Birçok kişinin bildiği adıyla Aşti’deyim. İstanbul’a doğru yol alacağım. İnanılmaz bir gürültü ve kalabalığın arasında kendime nefes alacak bir yer bulmaya çalışıyorum. Yanımdaki adam telefonla konuşuyor ve karşısındaki kişiye “asker sevkiyatı” olduğu için otogarın çok kalabalık olduğundan bahsediyor.
Sevkiyat: Silahlı kuvvetlerde personel, silah, araç, yiyecek vb. ikmal maddelerinin stratejik ve taktik amaçlarla bir yerden bir başka yere gönderilmesi. (TDK)
Bir anda sevkiyat kelimesine takılıp kalıyorum. Bendeki çağrışımı da tıpkı tanımdaki gibi “askeri” bir yankıya neden oluyor kafamda. İçinde “personel” gibi insanı tanımlayan (bir hizmet veya kurum görevlisi insanı) bir ifade geçmesine rağmen kulağımı tırmalayan bir şeyler var. Sevk edilme eylemi sanki daha çok bir ürünün, bir malın ya da malzemenin bir yerden bir yere götürülmesini çağrıştırıyor. Ama sevk edilen şeyler 20’li yaşlarında gençler. Onlara bakıyorum; çığırtkanlık düzeyinde okuna gelen İstiklal Marşı, en sesli atanın cennete kabul edileceği nidalarıyla yükselen tekbirler, hangisinin daha büyük olduğu anlaşılamayan en büyük askerler; sevkiyatlar.
Sevk: 1. Gönderme, götürme. 2. Sürükleme, itme.
Meğer kelimenin bir de sürükleme, itme anlamı varmış. Oysa herkes oldukça gönüllü gözüküyor. Yanımdan geçen her sevkiyat adayı, yüzümden gönülsüz olduğumu anlarmış gibi dik bakıyor bana. Hepsinin yüzünde birer Rambo edası, omuzlarında bayraktan yapılma Süpermen pelerini. Kendimi bütün bu en iyi asker aday adayları arasında küçük militer bir gezegendeki tek vicdani retçi kadar yalnız hissediyorum. Onlar ise hayatta sahip oldukları tek şey asker kimliğiymişçesine hareket ediyorlar. Haksız da sayılmazlar. Toplumun sürekli kenarda bıraktığı tüm bu genç adamlar, askere “sevk edilmelerine” yarım saat kala, topluca gerçekleştirilen bir asker fetişizmi ritüelinin başkahramanları olarak hayatlarının hiçbir döneminde tadamayacakları kadar kutsanıyorlar. Ne kadar militer bir toplumda yaşadığımızı, o zamana kadar hiçbir vasıf elde edememiş bu çocukların askere sevk edilirken nasıl yüceltildiğine bakarak anlayabilirsiniz. Çocuklarına kim bilir en son ne zaman sarılmış babalar, sırf kurgusal ve kurumsal bir kimliğe büründü diye onları gözyaşları içinde sımsıkı kucaklıyorlar. Ortalıkta tarif edemediğim bir histeri krizi yaşanıyor. Bir an için sanki III. Cihan Harbi başlamış ve biz bütün genç nüfusu bu harbe yolluyormuşuz gibi oluyorum. Sonra aklıma geliyor hepsinin Rambo olmayacağı. “Stratejik ve taktik amaçlı” sevk edilen bu adamların kimi kazancı, kimi aşçı, kimi paşanın özel hizmetlisi olacak. Belki içlerinden bir kaçına “eğitim zayiatı” denilecek. Militarist zihniyet içinde askeri malzemeden pek de farklı olmayacaklar.
Otobüse biniyorum, yanıma bir adam oturuyor. Yüzünde kendisini otobüse atabilmiş olmanın neden olduğu bir rahatlama ifadesiyle “asker sevkiyatı işte, hep böyle oluyor” diyor. Adama bakıp “öyle, ne yapalım” derken içimden başka bir dünyanın hayalini kuruyor ve camdan dışarı, sevk edilenlere bakıyorum.
herhangi bir sistem, köleliği gönüllü yaptığını zannettirecek kadar aklı sevk ettirip kimliği akıl yerine, insan olmak yerine kabullendirebiliyorsa, kendisine bir tek seve seve sevk almak kalıyorsa o köleliği, o sistem tıkır tıkır, gümbür gümbürdür.
YanıtlaSilişin en trajik kısmı da bu. neydi o, insan kendi kurduğu ağa takılmış bir hayvan mıydı, öyle bişeydi.
öyle bir sosyal, zihinsel evrim gelmiş de süpürmüş ki bizi, ta atalarımızdan, saolsunlar, uyum denen şeyin kapsadığı hiçbişey için akıl gerekmiyor. hurrraaa ve hehheheee yeterli. arada en büyük tralla bizim tralla, arada haydi eller havaya, arada maaşa zam, evine eş, yeter. negzel hayat, oh.
Sevgili Ka,
YanıtlaSilYapamış olduğunuz yorum yazımdaki sonuçların nedenlerini gözler önüne seriyor. Bu değerli katkı için Sst ekibi adına teşekkürü bir borç bilirim.
Dr. Lose
Toplumsal tahayyüllerimizin gündelik hayatımızdaki irrasyonel biçimleri üzerine gayat içten yazılmış bir yazı olmuş. Tebrikler...
YanıtlaSil