24 Ocak 2012

0 Ay-Nur (vol.1 Kanlı Kontes) (part 7 ya da Kanlı Kontesin İntikamı 2)



Rakı şişesinin içine yerleştilirmiş gemiye hemen hemen hepimiz hayretler içersinde bakmışızdır; şişe gemiyi hem koruyor hem de hapsediyor, şişe kırılsa ya da patlasa en fazla gemi zarar görecek. Fakat geminin özgür olabilmesi için de şişenin kırılması gerekiyor. Şişeyle gemi aslında sevişiyor fakat bizim ilk başta düşündüğümüz bu gemiyi şişenin içine nasıl koydukları; acaba parça parça koyup içinde mi birleştirdiler, yoksa şişenin bir bölümünü sonradan mı yaptılar?

Hangi renk ojeyi beğenirsin diye soruyordu telefonda, kırmızı mı pembe mi, hayatımda hiç düşünmediğim bir tercihdi. Bana hemen hemen hepsi aynı geliyordu ama sorunun soruluş tarzı sanki Ortadoğu’daki kanlı hesaplaşmanın çözümü için gerekli anahtar gibiydi; tam ne renk oje sürüp geleceğin sikimde olmaz diyecekken ağzımdan “siyah oje olsun” lafı çıktı. Umursamadığım bir konuda umursamadığım bir tercihte bulunmuştum. Yanımda bir psikanalizci olsa bilinçaltımı merak ederdi fakat insanı yapısal kurgulamayan zihnim o psikanalizciyi yok sayardı. Siyah oldum olası sevdiğim bir renkti, aslında siyahın renk olup olmadığını bile bilmiyordum.

Planımız belliydi alışveriş yapmasında yardım edecektim, birkaç mağaza dolaşacağız ve ben de almak istedikleri hakkında yorum yapacaktım; böyle bir plana nasıl evet dedim hala düşünüyorum; bu kendi kendime attığım bir kazıktı. Fakat ilginç olacağa da benziyordu. Ne kadar yaşadığım an’a küfretsem de benim gibi dengesizler için değişik bir deneyim olacaktı. Buna benzer bir deneyimi bir hafta öncesinde de yaşamıştım; yakın bir arkadaşım beni, hiç girmediğim bir ortama sokacağını ve ortamdan nefret edeceğime ve yarım saat sonra kalkıp gitmek isteyeceğime emin olduğunu söyledikten sonra merak edip teklifi kabul etmiştim. Hangi ortam bu kadar hızlı kendinden soğutabilir diye düşünürken bir cafede bulmuştum kendimi; yaşları 20 ila 25 yaşları arasında değişen yaklaşık onbeş kadın ellerindeki avon katologlarına bakarak oradaki parfümler hakkında içlerinden birisine sorular soruyorlardı. Yanlarındaki  saplarda aralarında Fenerbahçe’nin şike soruşturması hakkında birşeyler tartışıyorlardı;  tam “nereye düştüm lan ben” diyerek kaçacakken, benim de ilgimi çeken bir şeyle karşılaşmıştım: kremalı muzlu pasta. Cafede kutlanan doğum gününün göbeğine düşmüştüm ve içimden “yarım saat dayanabilirim mutlaka” şeklinde kendimi uğrayacağım tecavüze hazırlıyordum. Masadan bir kadının “erkekle kadın arasında on santim fark olmalı” sesiyle pasta hayalimden uzaklaştım ve kadını incelemeye başladım. “Arkadan bakınca çok uyumlu görülüyor on santim” diyerek düşüncesinin nedenlerini açıklıyordu. “Aaa canım öyle de, birkaç yaş fark da olmalı” diye ekledi karşısındaki kadın; kadınlar erkeklerden daha çabuk olgunlaşıyorlar çünkü diyerek ve bilgiç sırıtması takınarak muhabbette katılımını başarıyla gerçekleştirmişti. Doğum günü sahibinin masanın altından gizlice ayakkabılarını değiştirmesi gülüşmelere yol açmıştı, “dayanamıyorum artık” diyerek gülüşmelere katılıyordu, tam “salakmısın rahatsız ediyorsa neden aldın? Hadi gerzeklik yapıp aldın daha sonra neden kullanıyorsun?” demeye yeltenmişken arkadaşım daha beş dakika oturduğumuzu işaret etti. Hayatımın en uzun beş dakikası, hayatımın en yorucu beş dakikası. Ortamımı birkaç arkadaşa mesaj atarak bildirdim. Maksadım zamanın daha hızlı geçmesini sağlamaktı; ortamdan ayrı ama ortamın içinde gizliden gizliye insanları eleştiriyordum, tıpkı orta okul yada lise yılarında sınıf arkadaşlarının bacaklarına bakarak mastürbasyon yapan yeni yetmeler gibiydim. Mesajlarıma gelen cevaplar birbirinden ilginçti, akşama birini ayarlama şansın varsa dayan diyordu birisi; bir başkası ona o an ki yüz ifademi göndermemi istiyordu. Doğum günü sahibi neden hiç konuşmadığımı sorunca içimden “hah” dedim “kaşındı, artık kanlı dişlerimi gösterebilirim”. Arkadaşım ikinci kazığını atarak o hemen hemen hiç konuşmaz dedi. Birisi yaşımı sordu 31 dedim, “inanmam, şaka” cevabını aldım. “En fazla 25 yada 26 gösteriyorsun” diyen birisine geceleri yatmadan krem kullanıyorum dedim, ben şaka yapmıştım ama o inandı “hangi markayı?” sorusuna “vereceğim spermlerden üretilen bir krem, senin dikkatini sanırım balinalardan üretilen çeker” cevabını vermeye hazırlanırken, bir garsonun elinde doğum günü pastası belirdi ve doğum günü sahibini yeni yaşından dolayı kutlama merasimi başladı, masadakileri  tek tek öpüyordu, bende öpmek zorundaydım. İçimde garip bir tiksinme vardı; neyi kutlayacaktım? Bunca yıl boşuna yaşadığını mı? Herkes artık daha yaşlı görünüyorsun esprisi yaparken “sanırım evde kaldığın tescillendi” cümlesi döküldü ağzımdan. Alınmıştı sanırım ama bozuntuya vermemeye çalışıyordu. Bense hedefime ulaşmıştım; pastamı yeme hakkını elde etmiş, sadece sıramı bekliyordum. Masadakilerin hemen hepsi rejim yapıyordu ve olabildiğince küçük dilimler istiyordu. Sıra bana geldiğinde “sen istersen toptan gerisini ver” dedim, “sanırım benden başka yiyen olmayacak”. Yalancı gülücüklerin içerisindeydim ve ayrılırken benimle tanıştıklarına memnun olduklarını söylüyorlardı, bense içimden bir daha karşıma çıkarlarsa onları nasıl öldüreceğimin planlarını yapıyordum. İçimdeki faşist ortaya çıkıyordu, aynı havayı tüketmeye hakkımız yoktu çünkü hakk yoktu.


Yaklaşık bir hafta dalga malzemesi olmuştum. Mailime avon kataloğu gönderecek kadar ileri gidenler bile olmuştu. Bu kadarına katlanınca Seçil’in isteği bana gayet katlanılabilir görünmüştü. Ne olacaktı ki, birkaç torba taşıyacağım, birkaç mağazada sahte gülücüklerle yakışıp yakışmadığını söyleyecektim ve o soyunma kabinindeyken paltosunu ve çantasına göz kulak olacaktım. En azından kanlı dişlerimi ortaya çıkarabilecektim.
Eve geldikten birkaç dakika sonra bir şeyler yiyip yemediğimi sordu. Gelirken börek getirmişti fakat ben de aç gelir belki düşüncesiyle su böreği almıştım ama evde yapılan  gibi asla olmazdı, içine ne koydukları belirsizdi, yapılan mutfak pis olabilirdi, oydu, şuydu seri halinde darbeler alıyordum. Boş gözlerle neyi anlatmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. Durup nefes alsa “istediğini yeriz” diyecektim. “Vakit kaybetmeyelim ketılda su ısıtalım, sallama çay içeriz” diyecekken mutfaktaki çaydanlığa uzanmaya çalıştığını gördüm. Artık yapabileceğim bir şey yoktu, ikinci bir seri halindeki sözler silsilesini istemiyordum, kısaca ne haltı varsa yesin modundaydım.

Kahvaltıda nelerden bahsettiğimizi hemen hemen hiç bilmiyordum. Bilmediğim olaylar silsilesini anlatıyor, ben de bilmediğim olaylara anlamadığı yorumlar yapıyordum. Fakat bir ara beyaz gömleğinin açılan düğme boşluklarında tam sütyeninin göğsünü kapatan kısmı ile göğsünü görmüştüm ve bu görüntü o an sevişme isteği uyandırmıştı, sadece sevişmek istiyordum; anlattıkları umurumda değildi, yediklerimizde…

Yanığını okşayarak kendime doğru yaklaştırmıştım. “Dur ne yapıyorsun!” demeye başlamışken, “ne zaman başlayacağını merak ettiğin şeyi başlatıyorum sadece” dedim. Birkaç dakika sonra yatağa uzanmış, bacağının yan kısmında tırnaklarımı ve parmak uçlarımı gezdiriyordum. Çok ama çok yavaş hareketlerle parmaklarımı gezdirirken gözlerinin içine bakıyordum, gözlerinin yavaş yavaş kısılmasını izliyordum, arada dudaklarında öpüyor, ne kadar dayanacağını merak ediyordum. Zevki uzatmaktı niyetim. Olabildiğince fazla uyarmak ama ne zaman birleşmeye başlayacağımızı tahmin etmemesini sağlamak, garip bir durumdu ne düşündüğümü soruyordu. Arada neden öyle baktığımı soruyordu. Bense sadece bacaklarında parmak uçlarımı gezdiriyordum. Arada bacaklarını istemsiz hareket ettiriyordu. Bazen boynundan öpüp hafif  ıslaklığa doğru üflüyorum ve bunu her yapışımda gözlerinin içine bakıyordum. Gözlerindeki hareketleri, yüzündeki değişimleri incelemek, zevk noktalarını yavaş yavaş keşfetmek büyük bir atlasta küçük bir ülkeyi aramak gibiydi. Kimi zaman kulağının arkasına bir öpücük kimi zaman boynuna... Bir zaman sonra sadece külotunu çıkartıp vajinasının derinliklerini yalamayı istedim, sadece yalamak istiyordum. Yalarken çıkacak iniltilerini duymak, yüzüm bacaklarının arasındayken nefes alış verişini hissetmek, bacaklarının hareketleriyle senkrolize bir dans etmek, onun zevk noktalarına değdikçe onun hareketlerini kestirebilmek... Asla ne düşündüğünden emin olamazdım. Belki o an bir kadının kendisini yaladığını düşünecekti, belki de geçmişteki bir erkeğin, belki de sadece selam verdiği birinin ama asla benim değil. Bazen nefes alamayacağım kadar sıkıştırıyordu başımı kimi zaman ise bacaklarını tamamiyle açıyordu, bense bakmadan gömleğinin düğmelerini çözmüştüm ve göğüs uçlarına dokunuyorum fakat gene ilk başta bacaklarına dokunduğum gibi asla tam değmeden. Sadece parmak uçlarım göğüs uçlarında dolanıyordu, önce hafif bir titreme daha sonra ise daha da sert bir titreme; güçlü titremeden sonra onu izlemeye başladım. Kapattığı gözlerini hafifçe açmasını ve hayalinden yavaş yavaş sıyrılmasını; yavaş yavaş an’a ve mekana dönmesini. “Hoşlandın mı?” diye fısıldadım. Gülümsedi, “bu sadece fragmandı” diye devam ettim, “asıl film akşama”. Birbirimize sarılmış uzanıp, diğer yandan sigaramı içerken “iyi ki vajinası kokmuyordu” diye düşünüyordum. Yoksa tekrar isterdi ve ben en az altı biradan sonra cesaret edebilirdim.



Ellerini yüzümde gezdirirken neden hep mutsuz göründüğümü sordu. Bu soruyu ilk soran kişi değildi fakat o an bu soru an’ın büyüsünü bozmuştu. Neyi anlatmamı istiyordu ki, çocukluğumu mu yoksa yoksa yaşadığım acıları mı,içip içip dertlenecek miydik, ya da ne bileyim nasıl bir hikaye bekliyor du ki? Kendimi seviştikten sonra “anlat bakayım bu hayata nasıl düştün” diye sorulan bir fahişeye benzettim. Mutlak bir kaybedilmişlik bir hikayesi beklenen an, “nasıl düştün?”

Yükselmek ya da alçalmak bir şeyin uzayda dikey harektidir, düşmek ise o şeyin yere doğru istenmeyen ve beklenmeyen eylemidir. Fakat bu nesne hareketinin sosyal yaşamdaki yansıması zihnimizde oluşmuş, oluşturulmuş ve dilimize işlemiş hiyerarşik düzeni gösterir. Toplumsal yaşamda bir dip noktası olduğu ve bir tepe noktası olduğu ve bu noktalar arasındaki hareketin düşmek ya da yükselmek olduğu üstüne fazla düşünülmeden kabul edilir. Eleştirilmeden yükselmek onaylanan bir eylemken, düşmek kaçınılan, acınılan, korkulan bir yer değiştirmedir. Bu zihinsel çarpıklığı ise dilimizle üretiriz, onaylarız, doğallaştırırız.

Az sonra dışarı çıkacaktık. Seçil’e ihtiyacı olduğu için değil sadece güzel görünmek istediği için bir sürü şey alacaktık. Ona neden güzel görünmek istediğini sorgulatabilirdim fakat bu içten gelen güzel olma, güzel görünme, beğenilme isteğini yenmesini nasıl engelleyebilirdim? Seçil’le de alakası yoktu. Herhangi bir gömleği giydiğimde aynada nasıl durduğuna bakmam bile kendi içimdeki isteği dizginleyemediğimi gösterirdi.

Gömleğin arasında göğüsleri ve sütyeni çok güzel görünüyordu. O an, o görüntü tüm hormonlarımı etkilemişti. Görüntü psikolojimde, psikolojim fizyolojimde etki yaratmıştı ve aç köpeklerin  ete saldırması gibi saldırmıştım. Saatlerce köşeye sıkıştırdığı fare ile dalga geçen kedi gibi Seçil’in bacaklarıyla oynamıştım. Neden Seçil değil de Aynur yanımda değildi? Zihnimde oluşturulan ve sorguladığım bir güzellik algısı olsa da ondan kaçabilmiş miydim? Kaçamamıştım, yönlendiriliyordum, belki daha ince, daha derinden eleştirdiğimi kendim uyguluyor ve bunu maskeliyordum. Yönlendirmenin arkasında devasa bir tek bilinç yoktu. Benim de içinde olduğum bir bilinçler silseli vardı. Sözü yazıyla hapsetmiştik, dizginlemiştik, müziği notayla, eylemi ise teoriyle. Dizgenleyen tarafın en korkunç yüzüydüm. Sürekli ve sürekli yeni dizginleme modelleri üretiyordum ve utanmadan, aynaya bakmadan, neden böyle değil de şöyle diyebilecek, neden insanlar bir şeylerin kölesi diyebilecek kadar iki yüzlüydüm. Geminin şişeye nasıl sokulduğu değil, gemi ve şişe arasındaki sevişme, savaşma ilişkisi de değil, asıl odaklanılması gereken, geminin de, şişenin de nasıl parçalanacağıydı. Fakat bu parçalama düşüncesi bile eylemi hapsedecekti.

Zihnimde patlamalar olurken yerin kaydığını hissediyordum. Seçil’in “dikkat!” diye bağırdığını duyar gibiydim. Gözlerimi açtığımda Alsancak devlet hastanesindeydim, tansiyonum bir anda düşünce bayılmış ve başımı sehpaya çarpmıştım. Ağlamaklı gözlerle Seçil karşımdaydı. Nasıl olduysa acilde başımda beklemesine izin vermişlerdi; başım çatlarken nasıl içeri girdiğini merak ediyordum. Sonrasında sadece meslek sırrı olduğunu öğrendim. 

Yaşlı bir doktor “çok ağlattın bu kızı” diyerek yanıma oturdu. Gözüme tutulan bir ışık, sonrasında birkaç dize vurma seromonisi ve doktor “çıkabilirsin” dedi. Neden dizime vurduğunu soracakken vazgeçtim, Seçil’e “yoksa bu mu müşterin?” diyebildim. Acilin harekete duyarlı kapısından çıkarken kanlar içinde birisini getiriyorlardı, önümüzden geçerken zorda olsa tanıdım. “Aynur, seninkisi bak” diyen travestiydi. Sanırım bıçaklanmıştı; dışarıda birisi ağız dolusu küfürler ediyordu, her adımımda sesi tanır gibiydim. “Orospu çocukları” diye bağırıyordu. “Neden yardım etmediniz lan?” Polisler travestiye doğru yaklaşırken “kucağımda taşıdım lan şerefsizler, insan mısınız piçler” diyordu. Daha yüzünü görmeden tanımıştım Aynur’du. Elinde bir bıçak  tam “hepinizin amına koyayım” derken, Paşazade camisinden ezan sesi yükselmeye başlamıştı. Taksicilerden birinin “yeter ama ezan başladı” demesiyle ortalık tam karıştı. Aynur elindeki bıçakla göbeğini doğramaya başlamıştı ve “bunu mu istiyorsunuz piçler” diye bağırıyordu bir yandan da. Donmuş kalmıştım, adım atamıyordum. Zihnimde, “acaba herhangi bir kadın olsa taksicinin tavrı nasıl olurdu”yu canlandırmaya çalışıyordum; ya da avaz avaz bağıran bir erkek olsa nasıl sakinleştirilmeye çalışılırdı biliyordum. O an için Aynur’un bağırması önemsizdi. İnsanların gözünde ne olmuş ki, bir travesti bıçaklanmış diğeri onu taşımış. Bıçaklayanın kim olduğunu polislerin araştıracağından bile şüpheliydim. Aynur da farkındaydı. Bağırışları bu dışlamanın, yoksaymanın, hapsetmenin acısıydı. Sözü yazı, müziği nota, eylemi teori hapsederken, daha canlı, daha kanlı bir biçimde esas hapsedilme karşımda duruyordu: bedeni ise toplumdu.
 

Seçil’e yaslanmış sadece manzarayı izliyordum. Tam gücümü toparlamışken Aynur hızla bize doğru döndü ve göz göze geldik. Gözleri alev topuydu, göbeği kanlar içersindeydi. Omzumla Seçil’in önüne geçmek istedim. O an Aynur’un Seçil’e ya da bana zarar vereceğinden korkuyordum. Bana zarar vermesi önemli değildi ama Seçil’e zarar vermesini istemezdim. Garip bir dürtüyle onu arkama aldım. Aynur daha gördüklerinden yaşadığı şaşkınlığı atlatamadan polisler tarafından çevrelenmişti; Seçil ise herşeyden habersiz “hadi gidelim” diyordu….

Sadece “hadi gidelim”…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.

SST Atölye