18 Temmuz 2010

2 Dünya Kupası Notları

Güney Afrika’ya gidip de bu notları aldığım düşünülmesin. Sağolsun trt, felsefi temeller ışığındaki anlatım ve yorumlarıyla evimize kadar getirdi bu heyecanı. Birkaç tanesini kaçırsam da, maçları izlemekten oldukça keyif aldım. Ama anlaşılan yorumcu ve spikerimiz buruk bir heyecan yaşadı. Neticede Türkiye’nin olmadığı bir dünya kupasıydı. Futbolu sadece milli hezeyan olarak düşünenlerin de içinde haliyle burukluk oluşmuştu. Halbuki şu maçları gördükten sonra, Milli Takımımız burada olsaydı -daha gruplardan çıkmayı başaramadığı gerçeğine rağmen- cihanı fethederdi değil mi? Tribünlerde de öyle bir haykırırdık ki desibel desibel, vuvuzela sesleri bastırılır, insanlar sıkıntıdan Meksika dalgası yapmazlardı. (Daha birçok konuda bizi aydınlatan güzide spikerimizden öğrendiğimiz kadarıyla, Meksika dalgası sıkıntı göstergesiymiş.) Tabiî ki bu bakış açısı sadece memlekete özgü değil. Ülkelerin birbirleriyle karşılaştığı bu organizasyonda futbolun “national identity” ile bağ kurması kaçınılmaz. Öte yandan, olmadığımız dünya kupasındaki övünç kaynağının Mesut Özil olması gibi, göçmenlere karşı düşmanca tavırların giderek arttığı İsviçre’de de takımın belkemiğini Gökhan İnler, Verdean, Djorou, Behrami gibi isimlerin oluşturması ironiktir. Diplomasi ve uluslararası ilişkiler boyutunun pek fazla bilinmeyen bir boyutu daha var. O da Çeçenya, Oksitanya, Zanzibar, Grönland, Cebelitarık, Tibet, Padanya, Samiler, Süryaniler gibi BM tarafından tanınmayan ülkelerin veya özerk bölgelerin oluşturduğu NF-Board (FIFA dışı) organizasyonu. Bu amaçla VIVA Dünya Kupası (VIVA 2011 Kürdistan Özerk Bölgesi’nde gerçekleşecek) ve FIFI Wild Kupası düzenleniyor. Bu turnuvaların güçlü takımlarından biri de resmen sadece Türkiye’nin tanıdığı KKTC.

-Her ne kadar televizyonda izlerken maç boyunca vuvuzela sesini işitmek rahatsızlık verse de, bu şölen bittikten sonra insan o sesi arar hale geliyor. Tüm dünyada futbol taraftarları için yeni bir estetik deneyim yarattığı aşikârdır. Artık Vuvuzela sesini her işittiğimizde aklımıza 2010 dünya kupası gelecektir.

-En çok konuşulan meselelerden biri de hakem hataları oldu. Özellikle İngiltere’nin çizgiyi geçmesine rağmen verilmeyen golü, çizgi hakemi gibi tartışmaları yeniden gündeme getirdi. Ancak şu açık ki, hakem sayısının arttırılması, teknolojik araçların karar vermede başatlığı gibi mutlak denetim altına almaya dair bütün uygulamalar söz konusu olsa bile, futbolun yapısı -saha içi ve saha dışı faktörlerin bileşkesi- kaotiktir. Endüstriyel bir mantık taşısa da, kesinlik, öngörülebilirlik, hesaplanabilirlik gibi ölçütler üzerinden Taylorist bir anlayış futbol da tutmayacaktır. Football Manager gibi oyunlarda dahi on numara taktiği uygulasanız, en ufak detayına kadar hesap kitap da yapsanız oyunun akışı içinde hesaplanamayan sonuçlar almanız, irrasyonel olaylarla karşılamanız mümkün. Öte yandan, dawnspiper gibi bazı çalışma arkadaşlarımı üzüntüye gark ettirse de, mevcut küresel kriz akabinde yeniden gündeme gelen Keynesyen politikaların da tutmadığı Capello örneğinde görülmüştür.

-Grafik tasarımcısı Michael Deal, kaleyi bulan şutların ve topla oynama yüzdelerinin 90 dakikalık dilimdeki yayılımı gibi maç istatistiklerini diyagrama dökmüş. Mesela İspanya-İsviçre maçının diyagramından hareketle sürpriz bir sonucun gerçekleştiği fikrini pekiştirebiliriz. Ama sadece bu kadarını söyleyebiliriz. Sir Alex Ferguson’un dediği gibi, istatistik mini eteğe benzer, hem gösterir hem göstermez.


-Bu küresel futbol şöleninin sevimsiz taraflarına değinmeden olmaz. Dünya Kupasının ekonomi-politiğine dawnspiper daha önce bir giriş yapmıştı. Kupayı kaldıran İspanya’nın daralma beklentisi içindeki ekonomisine 0,25 oranında katkı sağlayacağı söyleniyor. Güney Afrika’nın ülke ekonomisine ise ne büyüklükte bir katkı yaptı bilmiyorum ama Dünya Kupasından yararlananların yerel halk olmadığı açık. Örneğin, 2004 olimpiyatlarını büyük bir bütçeyle gerçekleştiren Yunanistan’ın bugünkü hali ortada, Montreal halkı ise 76 olimpiyatları yüzünden hala olimpiyat vergisi ödüyor. Ekonomik açıdan esas kazananlar sponsor şirketler oluyor. Ben buradan Mahindra Satyam ne ola ki diye öğrendiysem, hâkim olduğu pazarlarda nasıl reklam yapmıştır kim bilir. Gene de futbolu küresel şirketlerin reklam sahası, geri kalan her şeyin ise dekor olması olarak görmemek eğilimindeyim. Futbolun çıplak kendiliğinde, ontolojik mahiyetinde ve tarihsel-sosyolojik ortaya çıkışında söz konusu olan şey piyasa mekanizmaları değildi. Kitlesel olan her şeyde olduğu gibi, hele hele tüm dünyada oldukça yaygın olan bir meselenin, dünya düzeni içinde piyasa mekanizmaları tarafından çepeçevre sarılmaması düşünülemezdi zaten. Ancak salt bundan ibaret olsaydı, onbinlerce insan stadyumda, milyonlarca insan da tv başında toplanmazdı diye düşünüyorum. Peki, insanlar futbolu neden bu kadar izlemeyi seviyor, çünkü onları modern dünyanın yalnız bireyi olma halinden sıyırıp, büyük ve komünal bir şeyin parçası hissetmelerini sağlıyor. Ancak, Le Monde’dan Fabien Ollier’in "küresel yabancılaşma" olarak betimlediği bu durumdan bakarak herhangi bir karşı çıkışın potansiyeli baştan reddedilmemeli. Terry Eagleton’ın “futbol, kitlelerin afyonudur” görüşüne, Canetti’den hareketle “kitle zaten afyonludur” şeklinde cevap vermem de mümkün.

-Sosyolojik açıdan önemli gördüğüm bir diğer mesele daha var. Dünya kupası gibi büyük spor organizasyonlarını "kentsel dönüşüm" açısından da okumak mümkün. Özellikle Güney Afrika gibi apartheid rejimi sonucu oluşturulan township’lere –tenekeli mahalle- sahipseniz bu kaçınılmazdır. Organizasyon sebebiyle gettolar ve yoksul kentsel alanlar temizlenmeye, yaşayanlar yerinden edilmeye çalışılır. Universiade hazırlık sürecinde İzmir-Kadifekale gibi “kentsel çöküntü alanı” olarak değerlendirilen mahallelerdeki evlerin görüntü kirliliği yarattığı için boyanması da buna benzer bir örnek teşkil eder. 2014 için Brezilya’nın favelalarında da bu anlamda bir operasyonun gerçekleşeceği muhtemeldir. Ev sahibi ülke, organizasyonun güvenliği namına her türlü gözetim toplumu teknolojileriyle ülkeyi kuşatacağı gibi, yoksulluğun görünmez kılınması için gerekli militarizasyonu ve dönüşümü gerçekleştirecektir.

Sonuçta, bu büyük futbol olayının iki yüzü olduğunu unutmamak gerekiyor. Yağmadan karşı çıkışa, tahakkümden sevince, çelişkilerin futbolda da var olduğu görülmeli. Yalnızca Copacabana plajı ve Rio karnaval imgesini değil; sınıfsal, ırksal, seksüel açıdan ezilenlerin ve dışlanmışların beraber seslerini yükselteceği bir şöleni, Mikhail Bakhtin’in karnavalesk imgesini düşlediğimiz zaman, futbol tam anlamıyla keyifli olacaktır. Tam da bu bilinçle 2014’de Brezilya’ya…

2 yorum:

  1. Hocam, oncelikle futbolun f'sinden bile anlamayan ben yazinizi buyuk keyifle okudum belirteyim. Amma velakin bu kadar butunluklu bir eserde neden ahtapot paul yok diye sormadan edemiyorum.

    YanıtlaSil
  2. Sevgili dostum Prometheus, keyif almandan büyük memnuniyet duydum. Aslında 2010'a dair akıllarda kalan bir dolu şey oldu. Anelka'nın küfründen Casillas'ın öpücüğüne, Maradona'dan Jabulaniye, başlı başına enteresan! bir ülke olan Kore'den bahis meselelerine kadar daha sayılabilecek çok şey var. Ahtapot Paul'da bunlardan biri. Ancak bu yazıda daha çok sosyolojik bir okuma yapmaya çalıştım. Eğer Ahtapot Paul üzerinden sosyal teorik bir girişim yapabilirse birileri ben de keyifle okuyabilirim.

    YanıtlaSil

Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.

SST Atölye