin bir de sürükleme, itme anlamı varmış. Oysa herkes oldukça gönüllü gözüküyor. Yanımdan geçen her sevkiyat adayı, yüzümden gönülsüz olduğumu anlarmış gibi dik bakıyor bana. Hepsinin yüzünde birer Rambo edası, omuzlarında bayraktan yapılma Süpermen pelerini. Kendimi bütün bu en iyi asker aday adayları arasında küçük militer bir gezegendeki tek vicdani retçi kadar yalnız hissediyorum. Onlar ise hayatta sahip oldukları tek şey asker kimliğiymişçesine hareket ediyorlar. Haksız da sayılmazlar. Toplumun sürekli kenarda bıraktığı tüm bu genç adamlar, askere “sevk edilmelerine” yarım saat kala, topluca gerçekleştirilen bir asker fetişizmi ritüelinin başkahramanları olarak hayatlarının hiçbir döneminde tadamayacakları kadar kutsanıyorlar. Ne kadar militer bir toplumda yaşadığımızı, o zamana kadar hiçbir vasıf elde edememiş bu çocukların askere sevk edilirken nasıl yüceltildiğine bakarak anlayabilirsiniz. Çocuklarına kim bilir en son ne zaman sarılmış babalar, sırf kurgusal ve kurumsal bir kimliğe büründü diye onları gözyaşları içinde sımsıkı kucaklıyorlar. Ortalıkta tarif edemediğim bir histeri krizi yaşanıyor. Bir an için sanki III. Cihan Harbi başlamış ve biz bütün genç nüfusu bu harbe yolluyormuşuz gibi oluyorum. Sonra aklıma geliyor hepsinin Rambo olmayacağı. “Stratejik ve taktik amaçlı” sevk edilen bu adamların kimi kazancı, kimi aşçı, kimi paşanın özel hizmetlisi olacak. Belki içlerinden bir kaçına “eğitim zayiatı” denilecek. Militarist zihniyet içinde askeri malzemeden pek de farklı olmayacaklar.

Otobüse biniyorum, yanıma bir adam oturuyor. Yüzünde kendisini otobüse atabilmiş olmanın neden olduğu bir rahatlama ifadesiyle “asker sevkiyatı işte, hep böyle oluyor” diyor. Adama bakıp “öyle, ne yapalım” derken içimden başka bir dünyanın hayalini kuruyor ve camdan dışarı, sevk edilenlere bakıyorum.
Devamını oku...

14 Ekim 2010

7 Apaçi Manifestosu

Bugün bir kültür devrimine tanıklık ediyoruz. Fakat devrimimiz olabildiğince gözden uzak, olabildiğince kendiliğinden, olabildiğince başka fikirlerin ve hiçliğin arkasına iyice saklanmış durumda.

Geçtiğimiz on sene boyunca insanlık tarihinin teknolojik ve kültürel mirasını çekici, yaldızlı paketlere, nostaljik anılara, retro tarzlara, sinerjik yaratıcılıklara bulayıp, her bireyin onayını alarak paketledik ve sattık. Tükettiğimiz her kültürel öge tüm posasıyla cıvık mekânlarda, yepyeni elbiselerde, mutant danslarda, mutant kulüplerde tüm ihtişamıyla sergilendi.

DJ’lerden MC’lere, staylalardan, klabırlara, bir kilo jöle sürenlerden saçlarıyla kaşlarını birleştirenlere, eline ketçap sıkanlardan abdominallerini sergileyenlere, kafasına silah dayayanlardan “sevişelim mi?” yazanlara, gırtlağına bıçağın ters tarafını dayayanlardan, köprü üstünde dans edenlere, imitasyon levis giyenlerden, kemer tokasını gözümüze sokanlara yeni bir sınıfın doğuşuna öncülük eden tüm kültürel misyonerler olarak siz artık eski çağların kötü bir kopyası olarak kalabalık sokakların efendileri olacaksınız.

Varoşlardan gelmiş olabilirsiniz. Kentlerin dışından içine akın eden ilkel idealleriniz olabilir. Bu sizi yıldırmadı ve yıldırmayacak. Her kuruşunu tükettiği insan bedenine ve kültürüne maleden zengin hoyratların umutlarını sahiplenebilirsiniz. Hayalleriniz Disneyland’da değil, kent meydanlarında gerçekleşecektir.

Birbirinize olan bağlılığınız sevgililerinizin libidolarıyla sınandıkça, sertleşmeyi tercih edenleriniz, tercih ettikçe tercih değiştirenleriniz olacaktır. Meydanlar sizin anlamadığınız reklam panolarına, bilmediğiniz küfürlere tanıklık ettikçe panoların çekici resimleri sizin düşlerinizle zenginleşecek. Düşleriniz reklam panolarınca temsil edilecektir.

Siz yeni çağın efendileri olabilmek için ezildikçe, yoksul isyanlarınız kelimelerden yoksun yaşam tarzlarına dönecek. Sözü söylenmeyen tarif edilen olacaksınız. Zaten siz tarif edilensiniz.

Sizin danslarınızdan, sizin giyim tarzınızdan, sizin yapıp ettiklerinizden nemalanan entelektüel, bohem ve her türden bilge bilginler hakkınızda konuşacak, alay edecek, sizin için size rağmen bilirkişi olacaklardır. Bilmeyin. Zaten haberiniz de olmayacak.

Bildiğiniz şeyler sizi yönlendiren tüm imgelerin arkasında toplandıkça siz birer imgelem olarak var olacaksınız. Var olmamanızın tek imkânı sizi var eden piyasa şarlatanlığının hayat şarlatanlığınca bastırılmasıyla mümkün olacaktır. Dolayısıyla olabildiğince ciddi olacaksınız.

Dünyada bir zombi dolaşıyor. Efendilerinin nedenini bilemediği davranışlar sergiliyorlar. Koca bir insanlık tarihi yeni mutantların özgürlüğüyle sınanacak.

Apaçiler serpilin. Özgürlüğünüzden başka kaybedecek çok şeyiniz var!
Devamını oku...
SST Atölye