4 Temmuz 2012

0 Ay-Nur (vol.2 Oyun) (prolog - Oyun ya da Özel Olan Politiktir)

“Oyun, olduğu gibi olduğunu kabul etiğiniz şeylerin arasında kurulan ilişkilere verilen genel adlarla aranızdaki ilişkinin yansımasıdır. Ve bu ilişki kurgudur, tıpkı yansımasının da kurgu olması gibi.” 

Venüs’ün Doğuşu tablosuna odaklanan bakışın düştüğü yer kadının orantısız bedenidir, ne kutsaldır o beden ne de kusursuz. Şekilsiz bir doğumdur, ortaya çıkan hemen hemen her adımda görebileceğimiz sıradan kadın bedenidir, doğan sıradanlıktır. Gözlerimizin önüne serilen sadece sıradanlık mıdır yoksa gözlerimizi sıradan olmayanı aramak için kısmak, görebilmek için zorlanmak mı gerekir. Daha dikkatli bakarsak eğer daha uzaklarda bir yerde bizim elimizin değmediği, gözlerimizin görmediği bir yerde sıradan olmayan bir şey mi vardır. 

Değme noktaları ve bu değme noktalarının tarihselliği ile biçimlenen zihin tüm her şeyi, herkesi sıradanlaştırır, farklı olan yoksa eğer sıradan da yoktur. Farklı olanın arayışı gündelik yaşamın üstümüzde kurduğu hapisten kaçma arayışımızdır. Kaçış planı illüzyonlarımızda hazırdır kimi zaman önceden hazırlanıp pazarlanmış kimi zaman hayal dünyamıza bırakılmıştır. “Bir yerlerde bir yaşam var ve biz o yaşama aitiz”. “Belki çalışırsak ya da kaçıp uzaklara gidersek farklı olan yaşama değebiliriz, ait olduğumuz yaşama”, fakat bir yandan da yaşamlarımızı sıradanlaştırmak için tüm enerjimizi harcarız. Sahip olduklarımızı elimizde tutabilmek ya da yenileyebilmek için ara vermeden çalışırız, sahip olduklarımızın esiri olmaya da başlarız zamanla, onlarsız bir yaşam düşünülemez gelir. En basiti buzdolabı olmadan yiyecekler nasıl saklanır, bozulmadan aylarca nasıl muhafaza edilir bilemeyiz, buzdolabı olmayan bir yaşam bize uzaktır fakat buzdolabının gündelik yaşantımızdaki yeri en fazla yüz yıldır, daha öncesi o kadim zamandaki saklama usulleri hafızamızdan silinmişlerdir. Tıpkı bilgisayarın etkisi gibi, bilgisayar ve televizyon olmadan bir yaşamın nasıl olduğunu biliyoruz ama ya yeni doğan nesiller, altı aylıkken eski bir bilgisayarla ya da cep telefonuyla oynayan nesiller; sahi ya biz on yıl önce arkadaşlarımızla nasıl buluşabiliyorduk, çok uzak bir zamandan bahsedilir gibi sadece on yıl önce, bir asır gibi… 

Ardışıksal parçaladığımız zaman dilimine olabildiğince eylem sığdırırız ve sonucunda ise mutsuz varlıklara dönüşürüz, zaman daha hızlıdır yüzyıl öncekinden ama zaman aynıdır, daha çabuk tükenir ve daha çabuk tüketiriz, bu koşuşturma içinde farklı yaşam arayışı hem aynılıktan kaçıştır hem de yoğunlaştırdığımız eylemlerden. 

Varoluşumuzun ikiyüzlülüğüdür, tablonun gözümüze soktuğu; arayışlarımız, arayıp arayıp bulamadıklarımız. Özel anları biriktirir zihnimiz, yeni bir insanla geçirdiğiniz yirmi dört saatiniz daha önceki birçok yirmi dört saatin yerini alır ta ki o insanın gözünüze gelen farklılıkları sıradanlaşana kadar, daha sonra alışırsınız ve belki diğerlerinin beklentilerini karşılarsınız ve en sonunda nefes alamaz, başka hayatlarda nefes arar hale gelirsiniz. Bu nedenledir ki her aldatma nefes alma çabasıdır, heyecanlıdır, farklıdır fakat bir bakıma o da sıradandır. Arayışların cevabı yoktur, o bedende sadece ölüm vardır; doğumu ararken yeni ölümlerle karşılaşırız, yenileri öldürür yenileri tüketiriz ve baktığımızda geriye kalan hiçtir. Boşluk da bir karakter olarak karşımıza çıkar bir noktada, içimde olan içinde olan bir karakter. O boşluk tablo da istiridyenin görülmeyen ama aranan parçasıdır işte, tam o noktada hem görmeyip hem görülürken karşımıza oyun çıkar. 


Bornova küçük parkta çift katlı bir oyun salonundaydım, hani şu saçma sapan müziklerin çalındığı dekorasyon amacıyla plazma televizyonların bulunduğu ve bu televizyonlardan saçma sapan akıllı tv videolarının izletildiği salonlardan. 

Garip bir oyundu king, bir çok oyunu içinde barındıran, her oyunda farklı stratejiler geliştirmeniz gereken. Oyunun amacı belliydi, istediğin eli almak istemediğin eli almamak. Kabaca iki farklı oyun vardı: ceza ve koz elleri. Oyunu karo ikiyi elinde bulunduran başlatırdı ve ilk turda ceza okumak mecburiydi. İlk elin kağıtlarında içimden bir hassiktir çekmiştim, son iki denilse bir ihtimal maçalardan kurtulabilirdim, üç ve beş elimdeydi. Okunabilecek en kötü ceza ise kız almazdı sinek kızın yanında küçük bir kağıtla bekliyordu ve aynı muhabbet kupa asta vardı, kız almaz okunsa iki kız garantiydi. 

Cezanın okunmasından sonra ilk başta konuşanın elini tahmin edebilirdiniz ve kağıtların çıkmasıyla da diğer oyuncuların ellerini tahmin edebilirdiniz. Cezanın okunmasını beklerken bir yandan kağıtlara verdiğimiz isimleri düşünüyordum sinek, kupa, maça ve karo. Kingde olmasa da Avrupa merkezli oyunlarda örneğin pokerde aralarında hiyerarşik ilişki olduğu varsayılan kağıtlar. En güçlü kağıt kupaydı aristokratları temsil ederdi, daha sonra kiliseyi temsil eden karo gelirdi, ardından savaşçıları temsil eden maça, maçanın şeklini aşağı doğru uzatılmış hayal ederseniz ortaya bir mızrak çıkar, son ve en güçsüz kağıt ise tabi ki çiftçileri temsil eden sinektir. 

Cezacı kız almaz okudu ve içimden senin sülaleni el gibi demeye başlamıştım, eyvallah dendi, oyun başlasın, ilk el kız almaz olsun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.

SST Atölye