14 Haziran 2012

1 Bir Metafor Olarak Tuzluk



“Kanmaz, en uzun bûseye, öptükçe susuzdur,
Zirâ, susatan zevk, o dudaklardaki tuzdur.
İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan,
Bir sır gibidir az çok ilâh olduğumuzdan.” 
Yahya Kemal Beyatlı 


Basit bir güzergâhtan yola çıkalım; tuzluk adını, mahiyetini, işlevsel varlığını ihtiva ettiği tuzdan almaktadır. Sofradaki tuzluk bize önümüzdeki yemeğe tuz atıp atmama gibi nesnel işlevler dışında bir şey ifade etmekte midir? 

Bir film sahnesinde masadaki tuzluğun varlığı semiyolojik açıdan fallik bir obje olarak değerlendirilebilir. Bu noktada tuzluk -salt- bir obje olmanın ötesine getirilmiştir. Yani nesnel hüviyetinden çıkarak fetiş niteliği kazanmıştır. Fallus etrafında şekillenen arzu, çıkar, erk, tehdit vb. stratejileri içerebilir. Ayrıca tuzluk, sofradaki erksel –ve de fallik– konumuyla, mitsel göndermelerinde beliren dişil maddeyi muhafaza eden, ‘çoğu zarar, azı karar’ bu maddeyi kontrol altında tutan bir mekanizmaya sahip görünmekte. Kanımca tartışmayı daha derinlikli kılacak soru, tuzluğa yüklenen fetiş karakter sebebiyle oluşan konumunun, tuz ihtiva edip, onu ekmeye yaramak biçimsel varlığıyla birlikte ele alınma imkanının olup olmamasıdır. Kendinde olmayan bir konuma getirilerek nesne-benliği yok edilen tuzluk, kurulabilecek metaforik anlamlarına nesne-benliğiyle taşınabilir mi? 

Tuzluğun Fenomenolojisi 

Tuz ve tuzluğu mevzu eden deyimlere bakıldığında; işe yaramayan, bir etkisi bulunmayan kişiler için –senin yerine tuzluk koysak, o da aynı işi yapardı denir. Öte yandan, çorbada tuzu olmak deyiminde ise bir katkıdan bahsedilir. Her iki nesnenin kendine has bir takım göndermeleri olduğu da ortadadır. Dolayısıyla, nesneler hem kendi biçemleriyle ve kendine içkin anlamlarıyla hem de ilişkili olduğu nesne ve onlara yüklenen anlamlarıyla birlikte betimlenmekteler. Husserl, bilincin nesneye yönelmişliğini oluşturan yapı olarak “noema”nın renk, tat lezzet duygulanımları gibi maddesel faktörler ve nesneyi algılama, anımsama ya da o nesne üzerine düşünme edimlerinden oluşan, onların üzerini örten anlam tabakasıyla ilgili unsurlar olmak üzere iki bileşeninden söz eder. Masada tuzluğu görsel olarak algıladığım zaman, onda deneyimimin bir karakterini algılarım ve benim tuzluğa ilişkin algım, fiziksel olarak tuzluktan öncedir. “Tuzluğu uzatır mısın” sözünden önce tuzluğu istemeye yönelik motivasyonun algıda belirdiğini ifade eder. Ancak sözün kendisinde de bir anlam inşa edilmeyecek midir? Belki de bunun en yalın cevabını Yaşar Usta’lı “Bizim Aile” filmindeki masada tuz isteme sahnesi verecektir. 
Tuzluğun iktidar alanı

Film boyunca kaderleri birbirine daha sıkı bağlanan ‘yabancı’ kardeşlerin o gerilimli ilk yemeklerinde, tuzluk üzerinde kurulacak hakimiyet, evde kimin sözünün geçeceğinin, odaları nasıl paylaşacaklarının da göstergesidir. O zaman tuzluğun masada konumlanışının bir iktidar mücadelesi olduğunu zikredebiliriz. Eğer masadakiler kendilerini birbirlerinin dengi olarak görüyorsa, tuzluk hep ortada durur. Ama eğer biri kendini masanın hakimi pozisyonuna çekmek istiyorsa ya da masada sadece kendi yemek yiyormuş gibi düşüncesizlik içindeyse tuzluğu alıp kendi yanına koyar. Tuzluk ondan istenmek zorunda kalınır. Özellikle İtalyan eşyalarının moda olduğu 16. yüzyılda ‘büyük tuz’ adı verilen şık tuzluğun yemek boyunca büyük efendinin, davet sahibinin ya da şeref misafirinin yanında bulundurulması gibi. Yemek yemenin de otoriter bir forma sahip olduğu ve psikolojik bir deneyimleme alanı olarak düşünülebilecek bir yemekhanede uzunca bir süre gözüme takılan bir vakıa vardı. Yemekhanedeki masalarda tuzluk yoksa insanlar –tuz yok der. Ama eğer masalara boş bir tuzluk konulursa –tuz bitmiş denilecektir. İkisi arasında talep etme biçimi ve karşılığındaki cevapların stratejisi açısından önemli bir fark bulunmaktadır. Tuzun bittiğine işaret boş bir tuzluk, ilkine göre daha geçiştiricidir. İlki ise isyan başlatabilir. Kaldı ki, tuz üzerinden kurulan iktidarlar ve tuzu tekelleştiren, vergilendiren hükümranlıklara karşı isyanlar tarihsel bellekte de yer edinmiştir. Romalılar için tuzun imparatorluk kurmanın zorunlu bir parçası olması, 17. yüzyıl Fransa’sında tuz vergisi toplayıcılarının ağır cezaları ve Gandhi’nin “Tuz Yürüyüşü” ile tarihin ilk büyük ‘sivil itaatsizlik eylemi’ne imzasını atması gibi örnekler en başta belirmektedir.

Tuzun ateşten veçheleri

Tuzlukta sembolize edilen formları gözden geçirirken, muhteviyatındaki tuzu da bu formlardan ayırmaksızın değerlendirmek gerektiğini düşünebiliriz. Tuz için de benzer soruları sorarak başlayalım. Bir kimyacı tuzu sodyum klorüre indirgeyebilir, ancak sofradaki tuzun bunun ötesine geçen, ona indirgenemeyecek bir şey olduğu aşikardır. Yemeklerde tuz kullanıp kullanmamamız, az ya da çok kullanmamız, bazı yemeklere ekip, bazı yemeklere ekmemiz gibi öznel tercihlerin konusudur. Ama öznel konumunu damak tadı gibi bir göreceliliğin ötesine taşıyarak tartışmak niyetindeyim. Tuz, insanların kullanımında olduğu tarihsel serüveni içinde kültürel, toplumsal, dinsel, mitsel bir takım anlamlar kazanmıştır. Tuz, çeşitli kültürlerde bilgeliğin, dengenin sembolü olarak görülmüş ve vaftiz suyunda olduğu gibi kutsanma-arınma ritüellerinde kullanılmıştır. Simyasal olarak ise, Gizli Ateş Tuz’da -maddi beden- ‘saklıdır’ ve açığa çıkmak isteyen bilinçaltı güçlerini simgeler. Bazen kontrolsüz ve zayıf bir şekilde açığa çıktığında "Cehennem Ateşi" de denilir. 


Eski Ahit'in Tekvin Kitabı'nda ‘sapkınlık’larıyla anılan Sodom ve Gomora kentlerine dair anlatıda da ‘tuz’ kendine ilginç bir yer edinir. Anlatıya göre, gökyüzünden yağan ateşle kent yerle bir olurken, Lut ailesini de alıp kentten uzaklaşır. Asla arkalarına bakmamaları salık verilmesine rağmen, Lut’un karısı kendini yok olan kente bakmaktan alıkoyamaz ve orada tuzdan bir heykele (pillar of salt) dönüştürülür. Kutsal metinlerde insanlık ışıkla birlikte “yeryüzünün tuzu olmak” (Matthew 5:13) ile tasvir edilmiştir –Sümerlilerin kendilerini “toprağın tuzu” olarak adlandırması gibi-, ancak Sodom ve Gomora anlatısında tuz ateşle birlikte anılıp ‘sapkınlığın ve ‘günahkarlığın’ temsiline dönüşür. Burada tıpkı Sodom ve Gomora kentleri gibi anlamın da ters yüz edilişi söz konudur. Peki, neden bir başka madde değil de tuz? Sorunun mistik cevapları bir kenara, anlatının geçtiği bölgedeki Lut Gölünde tuz yoğunluğunu oldukça yüksektir. Aynı zamanda burada bir coğrafi kodlama da söz konusudur. Benzer bir coğrafi kodlama Pier Paolo Pasolini’nin, Marquis de Sade’ın eserinden uyarladığı Salò ya da Sodom’un 120 günü (Salò o le 120 giornate di Sodoma) filminde karşımıza çıkmaktadır. Filmde tuzla ilgili gönderme yoktur, ancak bizatihi filmin adı dikkat çekicidir. Filmdeki olaylar, II. Dünya Savaşı'nda İtalya'nın kuzeyinde Nazi Almanya’sının desteği ile kurulan kukla devlet “Salò Cumhuriyeti”nde geçmektedir. Salò, bugün Lombardiya bölgesine bağlı Brescia şehrindeki bir kasabadır. ‘Salo’ ise İtalyancada tuzlamak –salare- fiilinin geniş zaman birinci tekil şahıs çekimidir. Her ne kadar accento ile anlamın yönü değişse de, kentin bir zamanlar önemli bir tuz merkezi olmasından kaynaklı adının buradan gelebileceğine ilişkin tarihsel ipuçları bizi sürüklemektedir. Bir zamanlar maaşlarını tuz ile alan Romalı askerlerden kurulu otorite, bir başka tarihsel kesitte zorbalığını tuz şehrinde tekrar kurmuştur. Ve gene bir tuz şehrinde biat etmeyenler cezalandırılmıştır. 
Tüm bu anlatılar ve iz sürmeler boyunca tuzun kutsanmadan-cezalandırmaya ikili anlamlarda karşımıza çıktığını görsek de, artık başta sorduğumuz sorulara istinaden tuzluğun metaforik etkileşimlerinde gizil olan forma temas etmek gerekecektir. 

Tuzun erotik bileşimi 

Seks esnasında ateşle kavrulan bedenler ter aracılığıyla tuzu ortaya çıkarırlar. Cinsel iştah önce ateş, sonra su halini alır ve nihai noktası tuzda bulur. Artık gel-gitler sayesinde kabaran sular, tuzu bedenlerin kıyısına vurur. Vücudun kaybettiği tuzlar, güçlü bir iç çekişle karşılıklı olarak geri alınmış olur. Arzunun gücü tuzun da oranını belirler. Arzu güçlüyse, daha fazla tuz ortaya çıkarır ve daha fazla susamışlık insanın içini kurutan bir hal alır. Tıpkı parmağa tuz ekip emmek gibi. İç çekişler, yatışmak bilmeyen sinirler ve dudak kuruması… 

Cinsel elektrolit. Suların tuzla buluşması iletkenliği de artıracaktır. Karşılıklı enerji transferi ortaya yeni ve aşkın bir enerji formunu ortaya çıkarır. Bedensel çekim artık karşı konulamaz safhadadır. 

Salofili (Salophilia), tuzun ya da tuzlu şeylerin cinsel edimde cazibeli bir hal alma durumudur. Cinsel birleşimde ortaya çıkan tuz odak noktadadır, daha da güçlendirilmek istenir. Tuzun tadı alınmaksızın beden artık uyarılamaz. Turist Ömer Uzay Yolunda filminde gezegeninde tuz bittiği için musallat olan, kurbanının vücudundaki bütün tuzu emen ‘canavar’ gibidir artık. 

Bir metafor olarak tuzluk hakkındaki serüvenimiz belki de, en güçlü arzularımızdan birini açığa çıkarma derdinde: yalama arzusu… Nihayetinde, nesnelerde -hem nesnelerin (eşyanın) formları hem de soyut düzeyde göndermeleriyle- kurulan anlatılar, öz-benliğimizdeki tutkuları gizleme, kontrol altına alma niyetinde olabilir. Bu sebeple yolculuğumuz, üstümüzde biriken yükleri atmak için bir başlangıç olarak da düşünülebilir.

1 yorum:

  1. Fenomelojinin doruklarında bir üslup ve muhteşem bir tema. Üstat Felix Sarotti'nin tuz ve tuzluk ile imtihanı gerçekten çok çetrefilli. Kendisini ayakta alkışlıyorum.

    YanıtlaSil

Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.

SST Atölye