11 Temmuz 2010

4 Bir Filozof Hikâyesi

Cevizin kabuğunu kırıp özüne inmeyen
cevizin hepsini kabuk zanneder.”
İmam Gazali

1906 yılının son aylarıydı. Sisli bir Berlin sabahına uyanmıştım. Havada çiğ ve is kokusu vardı. Kaldığım küçük otel odasının camından baktığımda, sanayi devriminin artığı o pis ve gri dumanın bütün şehri adeta bir canavar gibi yutmaya çalıştığını gördüm. Saate baktım; 7 civarıydı. Georg ile 8 buçuk gibi okul çıkışlarında da sıkça gittiğimiz taze käse brötchenlarıyla (kaşarlı Alman poğaçası) meşhur, ucuz ve sıcak, fırından bozma pastanede buluşacaktık. Uyanır uyanmaz kendime gelebilmek için bir sigara yaktım. Pencereden koca şehri seyrediyordum. Şehir de tıpkı benim gibi erkenden uyanmıştı. İnsanlar hızlı adımlarla bir yerlere koştururken, yüzlerdeki uykuya hasret ifadeleri okuyabiliyordum. Berlin adeta dev bir fabrika gibiydi. Sanayi toplumunun ağır koşulları altında hayatta kalabilmenin yegâne yolu kötü de olsa bir iş bulabilmek -işin iyisi olmazdı ya bana göre- ve ona sıkıca sarılmaktı. Şikâyet etmeye kimsenin ne takati ne de kendilerince hakkı yoktu. Odanın içinde biraz daha oyalandıktan sonra üstümü giyindim ve dışarı çıktım. Karnımın açlığını sigarayla bastırdığımdan ağır adımlarla yürümeyi tercih ettim. Daha zamanım vardı. Benim ağır adımlarıma karşılık insanlar yanımdan adeta koşarak geçiyorlar ve kimseyi görmüyorlardı. Berlin’in orta yerinde bomba patlatsam farkına varmayacak bir acelecilikteydiler.

İnsan bu hengâmenin içinde kendisini yapayalnız hissediyordu. Ama neyse ki ben bir dost edinmiştim. Georg iyi niyetli, biraz sıkılgan, geleneklerine bağlı, insan canlısı bir dosttu benim için. Erken yaşta kaybettiği babasından kalan Felix und Sarotti isimli ucuz çikolatalar üreten bir fabrikanın sahibi sayılırdı. Ama sadece kâğıt üzerinde; fabrikayla kurduğu tek ilişki kendisine yıllık kazançtan düşen hisseydi. Para sıkıntısı yoktu. Buna rağmen püriten bir karakteri olduğundan gerek, eli biraz sıkıydı. Alman usulü hesap ödeme geleneğini sürdürmeyi çok seviyordu. Berlin sokaklarını geze geze sıcak pastanemize gelmiştim. Fazlasıyla yavaş gelmiş olmalıyım ki Georg beni görünce sosyoloji cemiyeti içinde sonradan kendi adıyla ünlenecek olan o şahsına münhasır gömleğinin yakalarını -zaten dik oldukları halde- yukarı doğru çekiştirdi. Biraz kızınca hep bu hareketi yapardı. Disiplinli ve dakik arkadaşım Georg… Benim boş vermiş, paspal ve berduş hallerime zaman zaman özendiğini ifade etse de, bu disiplini ile beni de kendisine hayran bırakmaktan geri kalmayan arkadaşım Georg.

Masaya oturur oturmaz pastanenin yaşlı garsonu kadın -Georg’la anlaşmış olacak ki- sıcak poğaçalarımızı ve çaylarımızı getirdi. Alışılageldiği üzere çoğunlukla ben konuştum o ise sakince dinledi. İçinden neler geçtiğini tahmin edebiliyordum. Babasının ölümünden sonra dindar bir kadın olan dadısı onu iyi bir Katolik olarak yetiştirdiyse de, ailesindeki Yahudi köklerden dolayı üniversitede hep sorun yaşıyordu. O yıllarda ayrımcılık şimdilerdeki gibi popüler bir konu olmadığından gerek, kendisi de çok fazla sorun etmemeyi öğrenmişti bu durumu. Yine de duygusallığı yüzünden belli etmese de zaman zaman içerlediğini biliyordum.

Beni sakince dinledikten sonra Georg’un gözlerinin nemlenmiş olduğunu fark ettim. O ana kadar bir gariplik olduğunu anlayamamıştım. Kendime kızdım; en iyi ahbabımın bu kadar üzgün olduğunu geldiğimden beri fark edememiştim. Bununla da kalmamış durmadan epistemolojiden, yöntem sorunundan ve o aralar adını sıklıkla duyduğumuz Max Weber’den bahsetmiştim. Georg ansızın ağlamaya başladı. Neler olup bittiğinin farkında değildim. İçli içli ağlayarak anlatmaya başladı. O sabah biz henüz buluşmadan önce fabrikaya uğramıştı. İşletme müdürü merkeze doğru giderken bankaya yatırması için çalışanların maaşını giderayak, itiraz etmesine bile fırsat vermeden bir çantayla Georg’un eline sıkıştırmıştı. O an yolda başına kötü bir şeyler gelmiş olduğunu anladım. Kaiser Wilhelm kilisesinin oradaki dar sokaktan Gitschiner caddesine çıkarken üç kişi önünü çevirmiş ve Georg’un elinden içi çanta dolu parayı almıştı. İnce yapılı ve kırılgan arkadaşım kendisinden bekleneceği üzere hiçbir direnç gösterememişti. “Dert etme hacı, fabrika senin değil mi?” dememle yanlış yaptığımı anlamam bir oldu. Georg’un derdi paradan çok işçilerin maaşıydı. Gizli Marksist damarı gündelik yaşamın ayrıntısında kendisini ele vermişti. İşçi dostu arkadaşım benim.

Günler günleri kovaladı. Georg işletme müdürüne talimat vermiş işçilere bir sonraki ay çift maaş ödenmişti. Almanya’da o dönem için bu büyük kıyaktı. İşler yoluna koyulduysa da bu olay Georg’un aklından bir türlü çıkmıyordu. Günden güne tuhaf bir biçimde eli hiç olmadığı kadar sıkılaşmaya başladı. Artık sabahları pastaneye gelmiyordu. Okulda karşılaştığımızda onu bir köşede evde yaptığı ekmek arası peynir domatesi yerken görüyordum. Akşamları da dışarı çıkmaktan itinayla kaçıyordu. Ne zaman buluşsak bahsettiği tek şey para olmuştu. Artık akıl almaz bir cimrilik heyulasına dönüşmüştü. Zavallı dostum… Durmadan insanların para denilen bu lanet şey uğruna neler yapabildiğini düşünüyor, bu yüzden zaman zaman midesinin bulandığını söylüyor, içindeki para nefretini kusarken adeta canavara dönüşüyordu. Ne konuşursak konuşalım konu dönüp dolaşıp yine parada düğümleniyordu. Bir gün “yeter artık, bi siktir git. Kendine gel be adam. Para para para… Nereye kadar be?” diyerek fena halde çıkıştım. Hiçbir şey demeden oturduğumuz masadan kalktı. Para derdi yüzünden hesabı da bana kaktırdı ve gitti. Ondan sonraki üç buçuk ay kadar Georg’dan kimse haber alamadı; ortalardan yok olmuştu adeta. Evine gittiğimde kapıyı açmıyor, okula gelmiyor, fabrikaya da uğramıyordu. Sonrasında üniversitede gördüm onu. Yanına koştum hemen. “Hacı nerdesin sen? Özür dilememe bile izin vermeden gittin. Kusura bakma olanlar için” dediysem de sadece yüzüme bakmakla yetindi ve gitti. Elindeki sayfalarca kâğıtla ne yaptığını, nereye gittiğini düşünmeme bile fırsatım olmadan onu gözden kaybettim. Onu son görüşümden bir ay sonra bir buchhandlung dükkânında gezinirken gözüme yeni çıkanlar bölümünde, üstünde koca puntolarla “Para Felsefesi” yazan bir kitap takıldı. Kitabın altında adı vardı: Georg Simmel. Biraz hüzün, biraz gurur ve biraz da şaşkınlık içinde sayfaları karıştırdım. Georg’un o gün başına gelen kapkaç olayının böylesi bir tramvaya yol açacağını ve bu travmadan cimri bir karakter ve büyük bir felsefe doğacağını sanırım kimse tahmin etmemişti. Ama hayat garip; “Para Felsefesi”nin ortaya çıkışındaki saçma nedensellikleri bir tek ben biliyordum. Ve bu bilgi her zaman için bende kaldı, kalmaya da devam edecek. Ve yine hayat bana gösterdi ki, görünen ve öz, bir ve aynı değildi. Büyük felsefeler ve düşünceler ne ilhamla doğuyordu, ne de vahiyle. Filozoflar da herkes gibi insanlardı; tek fark ise hayattan beslenme biçimleriydi.

4 yorum:

  1. Dostum Dr. Heimat Lose, içtimaiyat tarihinin derinliklerini didik didik etmeye devam ediyor. Pek sürükleyici. Keyif alarak okudum. Ancak Felix und Sarotti'ye ucuz çikolata dediğin için seni Dr. Psinoza'ya havale ediyorum.

    YanıtlaSil
  2. berlin nerede, sosyoloji ne oku araştır sonra salla.
    oğuzhan

    YanıtlaSil
  3. Bu yazının amacı sosyolojinin "ne"liğine dair bir tanımlama olmadığı gibi, Berlin'in genel bir profilini de çizmeyi amaçlamamıştır. Okuyup çıkarabildikleriniz ya da çıkaramayıp içinizde bıraktıklarınız size aittir.

    YanıtlaSil
  4. Doktor, koca Simmel'i bilinçaltıma "cimri bir yobaz" şeklinde işledin, öteki dünyada bunun hesabını nasıl verirsin bilemiyorum. Allah ıslah etsin. Acilen bana bütün bunların kocaman bir yalandan ibaret olduğunu söyle.

    YanıtlaSil

Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.

SST Atölye