27 Nisan 2009

1 Aslanağzıların Düşsel Yaşamı

Hikâyeleriniz yoksa siz de yoksunuz!

Hikâyeme aslanağzı içindeki karıncanın varlık nedeniyle başlamak isterdim. Ancak, dilinin ucundaki polenlerle ilgilendiğini pek zannetmiyorum. Bu yüzden de, bir balina içinde oturan huzursuz balıkçı hikâyesiyle dolayımlama yapamayacağım. Hikâyeme kitap sayfaları arasına çiçek koyan insanlarla başlamak niyetindeyim. 

Mana dünyamın kavisli yollarında ilk belirişi, dokunduğum her şeyi tanrı ilan ettiğim zamanlarda, kalınca bir ansiklopedi içinde karşılaştığım aslanağzı ile gerçekleşti. Neden kitaplar arasına çiçek konduğu hususunda pek bilgi sahibi değilimdir. Karşılaşmamda bir ayraç niteliği de sezinlememiştim. Ayrıca da, somut olarak tasarlanmış belli bir işlevsellikten öte düşünme taraftarıyımdır. Bu naif eylemin örtük biçimde derinlik katma düşüncesine dayandığına dair şüphelerim var. Zaten, kitap arasına çiçek koyan insanlar sevecen insanlardır. Oradaki varlıkları, ara ara kitabı açıp çiçeğin kurumasını izleme ya da uzunca bir süreden sonra çiçeği kurumuş halde görme isteği, ‘bastırılmış’ arzuların bir yansıması değil, bilakis hayata dair basit izlenimler yoluyla belli bir derinliğe ve iç huzura ulaşma çabasıdır. Huzurlu insanlardır yani, doğadan kesitler sunan takvimler üstüne bir de maarif takvimi -Türkiye gazetesi menşeli olanları makbuldür- asarlar. Düzenli bir biçimde sayfaların koparılması ihmal edilmese de, zamanı içsel bir takipten ziyade iç huzurun tamamlayıcısı olarak görülmelidir. Ancak bunların, daha ayrıntılı çözümleme yapmaya müsait konular olduğunu da kabul etmekteyim. Şimdilik genel çıkarımlarım, aslanağzıların kendiliğindenliğini zoraki bir dışavurumla açığa vurma isteğinin kaynağını keşfetmeye yeterlidir. 

Artık ağzını açamayacak kadar yalama olmuş aslanağzının üzerindeki parmak izlerinin, kriminal bir incelemeyle sıkıntıdan muzdarip olmayla, deneyimleme yoluyla öğrenme arasında gidip gelen bir çocuğa ait olduğu ortaya çıkarılabilir. Buradan yola çıkarak, karıncanın varlığının özsel olmadığı apaçık ortadadır. Volantarist sapıklık… Kaldı ki tarihte örnekleri bolca olan bu fetişizmin insanlığı pek iyi bir konuma getirmediği ortadayken neyi nasıl anlamlandıracağız. Kime hangi gerekçeyle kızacağız. Bir çocuğun sırtına mı yükleyeceğiz bütün bu olan biteni. İrade dedikleri bir tür iktidar hevesi midir? Kafam karmakarışık oluyor bütün bu izleri takip ettiğimde. Durduğum nokta da artık başka bir güzergâha yönelmem gerektiğinin farkına varıyorum. Aslanağzıların düşsel yaşamı konusunda bir yerlerde muhakkak bir vecizin olduğu kanaatindeyim. Evde hala niye durduklarına bir anlam vermekte zorlandığım fakat dediğim gibi somut olarak tasarlanmış belli bir işlevsellikten öte düşünme taraftarlığım sonucunda nostaljik bir yeniden inşa olduğuna inandığım, gene aynı iç huzurun sesine kulak verilerek nizami kesilmiş kuponlarla alınan ansiklopedilerden başladım aramaya. Hikâyemin ve başlangıç noktamın imgelerine dayanarak. Alfabetikti, sıradandı. Vazgeçtiğim an neden derinlik kattığını anladım çiçeklerin. Oradan Hopi yerlilerinin dilsel kehanetlerine yollar aradım.

“Eğer topraktan en değerli şeylerini kazıp çıkarırsak,
felakete davetiye çıkarırız.
Arınma gününe yaklaşıldığında,
gökyüzünde nakış nakış örülmüş örümcek ağları olacak.
Bir gün, toprakları yakabilecek ve denizleri kaynatabilecek bir kap kül
gökyüzünden aşağı fırlatılabilir.”
(Koyaanisqatsi - Life out of Balance)

Varlığın yeni belki de özsel olan formlarına ulaşma hevesindeydim. Bulduğum şeyler birikti. Sonuçta ortaya, aslanağzıların düşsel yaşamı konusunda kendi imgelerimin “ritmik terennüm”leri çıktı. Aslanağzılarıyla artık her bir karşılaşma başka bir hayat formuna yönelmekte… More life, More than life – Daha fazla hayat, Bu hayattan daha ötesi… Hatırla ki, dokunduğun şeylerin tanrılarına dualar eden hikâyelerin çıksın her bir sandıktan. Benim de hikâyem çocuk zamanlardan kalma bu rivayetlerle oluştu. Aslanağzılar vesiledir, melektir onlar, ilham perileridir. Sevelim onları… Tam da bu nokta da, iç huzura ulaşmış olarak güzel bir uykuyu hak ettiğimden, “lâfzî terennüm”ü, naçizane zihin haritalarımı oluşturmada bana ölçeksiz bu işin nasıl yapılacağını öğreten, işe gömlek seçimiyle başlamanın mühim olduğunu zikreden isim ve fikir babama bırakayım:

“Başka şeylerin uzun varoluşuyla gerçekleştirdiği güzelliği o kısa varoluşuyla gerçekleştirmiştir. Kim diyor bize, meyve üreticisinin yararına bir sonları olmayan çiçeklerin ziyan olduğunu? Hayır, bir şeyleri pencereden atma ayrıcalığı yalnız insana özgüdür.”

(Momentbilder sub specie aeternitatis Philosophische Miniaturen, G. Simmel)



image source: 
1- Painting of Antirrhinum by Dr. Enrico Coen http://www.antirrhinum.net
2- on Wikipedia
3- Illustration mit Blütenstand, Aufbau der Blüte, Blättern und Frucht on Wikipedia
Devamını oku...

22 Nisan 2009

2 Kamusal Alanda Terlik Sorunu



- Terlik, elin hiç yardımı olmadan giyilmek üzere tasarlanmıştır.
Eğilmeye karşı duyulan nefretin anıtıdır. -
Theodor Adorno, Minima Moralia

Sanırım artık hiçbir insan evladı üzerimize giydiklerimizin doğal ihtiyaçlardan kaynaklandığını iddia edemez. Giyinme başlı başına insanın kendine yabancılaşması olarak değerlendirilebilir. Tarihsel seyir içinde çıplaklığın mahremiyetle kurduğu ilişki giyinmeyi örtünmeye taşımıştır. Ama bu öyle bir şeydir ki, hem bir şeyler giymek zorundasınızdır hem de her şeyi istediğiniz gibi giyemezsiniz. Düşünün ki kılık kıyafetin kanunu da bulunmaktadır. Garip ve komik değil mi? Ancak işin içine ihtiyaç, moda, kültür gibi unsurların yanında türlü anlam ve söylem biçimleri de karışmaktadır. İşbu durumda memleket dâhilinde mütemadiyen tartışılan meselelerimizi bir başka düzleme taşıyarak ele almaya neden çalışmayalım. 


Örneğin terlik sorunsalı. Bence çözülmesi çok daha karmaşık bir boyuttadır. Ayağa giyilen şeylerin anlam dünyaları da bambaşkadır. Misal, kamusal alana takunya ile mi girilemez, yoksa postalla mı girmek daha kolaydır. Özel alanda kimi insanlar ayakkabı da giyerken kamusal alana neden terlikle girilemez? O yüzden baştan değil ayaktan başlayalım. Her ne kadar dost başa düşman ayağa bakarmış denilse de. Gerçi bir düşmanınız varsa şayet, öncelikle ayağına bakmak çok da mantıklı bir şey değil gibidir aslında. Demek ki bu sözün anlatmak istediği başka bir gerçeklik düzeyi bulunmaktadır. 

Burada ayağa giyilen nesneler dünyası işaret edilmektedir Özellikle terlik, güdümlü füze olma işleviyle ev içi saldırı mekanizmalarının en etkililerindendir. Hem hane halkına hem de haşerelere karşı şiddetin aracıdır. Öte yandan köpeklerin ‘eğitim’inde sahiplerinin onlardan atılan terliği geri getirmesini beklemesi ve köpeğin buna koşullanması ‘disiplin’e edici bir faktör olarak karşımıza çıkar. Bu durum vurulan avın getirilmesinin evcil bir versiyonudur. Terlik, otoriter ailelerde ebeveynlerin çocuklar üzerindeki baskı aracıdır aynı zamanda. “Git terliklerimi getir”, “terliği yersin şimdi kafana” gibi otoriter dili yansıtan bir araçtır. Yine ayağında çorap olsa bile betona ya da marleye basan çocuğu, annesinin “git ayağına bir terlik geçir” uyarısına maruz bırakacak bir nesnedir. 

Terliğin tarihine baktığımızda ise; ilk ortaya çıkışı, işlevi mahiyetinde ayakkabıyla eş değerdir, modern terliğin ise 1868’deki restorasyonla Japon modernleşmesini başlatan imparator Meiji döneminde ortaya çıktığı rivayet edilmektedir. Meiji döneminde özellikle batıyla ticari ilişkiler yoğunlaşmış ve kapitalist süreçler işlemeye başlamıştır. Yalnız, kendi evlerine ayakkabıyla giren batılılar yoğun sosyal, ekonomik ilişki içine girdikleri Japonların da evlerine ayakkabıyla girmeye çalışmışlardır. Japonların da evlerine önem verdikleri bilinen bir gerçek. Zaten batının başka kültürleri pek önemsemediği de ortada. Gariplerim de hem ticari ilişkilerin bozulmaması hem de evlerini sıhhi tutmak için bir yol ararken modern anlamda terliği icat ettikleri söylenir. 

Her ne kadar tahakküm ilişkilerini pekiştirici bir araçsallığı olsa da, diğer yandan gündelik hayatta pek de değer verilen, saygı gören, ciddi bir nesne değildir. Oysaki ayakkabı ciddi bir karakter taşır, ama terlik daha evcil, daha küçük amaçlar peşindedir. Hele bir de kösele ayakkabı, derinin işlenişi, taban yapısı ve duruşuyla kamusal hayatın ciddiyetini yansıtır. Modern hayatın keşmekeşi ve koşuşturması içinde kamusal hayatı en çok hisseden onlardır. Ama terliğin sokakla tek bağlantısı en fazla bakkala gidip gelme mesafesidir. Yenilerde “çok gezen terlik eve bok getirir” gibi bir söz de duymuşluğum var. Bir de tuvalette, banyoda, yazlıkta giyilen bir nesneden ne kadar ciddi olmasını bekleyebilirsin ki. Art arda söylendiğinde de komik kaçmaktadır. Ayrıca terlik adı üstünde teri alan anlamındadır. Böyle pislik bir şeydir bir kere. Hem üstüne üstlük teri de almaz, pazardan alınan Tayvan malı terlikler ayağı terletir durur. Bir de sahilde falan yürürken kum, çakıl kaçmasından dolayı ikide bir durup şöyle bir sallamak gerekir. Her şeyi geçtim bir ayakkabı özenli bir şekilde çıkarılırken, terlik lampiri lumpiri çıkarılır. Bu yüzden ayakkabının tekinin kaybedilmesi ender bir durumken terliğin teki hep aranır. Terlik çifti birbiriyle geçinemez, yan yana zor dururlar. Durkheimcı kolektif bilinci içselleştirmemiştir. Aykırıdır. Ayakkabı ise kamusallığın bütün kutsal görünümleri karşısında bir saygı duruşunu dayatır. Bu haliyle terliğin o yüce, o yüksek ideallerin mekânı olarak kurgulanan kamusal alanın ciddiyetini tehdit edebileceği düşünülmektedir sanırım. Bununla birlikte, İngiltere’de sanayi devriminin yoğun sömürü koşullarında Luddist hareket ayakkabılarını çarklara fırlatarak makinaları sabote etmişlerdir. (Ayakkabı fırlatmak. hımm.. tanıdık geldi sanırım) Ayakkabı anlamındaki ‘sabot’un makina kırıcıların bir aracı olmasından kaynaklı ‘sabotaj’ kelimesi de buradan ortaya çıkmıştır.

Kıssadan hisse, giyinme “zorunluluğu” kadar, giydiğimiz her şeyin de sosyal, kültürel ve politik bir konumu bulunmaktadır. Bambaşka dünyaların kamusallığı da ölümlü bedenlere giydirilmiş kutsal ciddiyet ile değil, kahkahanın çıplaklığı ile yaratılabilir. Homo Socialis varlığımızın maskelerini baştan ayağa, ayaktan başa bir bir çıkarıp atsak, belki o zaman daha başka bir yerde ayağımız toprağa, başımız göz parıltıları kadar berrak olan yıldızlara değebilirdi.
Devamını oku...

6 Bir Erkek Kıyafeti Olarak Etek


“nerde hareket, orda bereket”

Kadın ve erkek: modernliğin dualitelerine boyun eğen iki cins. Birbirlerini bıkıp usanmak bilmeden zıtlıklar üzerinden tanımlayan canlılar. Giydirilmiş cinsiyetlerini varoluşlarının parçası sanan varlıklar. Evet, giydirilmiş; zira metaforik olarak biri pantolon diğeri etek olan pipisel ve kukusallardır erkekler ve kadınlar. Kukusal ve pipisel canlılar olarak kadın ve erkeği birbirinden ayıran temel unsurlardan biri birbirinin tuhaf muadilleri olarak cinsel organlarının yapılarıdır. Kadın cinsel organı içsel bir bütünlük arz ederken, erkek cinsel organı dışsaldır. Bu durumun yarattığı sosyolojik, kültürel ve psikolojik birçok analiz bulunmakla birlikte temel sorunsal bu canlıların giydiriliş biçimlerindedir. Evrensel kültürün bir parçası olarak dünyanın hemen her yerinde pipisel canlı pantolon, kukusal canlı ise etek giyer. Giymese bile, figüratif ve ikonografik temsiller birçok kültüre, birçok topluma ve yine birçok tuvalet kapısına bu haliyle zuhur eder. Pantolon ve etek, kadın ya da erkek olmanın diğer farklı temsillerinden biri halini almıştır. Sorun olan nokta da bu temsiliyetin hangi devirde toplumsal bir yasa olarak önümüze sunulduğudur. Zira kadın kukusunun yer aldığı bölge, kadının cinsel organı içsel olduğundan dolayı mümkün olan en dar giyecek biçimlerine bile uyum sağlayabilmektedir. Oysa erkek cinsel organı (sadece üç işlevli olsa da: çiş yapmak, seks yapmak, tombala çekmek) bir uzuv olma niteliği taşıdığından, kendisine hareket alanı açmak zorundadır. Kaldı ki pipiyi geçsek bile bilimsel bulgular, pipi altı ponponlarının insan türünün devamlılığının sağlanabilmesi için rahat bırakılması, salınması gerektiğini, sıkıştırılması halinde topluca “kısır” günü yapılabileceğini kanıtlarıyla sunmaktadır. Özetle kendisini sürekli salma ihtiyacı hissetmekte ve bunu bünyeye hissettirmektedir pipi ve ponponları. Şimdi, bu teorik bütünlüğün sonucunda ulaşılabilecek ya da insanlığın ve kültürün ulaşması gereken sonuç pantolonun kadının, eteğin erkeğin kıyafeti olması gerektiğiydi. Oysa bizatihi tam tersi bir durum ortaya çıktı. Gayet komplocu bir tavırla eteğin kadın kıyafeti olduğu konusunda bir erkek zorlamasından da bu noktada bahsedilebilir. Zira kolayca açılabilir olması, üstünü örttüğü bölgenin de kolayca görülebilmesine olanak veren bir kıyafettir etek. O halde erkek kuku- popo göreceğim diye mi kendisini mahkûm etmiştir pantolona ve hediye etmiştir eteği kadına? Neyse ki son elli yılda kadınlar devrimci bir atılımla pantolonu sahiplenmeye başlamışlar ve bunun için mücadele etmişlerdir. Maskülen değerlerine sıkı sıkıya bağlı ve denyo bir canlı olan pipisel varlık erkek ise kendi sonunu hazırlayarak hiçbir şey yapmadığı gibi eteği aşağılamaya devam etmiştir. Velhasılıkelam kültürel ürünleri ihtiyaçların belirlemediği iddiasıyla yazıyı bu noktada bütünleyebilir, dahası aynı kültürün erkeklerle nasıl dalga geçtiğine, yolda yürüyen birçok pipisel canlının aletlerine zar zor nasıl balans ayarı çektiğini izleyerek vakıf olabiliriz gibi geliyor bana (yoksa şüphen mi var?).
Devamını oku...

19 Nisan 2009

1 Pantolonla Diyaloglar

Tozlu zamanlar hakkında bilgisi olan var mı?*

Ne bu canım her zaman parçasında, her daim biraz toz bulunur. Kendi uslayıp kendi çürüten, kendiliğinden bilinç çıkrıkları yoksa bünyede, mevzubahis olunan konular, fikri zorlayan iğrenç yargılar olarak nitelenmeye mahkûmdurlar… Hı?… Öyle mi?


Neyse ki tozlu zamanlardayız bugün, o yüzden tozlu zaman nedir? Bugündür…

Bizim memleketin tozlu yerleri vardır. Canilikle yargılanan, idam ile mahkûm edilen. Bir de bunların iğrenç yargıları vardır. Taş evlerden gelen serinlikten, yerin yedi kat dibine inen bir zenginlik beklentisiyle doludur. Güneş doğduğunda bir tek bu yerin dibindekiler fark etmez durumun vahametini. İyi midir, kötü müdür bilinmez. Gün doğmadan hemen önce grizuların diyarına girerler. Kömür çıkarırlar. Medeniyet bu yerlere “maden ocakları” der. Çıkaranlara da canlı tabut.

Zamanların o anında demir yollarla dünyanın merkezini fethetmeye çıkan yer üstü insanları kuşandıkları elbiselerini işte o an önemserler.** Ne ilginçtir ki dünyanın merkezini fethetmek yeryüzüne hükmetmektir o anda. Buharlı makinaların gürleyen ilerleyişidir modern zamanların çarklarını kullanarak. Dünyayı güneşten, aydan ve dahası milyonlarca yıldızdan daha fazla aydınlatma iddiasıdır kömür çıkarmak. Kömür enerjidir. Tiki tayfanın non-stop eğlencesidir neon ışıklarına bulanarak. Cafcaflı gökdelenlerin, gerçekte deldiğinin insan ruhu olduğunu itiraf ettiği, madenin çelik olduğu, gökyüzünün illa da kafanın kaldırılmasıyla görülebileceği küçük zamanların büyük yaftasıdır kömür. Ve pantolonla diyaloglar işte o an başlar.

“Pantolone” eski Venedik güldürü tiyatrosunda şalvarlı yaşlı adam anlamına gelir. Bu tiyatro çadır bezlerinin sarpa sardığı derme çatma sahnelerinde yorgun Avrupanın eğlenceli temaşasına can vermektedir. Tesadüfendir ki 1850’lerde Levi Strauss aynı çadır bezinden hoyrat ve canhıraş madencilerine sağlam kot pantolonu imal etmiştir. Farklı zamanlarda hiç de gülünç olmayan bir sahnede sırf maden sahibinin eğlencesi için yaratılan tiyatro, şalvarlı değil ama kot pantolonlu genç adamların dramına şahitlik eder. Trajikomik midir? Teatral gerçek bu olsa gerek.


Amerika kıtasının ilk başkaldırılarını da bu maden ve petrol işçileri sahiplenmiştir. Modern zamanların yaratıcıları, yaratımlarına başkaldırmaktadır. Ne kadar tanrısal olsa da insan aklının en büyük imasıdır aslında. “Yaratan ve bağışlayan tanrının adıyla” başlayan yakarışlar, yaratan ve yok eden insanın marşlarına dönüşür. Pantolon söze karışır:


Pantolon: Bu marşlara elbet tarih klip çekecektir.


(Popüler kültürün Tatlısesleri, Şensesleri varsa bizim de İçsesimiz vardır.)


İçses: Elbette, tarih dramatik sahneleri sever. Ama başkaldırıların listenin üst sıralarında olduğu söylenemez. Ne de olsa bu tür şeyler genç işidir.


Pantolon: Ama başkaldırı sadece buluğ çağı belirtisi değildir.


İçses: İlahi pantolon senin diğer bir adın da “blue jean” değil mi?


İlginç bir şekilde yine tarihin periyodik anlam çakışmalarına şahitlik ederiz burada. Başkaldırının sahipleri için yaratılmış bir pantolon aynı mana tünelinden geçerek başkaldırılara ev sahipliği yapmış bir zamana atıfta bulunur. Tıpkı zaman kendi dedeleri ve torunlarıyla konuşuyormuş gibi. Buluğ (İngilizceden devşirme hali, gâvurcası “blue” mavi demek la bu!!) çağında, aklı bir karış havada devrimci gençler, madencilerin 'blue jean'ini giyerek sokakları fethetmekteler. Tanrım seni bağışla!!!

Atina'nın tanrıları da oğullarına benzer bir isim vermişlerdir: “Pantoleon”. Tüm aslan, tamamen aslan anlamına gelir. Tarihte bilinen ilk pantolonlar Pers ülkesinde özellikle kadınlar tarafından giyilmişlerdir. Fakat Avrupa'nın erilliği doğunun dişiliğini aslan gibi, erkek nesli için bir giyime dönüştürmüşlerdir. Buna benzer birçok örnek olmasına rağmen doğunun, batı tarafından ağır ataerkillikle suçlanması ayrıca ilginçtir. Neyse konumuz pantolon olunca gerisi teferruattır bizim için…


Bu yazının sonucu nedir derseniz; şudur: Amansız olun!! Ama şöyle bir şey ; “Aman allahım!!” yerine “Hay allah ” gibi mesela…


Tekerleme: Pantolon nerede? Perslilerde.

Pers nerede? Atina'ya kaçtı.
Atina nerede? Avrupalılar yedi.
Avrupa nerede? Yandı bitti kül olduu.



* Maden ocakları tozludur, madenleri taşıyan kamyonlar ortalığı tozu dumana katarlar, ufacık bir tozla ninjalar birden kaybolurlar, toz bulutları ve akabinde yağmurlar kömürlü termik santrallerin oralarda çok gözükür, tozu dumana katarız, dumanı da ateşten elde ederiz, ateşi kömürle elde ederiz gibi sansasyonel uçuşumlara gebe aklın pis bir ürünü.

** Nasıl ki ulus devleti korumak için ulvi bir göreve kendilerini adamış ordu mensupları giyinirse önemle, cafcaflıca ve farklıyım ben diyerek, bizim madencilerin kamuflajı da böylece giyinir.

Devamını oku...

1 Modern Safsatalar

Oxford Üniversitesi’nde 3-10 yaş arası çocuklar üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, Bez Bebek dizisini izleyen çocukların ileride sürrealist olabilecekleri ortaya konulmuştur. Araştırmada, deneklerin %87,2’sinde beyin hücrelerinde bir takım kopmaların yaşandığı ve %74,35’inde de MRI yöntemiyle incelenen sağlıklı işleyiş göstergesi olan belirli kimyasalların düşük seviyelerde olduğu gözlenmiştir. Bilim adamları çocukların bu kopmalar nedeniyle her şeyi ters yüz edilmiş biçimde algıladıklarını, sağlıklı bir beynin göstergesi olan N-acetyl-aspartate (NAA) seviyesinin düşük olduğunun saptandığını söyledi.

Çalışmaları tüm dünyada takdir toplayan araştırma ekibinin lideri Prof. Dr. James M. Hutson, Bez Bebek dizisi izleme oranı ile sürreal etkiler arasında SPSS analizinde ortaya çıkan frekans değerleri incelendiğinde mutlak bir bağıntı olduğunun ve Cronbach Alpha Katsayısı 0.872 çıktığından araştırmanın kesin bir biçimde güvenilirliğinin test edildiğinin altını çizdi. Öte yandan lahana dolması yemenin pilatesle olan feng shuisel bütünlüğü ile Bez Bebek dizisi arasında anlamlı bir bağıntı bulunamamıştır.

Doktor Hutson, aynı zamanda yaptıkları projektif incelemelerde de, Breton’un resmini gören çocukların “aa anne ben bu amcayı lunaparkta da gödümm” dediklerinin, Parsons’ın resmini görenlerde ise bir surat ekşitmedir, efendime söyleyeyim “yaaa istemiyom gitsin bu gitsin” şeklinde tepki verdiklerinin gözlendiğini ifade etti. Hutson, bu mutlak sonuçlardan yola çıkıldığında, Bez Bebeği izleyen çocukların sürreal eğilimler içine gireceklerini, ileride bir takım kişilik bozukluklarının ortaya çıkacağını, rasyonel düşünmekte zorlanacaklarını, aile yapısının bozulacağını, suç oranlarının artacağını, ülkede huzur ortamının bozulup, halkta infiallerin ortaya çıkacağını, anarşi ve kaos ortamından bir takım dış güçlerin yararlanmak isteyeceklerini belirtti.

Bu konuda ebeveynlere ve okullara oldukça sorumluluk düştüğünü belirtip, birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bugünlerde şayet çocuklarımızın sağlıklı yetişmesini istiyorsak onlara kerrat cetvelini her daim ezberletmenin ve Comte’un Pozivist İlmihali ile Harun Yahya’nın Kavimlerin Helakı kitaplarının okutulmasının elzem olduğunu söyledi. Kaynak: BBC
Devamını oku...

17 Nisan 2009

1 Büyüdüm


“Bütün renkler hızla kirleniyordu; birinciliği beyaza verdiler.”
Özdemir Asaf

Çok güzeldi her şey. Sonradan öğrendiğime göre adeta kokain etkisi yaratıyordu. Çünkü her şey hakikatten “çok güzel”di. Gün güneşli, insanlar neşeliydi ve beni çağırıyordu. İnanılmaz bir arzu gıdıklanması yaşıyordum henüz girişte çalan müziği dinlediğimde. Çok saftı, çok saftım. Gerçek olmasına inanmak isterken hayatı da adeta oradaki gibi kurguluyordum. Adı bile güzeldi: Susam Sokağı. İzlerken, yediğim şeyin paketinin dibinde kalan son parçaları, parmağımı ıslatarak üstüne basma eylemiyle ağzıma götürürken yaşadığım o tuhaf hazzı ve çelişkiyi yaşıyordum. Hani susamlı çubuk biter de susamlarına dadanırsınız ya; işte o. Susamlı çubuk bitmiştir ama geride en güzel yeri olan susamlarını bırakmıştır. Hüzün ve sevinç bir aradadır. O aptal sokakta da gerçek ve düş bir aradadır. Her şey akıl almayacak biçimde olumludur, iyidir, öğreticidir, kucaklayıcıdır. Gerçek midir peki?



Sonra büyüdüm. İlk istediğim şeylerden biri, adı “Minik Kuş” olan o aptal yaratığın kafasını koparmaktı. Hangi hakla küçük bir çocuğun algı dünyasıyla bu kadar oynamışlardı? Adı Minik Kuş olan bir canlı nasıl bu kadar büyük olabilirdi? Büyük neydi? Küçük nasıl tarif edilirdi? Sonra adı “Kırpık” olan ve küfede yaşayan o tuhaf şeyi yakmak istedim. Uyurken küfesine gaz dökmek ve ateşe vermek… Bana sokağın maskotu, iyi, çocukların sevgilisi olarak sunulan şey aslında sokağın yancısından başkası değildi. Ben hayatta kalmanın yollarını ararken, o kim oluyordu da akşama kadar küfenin içinde çocuklara bir şeyler anlatarak ve sürekli tıkınarak göbeğini büyütüyordu? Aklımda bu hayatın aptal gerçeklerine en fazla uyan karakter sanırım “Kurabiye Canavarı” idi. Anarşistti, kafasına göre hareket ediyor ve amacını gizlemiyordu. Aklında süt ve kurabiyeden başka bir şey yoktu. Kandırılmıştım! Ne gün güneşliydi, ne de insanlar neşeliydi. Dostluk ve sevgi hiçbir yeri sarmıyordu, saramıyordu. Bu şarkının çaldığı çağda savaşlar ve neden olduğu etkiler yüzünden 180 milyon insan ölmüştü. Üstüne üstlük Susam Sokağı’nın hemen ardından başlayan ve adı “Anadolu’dan Görünüm"* olan, misak-ı milli sınırlarını çizerek bizi bu coğrafyaya hapseden, o tuhaf müzikli program başlardı. Gösterilen şeyler, Doğu ve Güney Doğu’ da öldürülmüş insanlardan başkası değildi. Biraz önce izlediğim Susam Sokağı’nda geçen sevgi, dostluk, güzellik, iyilik gibi kavramlar daha üstünden beş dakika geçmeden yerini ihanet, düşmanlık, terörist, bölücü, kan gibi sapıkça kurgulanmış diğer kavramlara bırakıyordu. Her gün bir kez ve bir kez daha alt-üst oluyordum. Büyüdüğümde hâkimiyetin ikinci kategorideki kavramlara ait olduğunu fark ettim. Ben ilk duyduklarıma inandığımı söyledikçe ya çocuklukla ya da aptal bir romantizmle suçlandım. Bu kavramları idealize edip, o dünyanın kurulabileceğini iddia ettiğimde ise hain artık ben olmuştum…

*Adı her ne kadar bir çeşit gezi programına benzese de, değildi. Ama keşke olsaydı.
Devamını oku...

16 Nisan 2009

3 Bir Çocukluk Tahayyülü Olarak Trafo


Hayatımızda içinde bulunduğumuz anlara eşlik eden oldukça karmaşık bir ‘şey’ler âlemi vardır. Eğer o anı hatırlanmaya değer görüyorsak, o şeylerle ilişkilendiririz. Böylelikle hafızada yer edinmesi için hatıra düzeyine çekeriz o şeyi. Yani dilsiz nesneler âleminden bazılarını o anı çağrıştıran bir özneye dönüştürürüz. Zira o ana tanıklık eden her şeyi gözün bir hafıza olarak alımlaması ve idrak etmesi mümkün değildir. Ama kimileri, bizim için ilgisiz gibi görünen ilgililerdir. Örneğin doğduğumuz ya da yaşadığımız evin merdivenleri, her gün okula ya da işe giderken geçtiğimiz yoldaki sıradan bir ağaç, bir kaldırım taşı gibi. Bunlar o anın sıradanlarıdır. Sahnede oynadığımız oyunun bilinçli olarak düzenlenmiş ya da orada bulunmalarına özel bir anlam biçtiğimiz bir dekor gibi de değillerdir. Sadece geçip gitmekte olan ana tanıklık eden dilsiz sakinlerdir. 


Benim de çocukluğuma dair anılarımı canlandırdığımda garip biçimde ilgisiz ilgililerden bir mekân olarak trafo aklıma gelir. Evimiz, mahallemiz, akrabalarımız ve köyümüzden ibaret o sınırlı mekânsallıkta ama sınırsız hayal gücü evrenimde trafoların o anları çağrıştırma da bir yeri oldu. Hani şu sarı duvarları, kiremitleri ve kahverengi kapısının üzerinde kuru kafa olan büyükçe trafolar. Fantastik ama zaten o çağlarda elektriğe dair imgelem buna müsait. Oyun oynadığımız yerlerin yakınında muhakkak bir trafo olurdu. Çocuk aklımca da, trafoların içinde çeşitli deneyler yapan bir takım insanların ya da bizden farklı olan varlıkların yaşadığını, onların evi olduğunu düşünürdüm. Benim o zamanlar mekâna dair algım da yaşanılan yerle özdeşti. Ama hiçbir zaman bunu büyük insanlara sorma gereği hissetmedim. Çünkü bir başka denememin kafamı oldukça karıştırdığını düşünmüştüm. Cami minarelerinde de Tanrının yaşadığını düşünürdüm. Bir gün dedeme, -dede sen Allah birdir diyon ama ben her yerde görüyom dediğimde, bana gülümseyerek –aynı zamanda her yerde oğlum demişti. Ben de -hımm tamam o zaman diyerek konuyu kapatmıştım.

Okul çağıyla birlikte zihnimi zapturapt altına almaya başlayan “akılcı” bilgilerden de, trafolara dair hayal gücümü hep uzak tutmaya çalıştım. Antenlerden ve boya kutularından yaptığım bisikletimi trafo kenarındaki betonda sürerken, içeride yaşayanların neler yaptıklarını düşündüm. Renkli kablolar toplayıp, merdaneli makinanın boş karton kutusundan uzay mekiği yaptım. Bekledim… Odamın camından izleyip içerdekilerin ne zaman dışarı çıkacaklarını merak ettim. Düşündüm… Trafoları düşündüm… Evdeki Alanya hatırası geleneksel Türk kızı desenli kabağın resmini 152. kez çizmekteydim ki, -sayıyı net hatırlıyorum, o zamanlar 70’lerin sonundan kalma eski evrak kayıt defterlerine bir takım notlar alıyordum- artık bu konuda derinleştiğimi düşünüp bilyelerimi alıp sokağa çıktım. İşte o an… Tam eğilip keskin bir bakışla çamur toprağa saplanmış bilyelere odaklanmıştım ki, o kahverengi kapı bilim-kurgu filmlerine özgü bir gıcırdama ve ağırlıkla açıldı. Bu ilk karşılaşmaydı. Amcamın işçi tulumuna benzer kıyafeti, elinde metal bir kutu ve hep gıpta ettiğim büyük sarı kontrol kalemi cebinde. Bir ışık süzmesi içinde kaybolup gitti… La ne var aletirikçi amca işte söylemlerine asla aldırış etmedim. Artık tablo tamamlanmıştı… 

O zamanlar elektrik kesintileri günlük, olağan bir olaydı ve büyükler bunu “gene trafo patladı herhalde” ile anlamlandırırdı. Ben de ise, bizim çılgınlar gene iş başında düşüncesine eşlik eden arsız bir gülümseme… 

Aradan uzun zaman geçti, trafolar ya kaldırılıp yerin altına alındı ya da boyandı. Hatta ev gibi süslenenleri de oldu. Ama olmadı. Benim de düş dünyalarımın yerini çernobil gerçeklikler sardı. Daha sonra okudum. Illich’in enerjinin bizatihi kendisi eşitsizliktir sözlerini alımladım. Arama mesafe koydum. İnsanlığın enerji kontrolüyle belirlenmesini hazzedemedim. Ama hala elektrik kesintilerinde o arsız gülümseme oluşur yüzümde. Çocuksu düşlerimi anarım. Gülümsemem aynı zamanda teknolojiye bağımlı bir insanlığın yaşadığı o ne yapacağını bilememe haline, kendi çıplak karanlığıyla yüzleşmesine, o kaos haline… Trafolar hem çocuk zihnimin parıltıları hem de artık başka bir simgeselliğin parçası. Şalterleri indirmek de sanırım hem bir metonimi hem de bir metafor olarak, çılgın adımlarla yeni düş dünyaları yaratmaya mükellef.
Devamını oku...

13 Nisan 2009

2 Kameralara Oynamak

005 numaralı gözetlenen, 'Kameralara oynama!' dediğinde 012 numaralı gözetlenene ne demek istemişti diye düşündüm. Herhalde şöyle bir şeydi: İzlendiğini biliyorsun ve buna göre davranışlarını değiştiriyor ve düzenliyorsun. Bu aynı zamanda izlenen '012' ile izlenmeyen '012' nin birbirinden farklı olduğunu gösteriyor. İlk bakışta bu iddiada pekte şaşırılacak bir şey yok. Hepimiz hayatımıza yeni bir uyaran girdiğinde, o uyaranın büyüklüğüne göre ya görmezden gelir, ya da onu dikkate alır ve kendimizi ve davranışlarımızı ona göre şekillendiririz. Bunda ahlaki olmayan bir şey yoktur. Ancak 005 bunu bir tür ahlaksızlık olarak hatta ikiyüzlülük anlamında kullanmıştı. O halde ikiyüzlülüğün bir erdemsizlik olduğu ön kabulüyle, ikiyüzlülüğü kötü yapan, uyaranlara göre davranışlarımızı düzenlemeyi ne iyi ne kötü veya nötr yapan nedir sorusunu sormalıyız. Davranışlarını uyaranlara göre biçimlendirmek zorunluluğun alanına girer. Çok yüksek sesin olduğu bir mekânda anlaşılmak isteyen kişinin bağırarak konuşması bir olumsallıktan (zorunluluğun olmayışı) çok zorunluluğa işaret eder. Zorunluluğun olduğu yerde seçimden söz edemeyeceğimize göre, onu ahlaki olarak iyi veya kötü olarak, erdemli veya erdemsiz olarak değerlendiremeyiz. Ancak sessiz bir mekânda derdini anlatmak isteyen kişinin bağırmak veya bağırmamak gibi bir seçeneği vardır ve ancak bu şekilde 'bağırmak' ahlakın konusu olabilir. Bir erdemsizlik olarak ikiyüzlülüğü, uyaranlara göre davranışlarını belirlemekten ayıran temel nokta işte bu ikiliktir. Tekrar başta verdiğimiz örneğe dönecek olursak 005, 012'ye 'kameralara oynama!' diyerek aslında 'sen zorunlu olmadığın halde izleyenlere kendini beğendirmek için olduğun gibi davranmıyorsun' demek istemektedir. Biz buna kısaca ikiyüzlülük diyelim. Artık bir adım öteye gidebiliriz 'kameralara oynamak' hangi durumlarda ikiyüzlülük olur? Öncelikle izleyenin bunun bir oyun olduğundan habersiz olması gerekir. Ancak bu tek başına yeterli değildir. Örneğin G. Orwell'in 1984 adlı romanında Winston Smith’te büyük birader tarafından izlendiğini düşündüğü sıralarda bir başkası gibi davranıyordu. Ve onu izleyenler onun oynadığının farkında değillerdi. Bu bağlamda Smith'i de kameralara oynamakla, ikiyüzlülükle suçlayabilir miyiz? Başka bir deyişle 012 ile Smith'i aynı kefeye koyabilir miyiz? Smith totaliter bir dünyada, o dünyayı daha az totaliter daha çok yaşanır kılmak için oynarken, 012 ve benzerleri hem bu gözetleme programlarına gönüllü girerek hem de oynama çalıştıkları oyunlarla totalitarizmi yeniden üretiyorlar. O halde insanları ister ikiyüzlülükle ister herhangi bir erdemsizlikle suçlamaya girişmeden önce dikkate almamız gereken önemli bir unsur da niyet olmalı hatta daha ileri giderek niyet-sonuç ikiliğini aşmayı denemeliyiz. İnsan davranışları daha çok düşünceden eyleme giden bir sonuç olarak kabul edilir ve bu niyet-sonuç ikiliğinde yatan temel önkabulü oluşturur. Biz bu önkabulün yani 'niyetin sonucu davranış' , 'düşüncenin sonucu eylem' yerine niyeti davranıştan, düşünceyi eylemden ayırmayan bir önkabul bulmalıyız. Ancak bu arayış ve bu arayış sırasında sorulacak sorular bize kimin kameralara oynayarak ikiyüzlü, kimin kameralara oynayarak kahramanca davrandığını söyleyebilir.
Devamını oku...

7 Nisan 2009

3 Bir Metafor Olarak Seçim Sandığı



-Çeşitli devirlerde şu ya da bu şekilde söylenegelen
bilindik ve benzer şeylerden sıkıldım!-

Veba ile kolera arasında tercih yapmanın sendromları arasında, salt sandığa gidip oy vermenin saygı retoriğiyle birlikte demokrasi aklı olarak kutsandığı bir seçimi daha geride bırakırken, o öyle kalsın daha fazla ileri gitmesin diyerek zihnimi açmak istiyorum. Politik çıkarımlar bir yana, oy kullanırken bir anda aklıma seçim sandıklarının biçimi geldi. Ne kadar da çok arı kovanına benziyor. Bilmem siz benzettiniz mi teorisyen kardeşlerim ama sanırım arıcılığa aşina biri olarak zihnimde beliriverdi. Her ne kadar arı kovanını oval bir biçimde zihninizde canlandırdıysanız da, o kovanlar arı maya çizgi filminde kaldı. Bildiğin seçim sandığı işte. 

Gerçi seçim sandığı ile arı kovanı arasında benzeşim kurmamda seçim sath-ı mailini ilk kez 80’lerde yaşamış biri olarak dönemin hükümet partisinin arılı petekli ambleminin çocuk dimağımdaki etkisini de yok saymamak gerekir sanırım. Star1’de mütemadiyen gösterilen katil arılar filmiyle de bütünleşince tablo, o zamanlar zihnimde pekiyi bir yer edinmemişti arılar. Ayrıca, babamın ikide bir evde dinlettiği Ali Avaz’ın dönemin popüler albümü orta direk kurşunundaki “arılarrr, arılarrr”, “bir arı soktu beni, bin arı yedi beni”, “Türkiye oldu petek, bal dolacak bekliyek, bal yerine zam doldu, oy oy özalım” gibi sözlerden müteşekkil taşlamaları hala kulaklarımda çın çın etmektedir. Neydi efendim burada yaratılan mana dünyası, memleket sathında arı gibi çalışacağız, kovan olacak kovan mübarek, ohh yaaa das ayne zupper banana bal dök yalaaa gibi temennilerin, memleketi şantiyeye çevireceğiz söylemleri ile eş güdümlü bombardımanıdır. Yani, bugün dahi politik arenada işittiğimiz şantiye metaforu ile arı kovanı arasındaki benzeşimdir. Bizi destekleyin ki dört bir tarafınızı altlı üstlü geçitlerle, duble dragon yollarla fethehedelim. Haussmann’ın Paris’te, Speer’in Almanya’da yaptığıyla boy ölçüşemese de, kaldı ki mimari bir mantık da arz etmeden kentleri garip bir hale getirenler kendilerini arı gibi çalışıp duran kişiler (hizmet siyaseti kardeşim) olarak görmektedirler. 

Bu noktada, Juan Antonio Ramirez’in “La metáfora de la colmena de Gaudí a Le Corbusier, Gaudi’den Le Corbusier’ye Arı Kovanı Metaforu” adlı harika kitabına sanırım seçim sandıklarını da eklemek gerekecek. Aslında meselenin arka planını 18. yüzyılda gelişen toplum mühendisliğinin toplumu bir kovan, insanları da gece gündüz sorgusuz sualsiz çalışan insanlar olarak resmetmesine kadar götürebiliriz. Tüm bu çağrışımlara modernitenin büyük kentlerinin çılgın ve öfkeli koşuşturmasıyla karmaşa ve gürültüsü de eklendiğinde anlamlı durmaktadır. “Laissez-faire” doktrininin kurucularını etkileyen Mandeville’in “Söylentisel Petek Örgüsü ya da Çapkınların Özgürlüğü”nde yer alan “büyük bir petek örgüsü, arılarla tıka basa dolu, lüks ve rahatlık içinde yaşayan, bilimin ve endüstrinin büyük arpalığı…” şiirinde olduğu gibi ideal toplumun mükemmel bir tanımı olarak kullanılıyordu. Mandeville’in arı kovanı, anayasal bir monarşi türüdür ve 18. yüzyılın sonlarında ise cumhuriyetçi bir bağlama dönüşür. Bu yüzden arı kovanı Pritaneé Française kapısının yanında yer alır. Ayrıca Napolyon’un arıları amblem olarak seçmesi oldukça mantıklı görünmektedir. Öte yandan, François Mitterrand’ın metaforu, Marx’ın mimarların en kötüsüyle bir arı arasındaki farkı açıkladığı, “mimarlar arı kovanındaki hücreleri inşa etmeden önce onları kafalarında inşa ederler” sözüyle açıklaması oldukça ilginçtir. Arı kovanı toplumun bilinçsiz bir imgesidir, oysa mimar, bu kez bilinçli olarak, onu yöneten siyasetin bir imgesidir. Seçim sandıklarına uyarladığımızda ne kadar güzel uymaktadır. 

Evrensel tarih boyunca bu toplumsal böceklerin yarattığı imgeler âlemi dönemin ruhuna göre uyarlanmıştır hep. Ama biz bu modern dünyanın yarattığı naylon kepazelikleri bir kenara bırakalım. Arıcılıkla ilgilenmek birçokları için mutluluk düşüne dokunabilmenin en ulaşılabilir yoludur. Ayrıca mesela bugün arı domatesi denilen türü üretmede arıların döllenme konusundaki katkılarını seracılıkla uğraşanlar çok iyi bilir. Bu hayvanların organizasyonları, erdemleri ve ürettiklerinin nitelikleri kadar oluşturdukları mimari biçimler de insanlara çekici gelmiştir. Modern batı mimarisindeki katkıları yadsınamaz. O halde, kolektif düş gücünü böcekbilim bakış açısıyla yeniden hatırlayalım. Tıpkı, Aristaios’un keşfi gibi samimi. Dionysos’un eğlenceli bir düşü gibi. Seçim sandıklarına kustuğumuz gibi değil. Polisteki yaşam örgüsünde çok önemli olan o güzel ve akıcı konuşma özelliği gibi. Ya da Süleyman’ın “ye evladım balı, çok iyi bir şeydir, bal peteklerini dene, damaklarına çok tatlı gelecektir. Tıpkı bilgelik öğretisinin ruhuna iyi geleceği gibi…” (Vulgata, XXIV, 13-14) öğüdünü mırıldanarak, dans ederek… 

Bizim düşlerimizi istatistiğe dönüştürmeyin. Çekin ellerinizi arılarımızdan. Ben Büyük Türkiye falan istemiyorum. Seneye de giyersin travmasını zor atlatabiliyorum. Beni kendi kendine yeten küçük dünyamda arılarımla baş başa bırakın. Onları da rahat bırakın. Gidin kendinize başka metaforlar bulun. Misal çöp konteyneri. Sizce de münasip olmaz mı? Oldu oldu, pek şukela durdu. O kalsın öyle.


“-Böceklerin politikası yoktur, ama ilk böcek politikacısı olmak isterdim…”
David Cronenberg’in The Fly (1986) filminden bir replik
Devamını oku...

3 Nisan 2009

2 Kapıdan İçeri Girmek

Algı kapısı açık değil. Yüzlerce yılın ağırlığı çökmüş üzerimize. Medeniyetler, kültürler, aile, eğitim ve geriye kalan her şeyin yoksunluğu. Sadece bir kapı açık. Ancak sonrakilerin müjdecisi olabilecek kadar aralık.
Oyun başlar…
Önceleri az kişi vardık. Kurallar sadece olduğu için gıcıklayıcıydı. Esmer tenli ya da sarışın hayaller fark etmezdi. Kaptırılan her an ancak bir yenisiyle doldurulabilirdi. Tek bir kural vardı. O da açık; sınırsız olmak için en karanlık olanı bil…
Sonraları çoğaldık. Öncesinden tek farkı duymadığımız seslerin, başka açık algı kapılarının varlığıydı. İçeri giremedik. Zaten çoğulluğumuz oradan geldi. Cendereye alınmışçasına çıldırmış, en tutkulu tufanların sonraki sessizliği gibi geldi. Daha ilk gördüğümüz eşikten atlayabilecek kadar yaşamamıştık. Anlamsızlık diz boyu olmuştu ki zaten aradığımız anlam kadar bilmediğimiz oluvermiştik. Çocukça ağlamalarımız çabalarımızı ödüllendirmiyordu. Sebepsiz mızıkçılık yapmak belki oynadığımız oyunu boşa çıkarabilirdi.
İnsanlar sözleştikleri kurallar uğruna eyleme geçiyorlardı. Fakat birbirleri üzerinde bıraktıkları tek intiba oyunun kurallarına uymadıklarıydı. Dışarıdan biri, belki galaksinin çok uzağından gelen biri, açtığı algı kapısından içeriye girdiği an elindeki anahtarın tek şifresini belki ‘oyun’ olarak ifade edecekti. Kuralları koyulan bir yaşamda, kuralsızlığın tek anlam olduğu bir oyun.
Üzerinde anlaştığımız, aynı algıların ve onların kapı arkalarındaki dil imgelerinin zarafetten yoksun fakat kibarca aşağılanışı sözde uygarlığımızın zenginliği olmuştu. Çoktuk ve çoğalıyorduk, gittikçe farkında olduğumuz şeyin hiçbir şeyin farkında olmadığımız olduğu karabasan gibi üzerimize çöküyordu. Belli ki rahatsızdık fakat gerçekte kaybedenin olmadığını bilir gibiydik. Tıpkı bir oyun gibi… Son ana kadar dilimizle kurduğumuz medeniyetin sonunu getirecek tek bir kuralın varlığından emin olamıyorduk. Araf imparatorluğu yurttaşı Andenken (anlamı:ozanca/şairce nereden geldiğimizi düşünmek) bunu şöyle açıklıyor: “ Dil, yolların bir labirentidir. Bir taraftan yaklaşır ve yolunu aşağı yukarı bilirsin; aynı yere bir başka taraftan yaklaşır ve artık yolunu takriben bilemezsin.” Ve ardından yurttaş Phronesis’in (anlamı: hakikati açık yaşama becerisi) sesi duyulurdu: “ Labirent… bir uçurumdur.” Kurduğumuz imparatorluk çökecek gibiydi. Üzerimizde hâkimiyet kuran tüm insan yapımı atalet özüne aykırı davranacaktı. Madde hareket sabitini insan ruhunda koruyamazdı. Sabit bir hareket enerjisi ancak sonraki için bir duraklama noktasıydı.
Değiştik ve değişiyoruz. Huizinga’nın dediği gibi: “ Hayat bir oyundur.” Mu? , kuralları belli, eyleyeni açık seçik, kaybedeni gerçekte olmayan. Gerçekle ilişiği ancak ruhlarımızın tahayyüllerinde mümkün bir görünümün sadece olduğu için gerçek olan ama oluşu her türlü fantazmı doğrulayan, gerçekten doğmuş gerçek üstü bir durum. Yoksa söz konusu oyunu çevreleyen tamamıyla gerçek bir oyun mu içinde bulunduğumuz? Evrende süper novaların, sahneledikleri ışık oyunundan daha fazlasını ifade ettiğini bildiğimiz kendiliğinden oluş ve yok oluş mu?
Şimdilik soruları bir yana bırakır ve başa dönersek. Algı kapılarımızın kapalı olduğu bu durumda, dilimizle kurduğumuz, algılarımızla can verdiğimiz, hem oyun hem de gerçek olan, dolayısıyla oyun olan, kurallarıyla var olan fakat bu kuralların olma vahametinden dolayı kuralsızlığı isyan belleyen, kategori dışı Araf imparatorluğumuz nasıl bir oyun oynar bize? ‘ Aisthesia’, güzelliğin ülkesi, oyunlar ülkesi, Araf imparatorluğunun başkentinden olup bitenler buna cevap teşkil eder…
AİSTHESİA

Kaldırımlar

Kaldırımlar her zaman çıkılacak bir yer, gidilecek bir yoldur ve yine her zaman duraksayan sakinleri vardır.
Aisthesia’da kaldırımlar boştur. Araf İmparatorluğu’nun en güzide oyun bahçesi, kaldırımlarını da diğer imparatorluklardan farklı olarak gerçek dışı yaratmıştır. Mühendisleri ve işçileri zamanın birinden kalmış, meçhul çocuk kahramanlarıdır. Hem çıkılacak bir yer hem de gidilecek bir yol yoktur. Duraksayan sakinlerse ancak bahçenin sonsuz alanlarında sonlu oyunlar için duraksarlar. Sıra beklerler ve bilindik tek gerçekleri kuralların olduğudur.
Kaldırım ütopyasının bittiği yer imparatorluğun bittiği yerdir. İmparatorluğun son kapısı işte orasıdır. Oradan bilinmedik, sanrılı diğer ülkelere geçilir. Kapıda ise kocaman yaldızlı yıldızlarla iki kelime yazar; “Algı Kapısı”…
Bir rivayete göre Prometheus Araf İmparatorluğu’nun bir yurttaşıdır. Burada yaşamıştır. Ateşi tanrılardan çalıp Araf’a getirmiştir. Gerçekle oyunun yer kaplamadığı evrene ve onun başkenti Aisthesia’ya. Şimdilerdeyse ateş harlı yanar, ne sönecek ne de alevlenecek sabrı vardır. Tıpkı imparatorluğun her yerinde olduğu gibi kuralları değiştirir durur. Ve burada herkes kendi aklının hesaplarıyla oyuna dahildir. Oyun Aisthesia’dır.

Mutlak Nesne

Bugün Prometheus’un ateşi sönmeye yüz tutmuştu. Başkentin ortasında imparatorluğun, diğer sarmal ve katmanlı evrenin en yüksek dağında oryantal ritimleri çağrıştırıyordu. İmparatorlukta, denizin en derin yerinde, dünyanın en yüksek dağında, ışık girmez kör karanlık mağarada varlığını hissettiren ‘mutlak nesne’ ise araftan gerçeğin zincirlendiği dünyaya doğru tek bağdı ve ateşle nesnenin oyunu başka hiçbir oyunun kurallarına dahil olamazdı. Tarihte dayanılmazlık ve esaretin müthiş uyumu ancak bu şekilde yaşandı.
Başkentin en eskilerinden, Araf’ın en eski yurttaşlarından, yanılgı ve hakikatin babası Alethia ‘ateş’ ile ‘mutlak nesne’nin oyunundan bahsederken hep şöyle başlardı:
-- Oyun, hoşa gitmeyen bir şeyi yapmaktan hiçbir kayıp ya da zahmet olmaksızın kaçınabileceğin halde yine de devam edip onu yapmandır…
Her seferinde, burada sözünü bitirir, buğulu gözlerle ‘ateş’e bakar ve sonra ‘mutlak nesne’ye dönerek:
-- Tıpkı karşımızda, içimizde, çevremizde duran yalın yaşamın tek kuralsızlığı sevgi gibi.
derdi. Ardından çekirgelerin tınmaz sefahati gibi yerinde debelenerek ve son nefesini tüketerek konuşmaya devam ederdi:
--Zamanın dilimlere bölünmediği, tarihin geçmiş zaman çöplüğüne dönüşmediği dönemlerde Prometheus ‘mutlak nesnenin’ kör mağarasını aydınlatan ‘ateş’i, sırf nesnenin insanoğlunun acılarını oldurduğu için ve görünmez kılınırsa acıların da sona ereceğini bildiği için çaldı. ‘Mutlak nesne’ hiç bu kadar görünmez ve karanlık olmamıştı. Prometheus ‘ateş’i imparatorluğumuzun en yüksek yerine koyduğundan beri artık evren ‘mutlak nesne’nin dünyasına ve ‘ateş’in araf imparatorluğuna bölündü…
Tam burada, gizemli ve karanlık bakışlarının altında sinsi gülümsemesini gizleyerek bağırdı:
--Ne de olsa oyun iki kişiliktir. Oyun…( biraz bekledikten sonra) ikilidir!!
Aletheia’yı dinleyenler birden irkilirdi tıpkı sürekli tekrarlanan ve her seferinde yabancı gözükenler gibi, oyunlar gibi. Hemen ardından uzağı görebilenin tanrıçası Theoria kalkar ve gayet rahat ve alımlı tavırlarıyla konuşmaya başlardı:
--Yanılgının ve hakikatin babası Aletheia, senin nazik beynin yüreğinden daha az iş yapıyor, birbirine oyun olmuş gergin yaşam tellerin artık eskisi gibi titremiyor herhalde. Baksanıza yurttaşlar, bu yaşlı adamda Aisthesia’nın ateşinde yanabilecek saflık var mı? Bense ne kadar saf bir ütopyayım.
Derdi. Alımlı ve alaycı tavırlarını çoğaltarak gözlerini yaşlı Aletheia’ya diker ve meydan okurdu:
-- Kuralları sen koy. Yanılgı ve hakikatin oyunu ne kadar uzaktan görünene dayanabilecek. Oyunumuz ne kadar çelişkilerine dayanabilecek, benim tutarlı, tertemiz ütopyalarım senin dengesizliğini bir çırpıda nasıl kör edecek gör!
Derdi. Neşeli bir kahkaha atarak:
--Sen de bilirsin, yurttaşlarımız acı çekmek yerine, cehaleti getirecek, yanılgı ve hakikati hapsedecek söylencelere inanmayı severler…
Tıpkı düellonun da sonu tek taraflı kazanca giden hayat rekabetine dair bir simülasyon, bir tür oyun olduğu gibi. Yanılgı-hakikat ve teori de diyaloglarında bu oyunu oynarlardı.

Çığlık

Ve Aisthesia’da son perde kapandı. Dikkat edilirse kaldırımlar, imparatorluğun ‘Algı Kapısı’na giden yoldur ama üzerinde yürünemeyen. Oyun ülkesinin ateşi, mutlak nesnenin yakıcılığına dayandıkça insan ırkının her bireyinden kopan çığlık, Theoria’nın kahkahalarından farksızdır.
Araf İmparatorluğu onulmaz bir oyundur. Ve birey aynı zamanda araf yurttaşıdır da. Arada gidip gelinen yürünemez kaldırımlar vardır ve algı kapılarından her yeni geçiş yeni bir oyundur.
Şeytan meleğe sorar:
-- Peki neyim var benim allahaşkına?
Melek bilindik bir rahatlık ve gülümsemeyle cevap verir:
-- Mantıksal bir yanılgıdan müzdaripsin.
Devamını oku...

1 Nisan 2009

6 Voltran


1980’lerden 2000’lere Çizgi Filmler ve Voltran Örneği: Kolektivizmden Kahraman İdealine

“Kahramanı yaratan, koşullardır.”
Christopher Caudwell

1970’lerin sonu ve 1980’lerin başında doğanlar için çizgi filmlerin hayatlarındaki yeri ve bir toplumsal ajan olarak rolü çok büyüktür. Bu yıllar aynı zamanda çizgi roman kültüründen yavaş yavaş uzaklaşmayı ve çizgi film kuşaklarına doğru bir geçişi temsil eder.
Dönemle ilgili akla gelen ilk örnek hiç kuşkusuz, bir Japon çizgi filmi olan Voltran’dır. Voltran, çizgi film ve çocuk dünyasında oldukça önemli bir şöhrete sahiptir. Onu bu kadar önemli kılan nedir peki? Voltran her şeyden önce kolektivizmin önemli bir temsilidir. Hatırlayanlar olabilir ama yine de anlatmakta fayda var: Voltran tam olarak 5 kişiden oluşan ve bir araya gelmeden düşmana karşı her koşulda başarısız olan bir robotlar birliğidir. 5 aslan robot, kullanıcıları olan 5 genç (ki çocuk yaştadırlar daha) tarafından tehlike anlarında buluşmak suretiyle gizemli mekânlarında tutulurlar. Voltran’ı oluşturan şey bu aslanların bir araya gelmesi ve bu doğrultuda hepsinin Voltran’ın bir uzvunu yönetmesi şeklinde açıklanabilir (kollar, bacaklar ve kafa). İşte Voltran’ı ayrıcalıklı kılan nokta, bu bir arada olma halidir. Çünkü düşman robot istisnasız hiçbir bölümde, aslanlar birleşip Voltran’ı oluşturmadan yok edilemez. Bu yüzden Voltran kolektif bir bütündür. Ama asla “bir” değildir, her zaman “birlik”tir. Eğer illa bir kahraman aranıyorsa da o kahraman “1” kişi değil, kişilerin toplamıdır. Voltran bu ve bunun gibi nedenlerden dolayı o dönem çocukları için bir çeşit kırılma noktası olmuştur.
Voltran sonrası dönem olarak adlandırılabilecek süreç ise ortalama 90’lar başından bugüne kadar gelmektedir. Bu süreç (Voltran’ın aksine) çocuklara kahraman ideolojisinin en çok pompalandığı yılları işaret eder. Tabi esasen toplumsal arka planda var olan şey neo-liberalizm hegemonyası, onun yaşam pratiğine dönüşen bireycilik, pasifizm ve atomizasyondur. Superman, Supergirl, Spiderman, He-man, …man, …girl* gibi bütün bu kahraman adamlar ve kadınlar üstün güçlere sahiptir ve kahramanlıklarını esasen bu güçlerinden alırlar. Oysa Voltran’ı oluşturan unsur, özel, aşkın bir güçler birliği değil gayet basit biçimde insan emeğiyle üretilmiş makinelerdir. Biz Voltran’ı meydana getiren ortalama koşulları biliriz. Hatta iyi bir eğitimle Voltran’ı oluşturan aslanlardan birini kullanabileceğimize de inanabiliriz. Fakat bu süper kahraman denilen şahsiyetlerin güçleri nedense, bizim hiçbir zaman ulaşamayacağımız ya da kendimizi dönüştüremeyeceğimiz niteliktedir. Örneğin Kripton’da doğmuş olmak, tesadüfen gen yapımızın değişmesi veya gamma ışınlarına maruz kalmak gibi. Kahraman ideolojisi işte bu yolla bizi pasifize eder. Kahraman olamayacağımız için, her zaman bir kahramanı beklemeye mahkûm ediliriz. Tek başımıza da zaten elimizden bir şey gelmemektedir. Her durumda suçlanacak kişi de bellidir minnet dilenecek kişi de. Eğer suç unsuru olaylar çoğalıyorsa bu kahramanın yetersizliğindendir. Mesela yoksulluk asla bir etken değildir. Sistem sorunsuz işler.
Toparlarsak en başta da dediğim gibi illa ki bir kahraman aranacaksa o “ben” değilim. O, “biz”iz. Biz üretenleriz; Voltran’ı birleştirenler. Bizim aşkın güçlerimiz yok ama birlikteliğimiz var, onların ise kahramanları.

Kahramanlar burjuvaziye, VOLTRAN İSE PROLETERYAYA AİTTİR.

* Her ne kadar kahramanlar arasına birkaç kadın karakter ‘serpilmiş’ olsa da kahraman ideolojisi her zaman için cinsiyetçidir. Güç, cesaret, korkusuzluk gibi kahramanlık öğeleri hep erkeklere atfedilmiştir. Kadınlar çoğunlukla erkek kahramana âşık olan romantize bir tipoloji oluştururlar. (Meraklısına not: Voltran’da Mavi Aslan kadındır, prensestir ve çok etkindir.)
Devamını oku...
SST Atölye