17 Eylül 2013

3 Izdırabınısikiyim Milk Port


Abilerim Ablalarım
Forum forum fing atanlarım
Face face dolaşıp
Tweeter’da devrim yapanlarım
Duyduk ki sokağın tadını almışsınız, eve köye uğramaz olmuşsunuz
Duyduk ki kapı kapı dolaşarak kına sorar olmuşsunuz
Duyduk ki "Eylülde Gel" ezgileriyle bizi anar olmuşsunuz
 


   
     
 O halde size en özel formülüyle, İslami usullere göre üretilip, adil paylaşım mantığıyla dağıtıma sunulan ultra-mega-hega etkili post(siz bunu kullanmayı seversiniz)- ızdırabınısikiyim.
Siz istediniz biz yaptık işte ;  Izdırabınısikiyim  “Milk Port”

Tamam dünyaca ünlü bir düşünüre eklemeler yapılmış olunabilir, tamam çocuğu olmayan Damat Ferit’in torun torba sahibi olması sağlanmış olunabilir. Tamam bir padişaha fahri doktora verilip, akademik kadrolara kişiye özel ilan verirmiş olabilir. Tamam bilim yuvalarında asistanlar  hocalarına, hocalar dekana, dekanlar ise Yök’e secde ediyor olabilir. 

Tamam İngiltere’de sürücüsüz otomobiller  yollara çıkmaya hazırlanırken; maket uçaklarla gövde gösterisi yapılıyor olabilir. Tamam  dünya “İşlemcilerde arka kapı var mı yok mu?”  tartışmasını yürütürken orada burada böcek yakaladık diye sevinile bilinir. 

Tamam da güzel kardeşim; "Sana Ne?" Dönsene evine. Her yer taksimse evinde taksim değil mi, sivil itaatsizlik eylemini pc başında Sibel Kekili eşliğinde gerçekleştirsene. Oraya buraya yazmışın “Kış geliyor” diye o halde alsana sen de iki şişe sıcak şarap evine. Alkol yasağı dersin ama gündemi  takip etmezsin, orantısız zeka dersin görememişin bağlantıyı;  alkol yasağı- üç çocuğu yan yana düşün; çaktın köfteyi.  Alacaksın sıcak şarabı çağıracaksın manitayı, iki de mum , kış geliyor balıkta ucuzluyor sonra dalgana bakacaksın kardeşim bunları da mı biz söyleyelim.  Fotoğraflarda gördük gitar çalmayı bilmiyormuş bir arkadaş, bak o çözmüş meseleyi yardım istiyor devletten, bir tane çıplak vatandaş vardı oda çözmüş ama mekanı kavrayamamış.

Bak kardeşim taktik basit; biraz internet araştırması yap, birkaç ressam ismi ezberle ama çok bilinen olmasın, bul onun resimlerini döşe evinin bir kaç duvarını.  Manita sorarsa “en çok sevdiğim” dersin “şurada, doğdu, burada yaşıyor şunu anlatıyor” falan, verirsin alttan sanat akımlarını Soyut Ekspresyonizm, Tonalizm , Konstrüktivizm, Orphism, Precisionism.  Olabildiğince İngilizce karşılıklarını kullanıp seçtiğin resimler  Kübik falan olursa izlenim daha da tutar, merak etme kardeşim kimse sormaz sana "resimden bahsediyorsun ama İncil okudun mu" diye.  Köşede bir yerde fotoğraf makinası bulundur ama profesyonel ya da yarı profesyonel olursa daha şık durur.  Bir pikap odanın köşesinde bulunsun, işte gerçek insan sesi falan giydirirsin sormaz  kimse sana sormaz algının toplumsallığını. Çocukluk anılarını canlandıran birkaç objeyle süslenmiş kitaplığı da unutma sakın, kitaplıkta bugünlerin popüler düşünürü Chomsky falan olsun. Kampta çekilmiş birkaç poz, kampa hiç gitmediysen photoshop ile üretirsin, hatta kampın tuvaletinin ne kadar temiz olduğundan bahsedersin ve birkaç sivri sinek savaşına karşı kullandığın spreylerin işine yaramamasından bahsedersin,  dur sana benden tavsiye sivri sinek- küllük- kuru kahve bağlantısı (her şeyi de devletten bekleme güzel kardeşim bağlantısını araştır) seni daha  bilgili ve doğa dostu yapar.  Birkaç açılı fotoğraf, birkaç konser resmi ve tabi ki yirmi yıl önce verirmiş bir pozun aynısı. Birazda oryantalist hava vermen lazım odana her zaman tutar, halıyla mı katarsın yoksa bakır objelerle mi orası sana kalmış. Tabi ki olmazsa olmaz müzik aletleri, gitar olabilir, ney olabilir, bambudan saksafon olabilir, çalmasan da dursun köşede görünsün. Önemli olan zaten çalman, okuman ya da bilgin değil ki  yarattığın izlenim. 

İmbd listesinde ki ilk yirmi filmi mutlaka izle, oradan bağlantılar kurmaya çalış hayatla. Bir de sürekli dillerden düşmeyen quentin tarantino, emir kusturica, david fincher, stanley kubrick, david cronenberg   falan takıl, zor değil hepsini izlemen bir haftanı alır. Tabi ki japon sineması Akira Kurosava, Kenji Mizoguchi, Takaşi Miike  pek bilinmeyen alandır nokta vuruşu yapılabilir,merak etme kimse sormaz senaristleri takip ediyormusun diye, sıkıştırmaz köşeye. Müzik; olmazsa olmaz müzik, ver kardeş gazı,  Angu, Teija Niku, Dragica Radosavljevic, Sting, Chet Baker .

Ve tabi ki özgürlük; sürekli özgürlükten bahset karşında ki ne göre ver ayarı gitsin; liberalizminde ki özgürlük, sosyalizmde ki özgürlük, anarşizm de ki özgürlük.  Aralarında ne fark var diye mi düşünüyorsun boş ver kardeş Izdırabınısikiyim Milk Port tam sana göre.

Izdırabınısikiyim içinde ne var diye sorar gibisin. Hiç.
Evet yanlış duymadın;  Hiç.
 Depresyonda olmanın “entelektüel”  olunmak izlemi verildiği bir ülkede neden içine bir şey  koyalım ki, ne koysak alacaksın, bunalım takılacaksın.
O nedenle güzel kardeşim 


“Bekleme yapmayalım


Hiç’ ini alan bunalıma doğru ilerlesin”

Şiirin orijinali facebookta…


 image source:  http://25.media.tumblr.com/tumblr_m0ucd7wfv51r8gskeo1_500.jpg

Devamını oku...

13 Eylül 2013

0 Aşk dediğin nedir ki?-2

Dedik ya sıkıcı konudur aşk, yazması da konuşması da sıkıcı. Küçük bir pazar yerinde “Bu herifi aldın mı?” sorusuyla afallamaktır bir nevi. “Karılar Pazarı”dır burası satıcıların tamamının müşterilerin ise  büyük çoğunluğunun kadınların oluştuğu, Bartın  köylerinde yetişen ürünlerin satıldığı pazar. “Bu herifi aldın mı” afallamasının arkasından “Sadece yangının mı?” sorusuyla da karşılaşırsın, çiçekli basmalı kadınlar iki soruyla; hiç çıkmadıkları büyük kentten Anadolu’ya, Anadolu kadınına, feminizme dair nutuk çekenlere hafif yollu ders veriyorlardır bir nevi. 

Pazarda basit bir peynir alış verişi yaparken,  genç bir satıcı kadının öfkeli bakışlarına da rastlayabilirsin, belki de  hafif yollu azarda yiyebilirsin. Hiç anlamadığın bu tepkinin kodları basittir aslında, genç kadının “görüştüğü”  gelmemiştir ve görememiştir o gün O'nu. Pazarda teorinin dışına çıkmıştır ve çıkmakla kalmayıp sana  nanik yapıyordur yaşam, kadının bakışları ezberinde olmayan bir iletişim ağının yol bilmeyen acemisi  olduğunu anlatmış; sebzelere dair ise “acaba organik mi?” sorusunu zihninin bir köşesinden kaydırıp çoktan uzaklaştırmıştır. 

Pazar alışverişinden sonra markete de uğramak isteyebilirsin, orta alt gelir grubuna hitap eden marketlere doludur pazarın çevresi. Zincir marketlerden bir tanesine girmek istersin fakat girmekte zorlanırsın. Ya L biçimde konumlanmış itilerek açılan iki kapı karşılar seni ya da itilerek açılan kapıdan sonra  bir turnike. İlk başta saçma gelir marketin bu uygulaması, "Basit sensörlü bir kapı niye koymamışlar" sorusunu sorarsın kendine. Cevap aslında tam da elinde tuttuğun pazar poşetlerinde gizlidir.  Kapıların konumu elinde poşetlerle girmemen için tasarlanmıştır, hem güvenlik maliyetini azaltıyordur firma hem de elin boş gezerek daha fazla ürün almanı sağlıyordur.  Marketin içinde dolaşırken; birbirine yakın, az hareket alanı bırakan raflardan hızlıca bir şeyler alıp çıkmak istersin ve kasanın arkasında ki geniş alan ve sensörlü kapı seni marketten olabildiğince hızlı çıkarmak için bekler. Hızla çık ki tüketim bandına yeni kurbanını koyabilsin devasa ağ. Pazardaki gibi sözlerle yaşanan afallama yoktur burada aslında söz de yoktur, mekanın tasarımcısı  konuşmasa da sana istediğini yaptırıyordur.

Ne pazar ne de market alış verişi yapmak yerine,   hep kitaplarda okuduğun 90-91  yürüyüşünün ilk başladığı noktalardan birine yani Amasra’ya gitmek ve orada tarihin içinde küçük bir çay molası vermek isteyebilirsin.  Amasra'ya giderken  arabanın üstünden geçtiği köprüyü yıkılmadan ayakta  tutanın tavuk yumurtasının akı olması  o anki bakışından uzağa düşebilir fakat ayağını bastığın toprağın yorgunluğunu arabadan iner inmez  hissedersin.  Sen bir isyanın izini ararken    “Lala Lala Çeşme-i Cihan Bu mu Ola?” cümlesi daha adımını atar atmaz karşılar seni, yöresel el oyması ürünlerin satıldığı Çekiciler Çarşısında adımlarken de başka bir  bir tuhaflık sezersin. Bir tuhaflık tarihin, el işinin içine dalmanı engelliyordur,  beğendiğin bir el oymasını incelemek için eline alırsın ve altında, köşesinde bir yerlerde  “ Made in China” yazar.  Geç kalmışındır hem de çok geç; belki bir eve girsen yaşlı bir teyzeden anılarını paylaşmasını isteyebilirsin, bu seferde çaldığın  kapı açılır açılmaz  karşında ki teyzeden “Hoş geldin, sefa getirdin, ne zaman geldin ne zaman gideceksin” ezgisini dinlersin, daha içeri davet edilmeden ne zaman gideceğinin sorulması garibine gider, pazarda yaşanılan afallamayı tersten yaşarsın.

Tuhaf bir bölgededir adımladığın yerler, en baştan kabul etmek gerekir.  Belki de kartpostallarda gördüğün ahşap evlerin içlerini görmek istersin. Ahşap evin romantizmini aramak için bir kapıyı tıklarsın, “Yeşilçam filmlerinde gördüğüm sıcaklık burada mı?” diye sorarsın. Sürekli yangın tehlikesinin korkusu sıcak yapar ortamı tabi ki, tahta kurularının nereden geldiği belli olmayan seslerin de ise  Paul Mauriat’dan  Le Peintre Des Etoiles dinleyebilirsin, iç gıcıklayıcı, kayboluşu, çöküşü hissettiren ezgiyi.  Ev sahibinden evin bakımının ve temizliğinin  ne kadar zor olduğuna dair haykırışları ise  şarkının olmayan sözlerine eşlik eder.

Aşk, en baştan dedik ya sıkıcı konuydu hani; bilmediğin bir iletişim ağının kodlarını çözmektir bir nevi, bu ağ hem zincir marketlerin üretimidir hem de tarihin ezgisi. Kitaplardakini ararsan taklitle karşılaşırsın, uzak diyarlarda üretilip ısıtılıp ısıtılıp sana satılanla. Eski filmlerde üretilen sıcaklığı arasan beyaz perdenin hiç  göstermediği ile karşılaşırsın ;kameranın bakışından uzağa düşen an'la. Bu nedenle Ey Sevgili arayıp arayıp yorma kendini Aşk dediğin nedir ki?
 image source:  http://modelleri.kadincasayfa.com/wp-content/uploads/Otantik-Tabure-Modelleri.jpg

Devamını oku...

9 Eylül 2013

0 Aşk dediğin nedir ki?


Üstüne yazılabilecek en sıkıcı konudur aşk.Sıkıcıdır çünkü anlatmak değil unutmaktır bir nevi; kendilikle uğraşan Foucault’u okurken “fuko muko hikaye” deyip uyuyan sevgilinin yanına sessizce uzanıp “Teşekkürler”  diyebilmektir.

Aşk; onun gideceğini değil tam aksine hiç gelmediğini bilerek ve bunu unutarak tutabilmektir bir eli ve Diogenes’in karşısında ki İskender’in konumuna hazırlamaktır
kendini. Çok dillense de az anlaşılır bu hikaye;  imparator karşısında ki köpeksinin “Gölge etme başka ihsan istemem ” cümlesi amma lafı koymuş gülümsemesi yaratsa ve  “engel çıkarma “ manasında anlaşılsa da farklıdır bu hikaye.  “Güneşimi engelleme”  cümlesi;  güneşin kanını taşıyan, aile kökenini güneşe dayandıran imparatora  “Sen piçsin”  “ne olduğun, nereden geldiğin belirsiz” demektir.  Diogenes’in  kelime oyunuyla yaptığı;  unutulanı bir anda dillendirmektir.  Aşk tam da bu piçleşmeye hazırlamaktır kendini, kendinde cisimleştiğine inandıklarının silinmesini beklemektir; Diogenes’in karşısında hükmünü bekleyen İskender gibi.  Piçleşmeye kadar hem kendinin hem de onun özel olduğunu düşünsen de; bir anda aslında hiç özel olmadığını sıradan ve yaşadıklarının öğrenilmiş olduğunu hatırlarsın.  Tam da bu nedenle aşk hatırlamaktır; -unutan ve hatırlayan bir ve aynı olmasa da- aşk; “vay be sistem bana da kakaladın  barları, kafeleri, sinemaları,  ertesi gün haplarını, prezervatifleri” demektir.

Yer değiştirmelerdir aşk; her haltta uyumlu hale gelebilmek için verilen savaş.  Aynı anda boşalabilmenin sevincini yaşayabilmek ve  sonrada alışmak O bedene. Gizemli noktaları  bulma arayışının yerini alan öğrenilmiş noktalar ve heyecanın, maceranın, fantezinin yerini alan “sanırım gene sevişmek zorundayım” bakışları.  Köşeye konulan porno koleksiyonun tekrar gün ışığı görmesi, mastürbasyonun çekiciliğinin tekrar keşfedilmesi, “benim bedenimi  benden iyi kimse tanıyamaz” isyanı. Dedik ya aşk hatırlamaktır bir nevi.

Üstüne yazılabilecek en sıkıcı konudur aşk. Sıkıcıdır çünkü  kendi tuzunu kendi  yüzüne sürmektir bir nevi. Rivayet odur ki; Fatih Sultan Mehmet’in cenazesinde, cenaze arabasını çeken atların gözlerine sürürmüştür ana maddesi tuz olan özel bir karışım. Amaç atları sürekli ağlatmaktır fakat tam kararında kullanılmalıdır; atları sürekli ağlatacak kadar ama atları acıdan zapt edilmeyecek duruma sokmayacak kadar. ”Ölen basit bir insan değil, ölen daha fazlası, bu nedenle; sadece biz kullar değil doğa ağlıyor” mesajıdır atın gözyaşıyla verilmek istenen, öleni, cenazeyi izleyenlerin gözünde kutsallaştırmaktır amaçlanan.  Tuzun etkisi sadece ata değildir, cenazeyi izleyen herkesedir,  at taşıyıcıdır sadece;  hem cenazenin  hem de bu kutsallaştırmanın taşıyıcısı. Tuzunu kendi yüze sürmektir  dedik ya aşk; akan gözyaşları haklılığın, haksızlığın  ya da üzüntünün ibaresi değildir; kutsamaktır fakat ne yaşanılanı ne de beraber yaşanılanı sadece kendini. Geriye kalan ise alınanların atılması, izlerin silinmesi, küçük bir cenaze töreni  ve her zaman köşede bekleyen temizlik malzemeleri.

Dedik ya sıkıcı konudur aşk; kendi narsis izdüşümünü yaratıp  -onda olmayan özellikleri de ona yükleyerek kutsanan seçicilikle -  onun bu, bu, bu  özelliğini seviyorum demektir.. Manavdan hıyar almaktan farkı yoktur aslında ve  bazıları da hıyarla patlıcanı yan yana görmek ister; açık ilişki ya da boynuzlamadır bu alışverişin tabiri. Bu alışveriş ise” onun fikirleri, bunun bedeni, şunun esprisi;  istediklerim o kadar büyük ve yüksek ki tek bir “O” cisimleştiremez bünyesinde tek bir “O” tatmin edemez beni “ demektir bir nevi.

Dedik ya aşk, “sıradan olduğunu” ,“ karşındakinin de sıradan olduğunu” unutmaktır bir nevi ve bir anda hatırlamaktır yaşanılanların, O’nun, kendinin, özel olmadığını.   Bu nedenle Ey sevgili; özel değilsin, güzel değilsin, zeki değilsin, yetenekli değilsin,  o, bu, şu, falan filan değilsin. Sıradansın; tıpkı benim gibi. O yüzden boşuna kasma kendini;  Aşk dediğin nedir ki?
 image source:  http://falanca.com/wp-content/uploads/ask-bir-cesit-suur-bozuklugudur-390x245.jpg
Devamını oku...

3 Eylül 2013

0 Bıyıkları Bademleştirme Enstitüsü


Bıyıkları bademleştirme enstitüsü burası; devletin gizemli mahzenlerinden birinde kurulmuş bilim yuvası. Çalışanların ve çalışmalara katılan gönüllülerin mahzen hakkında konuşmasının yasak olduğu, siz bilmeseniz de on senelik kısacık geçmişinde sayısız başarıya imza atılan harikalar diyarı. 

Gizemli mahzen dememin sebebi ise 53. bölge olarak bilinmesi; hani sizin hakkında olmadık senaryolar yazdığınız gizemli askeri üs. Askeri üs olarak lanse edilmesi içerisine düşecek bakışlardan saklanması kolaylaştırdı. Kabul ederseniz ki gizemli bir üs “mükemmel ülkemizin hangi üstün silahlara sahip olduğu” hakkında ki merakı üst seviyede tutar ve güçlü devletimizin gücü ve vatandaşlarımızın devletine bağlılığını daha da artırır. Enstitü kurucumuzun mükemmel zekasının ürünüdür bu algı yönetimi.

Enstitümüzün amacı ise bellidir, meslek gruplarına ve yüz şekillerine uygun kusursuz badem bıyığı bulmak. İlk çalışmalarımıza yüz şekilleri arasında ki ortak mantığı bularak, yüz şekillerini kategorize etmekle başladık. Üçgen yüz, yuvarlak yüz vb. Daha sonra daha da ayrıntıya girebildik; alnı açık yuvarlak yüz; çekik gözlü üçgen yüz gibi alt kategorileri ortaya çıkardık. Toplamda 56 alt gruba ayırarak yüz şekillerini gruplayabildik. Ünlü sikko deneylerine ise bu gruplamalar bittikten sonra başladık, sikko1 bizim dayanak noktamızdı. Sikko1’i kim tanımaz ki inanılmaz karizması ve babacan tavrıyla yeri göğü titreten komutan. Sikko1’in mükemmel uyumunu 56 grup içinde meslek ve mesleklerdeki statüsel farkları da gözeterek tutturmaya çalışıyoruz. 

İki senedir sikko657 deneylerini sürdürüyoruz. En zorlandığımız meslek grubu, çünkü hem kendi içinde bir çok kola ayrılıyor, hem de her kol kendi içinde hiyerarşiye sahip. Biraz itimatta gösteriyoruz sikko657'ye nede olsa bizimde içinde olduğumuz grup ve bugün ben ayrı bir heyecan duyuyorum. 

Sizin işiniz amma da kolaymış demeyin sakın, badem bıyıktır bu; yarısı vardır bıyığın yarısı ise jiletle alınmıştır ve yüze uyumlu hafif kavislidir. Bıyığın hem olan hem de jiletlenen kısmı hem geleneklerimize bağlı olduğumuzu hem de yeniliğe olan açık görüşümüzü anlatır. Kavis ise şemsiyeyi sembolize eder, dış mihraklara karşı göğsümüzü nasıl siper ettiğimizi. 

Enstitü birbiriyle uyum içinde çalışan üç ana bilim dalına ayrılmıştır. Bıyıkları Ölçme ve Uygun Bıyığı Yerleştirme Anabilim Dalı sadece sanallaşan yüzün üzerinde çalışır. Olabilecek en mükemmel bıyığı bilgisayar üzerinde defalarca test eder, aynı zamanda teorik bir bilim dalıdır yeni yaratılan bıyıkların içeriğini de doldurur . Badem Bıyığı Ölçme ve Değerlendirme Anabilim Dalı ise benim de içinde olduğum daldır. B.Ö.U.B.Y ‘den gelen modellemeleri deneklerimize uygularız ve deneklerin “doğal ortamlarında” yani evlerinde, işlerinde, çevresinde bulunan insanlardan alınan tepkilere göre uygun şekilde tekrar incelemeye tabi tutarız. Bu kısım karmaşıktır; deneklerimiz bize sonsuz bağlı oldukları için üzerlerinde bir ay kamera taşımaya gönüllü olurlar. Kamera verileri sürekli olarak ana bilgisayara aktarır, ana bilgisayarda ki yüz ölçme ve değerlendirme yazılımı ise deneğin karşılaştığı herkesin deneğe verdikleri tepkileri değerlendirerek bize yorumlayabileceğimiz veriler sunar. Badem bıyık modeli tarafımızdan onaylanınca üçüncü olarak Yayma ve İkna Etme Anabilim Dalına gider. Bu anabilim dalı medyayla içli dışlı olan anabilim dalıdır, amacı ise medya da yeni bıyık modelinin ön plana çıkartıldığı alanı açmak ve en etkili biçimde tanıtımını yaparak hitap ettiği meslek ve yüz kategorisinde olan erkeklerin kendiliğinden bu bıyık modelini kendilerine uygulamasını sağlamaktır. Örneği popüler bir dizinin en sevilen karakterin mesleği yeni bıyık modeline uygunsa bu karakter daha da ön plana çıkarılarak; ön plana çıkma ve bıyık ilişkisi izleyicilere sunulur. 

Bugün özel bir gün demiştim ya; bundan yaklaşık üç ay önce sikko657’nin 48. Grubunun üçüncü aşaması için merkeze gelirken; arabada dinlediğim müziğin tesiriyle midir bilinmez, arabayla yeni açılan bir inşaat çukuruna düştüm. Zorda olsa düşme sonucu alev alan arabadan kurtuldum fakat vücudumun büyük bir bölümü yanmıştı. Günlerimi basınçlı oda da geçirsem de yüzümün bir bölümü yanmasına rağmen bıyıklarımın sağlam çıkabilmesine seviyordum. Tedavi sürecinde enstitü içinde büyük bir tartışma da başlamış. Bana ve benim gibilere yönelik önceden düşünülmemiş bir kategori açılabilir mi açılamaz mı? Önceden planlanmamış yeni bir sikko yaratılabilir mi? Bir bölüm meslektaşım doğal ortamıma bırakılıp tepkilerin ölçülemeyeceğini savunurken, diğer arkadaşlarım ise yüzü yanmış olsa da olmasa da bir insanın badem bıyıklı olma hakkının elinden alınamayacağını savunmuş. Yayma bölümü ise dizilerde sürekli olarak yüzü yanmış bir adamı ön plana çıkarmanın çocukların ruhsal ve fiziksel gelişimi üzerinde olumsuz etki yaratabileceğini savunurken; tartışmalarda orta yol bulunmuş ve dizilerde ön plana çıkarmaktansa kamu spotu olarak lanse edilebileceği kararına varmışlar. 

Yakaladığım şansı düşünebiliyor musunuz hem tüm enstitünün metodolojisinin dışında bir çalışma alanını onlara sunabildim hem de bana özel bir badem bıyığı şansını yakaladım, üstüne üstük yeni bir sikko kategorisi açtım. Konsept belli alkolün tehlikelerini anlatan bir kamu spotu olacak ve “alkollü araba kullanmayın” mesajı verilecek. Gerçi kaza anında elimde alkol değil ayran vardı ama  dedim ya size bugün özel bir heyecanlıyım ve vatanıma milletime hizmet ettiğim için gururluyum. 

 image source:  http://beytar.com/notes/wp-content/uploads/2013/08/20130803-193950.jpg
Devamını oku...

30 Ağustos 2013

4 Anatomi-politik ve Gezi Resmi


Cennetin küçük bir prototipidir Sabbah’ın vadisi, gücün ve gücün etkisinin sadece sayılarla ölçülemeyeceğinin tarihin tozlu sayfalarında kalmış eski bir kanıtı. Korku, arzu ve masumiyet arasındaki geçişlerde saklıdır Sabbah’ın oyunu, oyunun bilinen silahı ise küçük bir bitki; haşhaş.  Kadın ve haşhaş, Haşhaşi’ye cenneti kısa bir süre de olsa yaşanabilir kılar. Bu kısa cennet molasını  sonsuz kılmak için ise gereken tek şey; cennetin kapısının anahtarını tutana mutlak itaattir , mutlak itaat sadece korkuyu değil aynı anda bu cennete geri dönüş arzusunu da barındırır. “Hazza giden yol hazdan önemlidir” görüşünün tersi söz konusudur burada; gidilen yol önemsizleşmektedir. Haşhaşi’nin gözünde mutlak geçiş hakkı kazanmak için gerçekleşecek ölüm ne aranılandır ne de son nokta, sadece bir adımdır.Cennetin anahtarını elinde tutan bir insanın sözlerini dinlemek yeterlidir cennete gidebilmek için, bu nedenle fazla okumaya gerek yoktur. Görev ne olursa olsun eğer görev emrini cennetin anahtarını elinde tutan veriyorsa o görev masumdur çünkü cennetin anahtarını elinde tutabildiğine göre o komutan masum bir komutandır. Hassan Sabbah cenneti kısa süreli de olsa görünür ve ulaşılabilir kılarak dolaylı yoldan kendi masumluğunu ve görevlerin masumluğunu tesis eder. Hassan Sabbah’ın gücü bu masumluktan da beslenir. Temelleri Sümerlerin yer altını ve gök yüzünü kapsayan mitolojisinde bulunan iki başlı hayvanın vücuda gelmiş halidir Sabbah, hem bu dünyayı görebilir hem de öte dünyayı.Haşhaşın etkisi vadideki hurilere ya da vadiyi kaplayan bitki örtüsüne dair değildir, haşhaşın etkisi Haşhaşi’nin algı dünyasınadır. Fakat burada küçük bir sorun vardır, haşhaşın etkisi Haşhaşi’nin geçmişinde bulunan korkuları ya da unutmak istediği olayları da patlatabilir ve Sabbah’ın Haşhaşi’yi içine sokmak istediği cennet Haşhaşi tarafından cehenneme dönüşebilir. Bu sorunu atlatmak için mutlaka Sabbah’ın taktikleri olduğunu ve Haşhaşi’nin algısı üzerinde haşhaşın da dışında Sabbah’ında yönlendirmesi olduğunu varsayabiliriz. Burada Sabbah salt cennetin göstericisi, anahtarın sahibi değil aynı zamanda cennetin kurucusu ve yönlendiricisidir. 

“Artırılmış Gerçeklik” tam da Hasan Sabbah’ın konumuna işaret eder; nesneyi değil nesnelerin algılanmasını değiştiren Artırılmış Gerçeklik, ürünü kullanan kullanıcıya farklı bir dünya açar. Bu açma da kullanılan araç ise Sabbah’ın haşhaşı değil bilgisayar tarafından üretilen ses ve görüntüdür. Burada gerçekliği değiştiren bilgisayardır ve bilgisayar bu değişikliği kodlamacılarının algoritmaları çerçevesinde gerçekleştirir. Artırılmış Gerçeklik ile artık masa sadece masa değildir, bilgisayar desteği sayesinde istenildiği anda bilgisayara karşı satranç oynanabilen bir oyun alanıdır ve ortada satranç takımı yoktur, satranç sadece artırılmış gerçekliği kullanıcının algılamasını sağlayan görüntüleme teknolojilerinde vardır. Sanal ve gerçeğin iç içe geçmişliği söz konusudur burada ve zihin her iki dünyayı da algılayabiliyordur, Artırılmış Gerçeklik ile iki başlı hayvan noktasına bu sefer son kullanıcı geçmiştir. 

Artırılmış Gerçeklik’in tam da iki başlı hayvan yaratma noktasını Adorno’nun kültür endüstrisi tartışmalarına atıfla; kültür endüstrisinin ürünlerinden etkilenen ve bu ürünleri değişime uğratarak geçmişini, anı’nı ya da tanık olduğu olayları ya da eleştirisini bu değiştirdiği ürünlerle anlatan fakat bu değişim sonucunda kar beklemeyen, kısacası ana güdülenmesi kar olmayan ve bu yarattığı eseri sanal ortamda dolaşıma sunan sanatçının konumu anlatabilmek içinde kullanabilir miyiz?

Öncelikle Adorno kültür endüstrisi terimini kullanırken endüstrinin sınırlarını çizerken kar beklentisini odak noktaya yerleştirmiştir ve burada endüstri ile ifade edilen ürünün dağıtımının rasyonelleşmesi ve malın standartlaşma sürecidir. Ayrıca  kültür endüstrisinin önemli  özelliklerinden birinin ise kendisinin tüketicilere değil tüketicileri kasıtlı olarak uydurması olduğunu vurgular. Foucault’un panapticon metaforuyla anlatılmak istenen nettir; Hayatın her noktasını iktidarın nesnesi haline gelirken,  iktidarın  “görünür” kılmak ve  göründüğü anın mahkum tarafından  bilinip bilinmemesinin   belirsizliği  nedeniyle “salt görünür olunduğu bilgisi” mahkum  eylemlerine yön verilir ve bu noktadan sonra mahkum için  görünmek önemsizdir  ana tuzak “görünür” olmaktır. Tamda görünür kılınma noktasında mahkumların hayatlarını kontrol etmeye yarayan bio-iktidar geliştirilmiştir ve anatomi-politik ile bio-politik iki anahtar kavram olarak karşımıza çıkar. Bio-politik nüfusa hedeflenmiş iken anatomi-politik bedene hedeflenmiştir. Bio-politik ile nüfus denetim altında tutulurken anatomi politikle beden denetim altında tutulur. Denetim altında tutma onu engelleme, baskı altına almaktan ziyade onu dönüştürmedir ve iktidarın üreticiliği bu noktada ortaya çıkar. Artırılmış Gerçeklik’i bu noktada farklı bir okumaya tabi tutabiliriz, kültür endüstrisi kitleleri nesneleştirmekle kalmayıp “kitlenin” algılanmasını da yönlendirmektedir,  aynı anda bedeni nesneleştirmekle kalmayıp  “bedenin” algılanmasını da yönlendirmektedir. Artırılmış Gerçeklik  ise örneğin karşınızda gördüğünüz koltuktan akan filmi izlemektir fakat sadece gözlüğe düşen koltuğun görüntüsü üzerine gözlük film ile bu görüntüyü birleştirmiştir. Koltuk sizin gözlükle ya da gözlüksüz algıladığınızdan daha fazlasıdır fakat bakışınız koltuğu hapseder bu salt görme noktası kültür endüstrisinin kitleye yaptığıdır, kitle kültür endüstrilerinin değiştirip yansıttığından  çok daha fazlasıydır . Artırılmış Gerçeklik  koltuk olarak hapsedilen ve algılanan nesnenin üzerine algoritmalar çerçevesinde üretilmiş görüntüyü giydirir ve nesne değişmese de nesnenin algısı ikinci defa değişir. Benzer etkiyi kültür endüstrilerinin ürünlerini değiştirerek tekrar dolaşıma sokan ve kar beklentisi içinde olmadığı için kültür endüstrisinden ayrılan sanatçıda yapar. Sanatçının endüstrinin ürünlerini değiştirirken kullandığı bakış ise Artırılmış Gerçeklik’i  arkasında yatan algoritma paraleldir.
     
Bu açıdan bakıldığında sanatçının bakışı, algoritma ve Hasan Sabbah’ın teknikleri aynı düzlemde okunabilir. Fakat burada sanatçı bu tekrar üretim sürecinde kültür endüstrisinin etkisinden ne kadar kurtulabilmiştir sorusu karşımıza çıkar. Sanatçının ürünü değiştirmesi ve kültür endüstrisinin ürünlerden kar noktasında ayrılması endüstrinin nesneyi algılama noktasındaki etkilerinden sanatçının sıyrıldığı anlamına mı gelir? Bu sorunun cevabını ise Gezi sürecinde ve sonrasında üretilen ve dağıtıma sokulan ve kar amacı gütmeyen amacı direnişe destek olmak ve direnişin sanatçı üzerinde yarattığı etkiyi yansıtmak olan eserlerde arayabiliriz.

(Kültür endüstrisinde sıkça kullanılan
 orantısız beden -masumiyet örneği)                                     (Kültür endüstrisinde sıkça kullanılan
                                                                                                   orantısız beden- komedi örneği) 



                                                                         
 (Kültür endüstrisinde sıkça kullanılan
 orantılı  beden  güç ve haz örneği)
      
Gezide kullanılan “zıplamak selüloitlere iyi gelir” “ direniş zayıflatır” “biber gazı cildi güzelleştirir” sloganları kültür endüstrisinin görünür ve ulaşılabilir kıldığıanatomi-politik’e tepki olarak okumak mümkündür. Kültür endüstrisi ürünlerinde bedenin zayıf, deformesiz ,kaslı, orantılı hatlı yönlendirmesi salt beyaz yakalı bedeninin değil, makbul vatandaşın izdüşümüdür ve sürekli ekrana düşerek görünür kılınması bedeni salt tüketim nesnesine indirgemek değil “makbül bedenin” anatomi-politiğidir. Bedenin bu algısından farklı olarak özellikle Japon Mangalarında etkisiyle üretilen ve dolaşıma sokulan fakat direniş öğesi olarak okuyamayacağımız daha çok “komedi” ya da “korku” unsurunu artırmak için kullanılan orantısız bedende bulunur. Orantılı beden arzu, güç iken orantısız beden korkulan ya da gülünen bedendir. Orantısız beden içerdiği komedi öğelerinden ve orantılı bedende olduğu gibi arzulanan ve ulaşılmak için rekabet halinde olunan beden olmadığı için  aynı zamanda masumiyeti de içerir.
Komedi, korku ve masumiyet unsuru olarak kullanılan orantısızlık ve güç, etki, haz unsuru olarak kullanılan orantılı beden kültür endüstrisiyle dolaşan anatomi-politik’in yansımalarıdır. Bu “orantılı olma” ve “orantısız olma” ve günümüzün “makbül beden” görüntüsünün ve buna tepkinin gezi sonrasında ve gezi sürecinde dolaşıma sokulan ve amacı direnişe destek olmak ya da direnişin sanatçının zihninde yaratığı etkiyi yansıtmak olan eserlere artık odaklanabiliriz.


(Gezi resminde  üretilen orantılı beden-güç-haz örnekleri)


                                              



















                                                                           









































                                                                      
















  






 (Gezi resminde  üretilen  orantısız beden -masumiyet örnekleri)


































































(Gezi resminde  üretilen  orantısız beden-Korku örnekleri)





















Tüm resimleri tek tek inceleyecek kadar alana sahip olmadığımızdan dolayı birkaç tanesini analize tabi tutabiliriz.Örneğin kitap okuyan direnişçi imgesi Gezi sırasında ve sonrasında tekrar tekrar dolaşıma sokulmuştur.Gücü’nü kültürden alan bu imge’de "IQ’izm ve diplomacılık" olarak tanımlanan ve modern elitist eğitim anlayışının fırsat yaratma ya da fırsatlara ulaşma noktasında denklik ilizyonuyla ürettiği ve meşrulaştırdığı eşitsizliğin “direnişçi” tarafından baskıya uğrayan  bedeni koruyan "en meşru simge" haline dönüştürülmektedir. Benzer "en meşru simge" bayrak imgesinde görülebilir.Bayrak simgesinin kullanılmasında bayrak herhangi bir sokak dövüşü konseptine sahip bilgisayar oyununda kullanılan silahın yerine geçmektedir. Burada bayrak bedeni koruyanın bir adım ötesine geçerek dövüşçünün elinde diğerini alt etmekte kullanılan silah olması bakımından bayrağa simgesel gücünü veren kaynakların dövüşçü istediği zaman sömürebileceğinin ve bu mantığın ürediği ve ürettirdiği eşitsizliği meşrulaştırma noktasına gitmektedir. Gezi olaylarını salt çevreciliğe indirgeyen ve bunu genel profil olarak gören yeşili hem koruyan hem de deniz gözlüğünün biber gazının etkilerinden koruması gibi bedeni koruyan olarak imgeleştirilen bakıştaki gibi tek başınalık ve ülkeyi “sen” mi kurtaracaksın sorusuna yanıt olarak verilen “ben” yanıtı ile zihnindeki doğruyu tek doğru sanan ve diyaloğa kapatan modern özne’nin kısa bir özeti gibidir.

Sanatçıların söylemek istedikleri tam olarak söylediklerimizin tersidir fakat kültür endüstrisinin yayımcısı olduğu beden ve bu bedenin kullanış özellikleri ile tam da söylemek istediklerinin tersine kendileri düşmekte ve  bunu yaymaktadırlar. Burada sanatçının konumu iki başlı hayvandır çünkü her ne kadar iki başlı da olsa farklı noktaları gördüğünü iddia etse de hayvan, bedeni tektir. O beden bir yere hapistir ve birilerinin hapishanesidir.

Adorno'nun kültür endüstrisi hakkındaki makalesine buradan
Yazı için  alıntılanan gezi resimlerine  ve daha fazlasına ise  buradan ulaşabilirsiniz. 
Devamını oku...

26 Ağustos 2013

0 Kağıt Uçaktan Kuleye: Burada her şey SEX


Aç kalan kurt sürülerinin köpekleri avlama ve bölgelerine tehdit oluşturan baskın erkek kurtları saf taşı bırakma taktiklerini anlatan belgesellerde avlanma taktiği olarak kullanılan “dişi”yi görebilirsiniz. Dişi kurt sürünün içine çekmek ve etkisiz hale getirmek istediği erile karşı, eril de çiftleşme isteği uyandıracak ve onu takip etmesini sağlayacak kur yapma taktiklerini kullanarak erili sürünün pençelerinden kaçamayacağı yere kadar çekerek avına tuzak kurar. Doğadaki Femme Fatale’dir  bu, başka bir ifade ile ilişkiye girdiği erkeklere sonunda büyük sıkıntılar yaşatan çekici ve baştan çıkarıcı kadın.  Fakat Femme Fatale senaristlerinin pek aklına gelmeyen bir durumda vardır dişi kurdun konumunda; dişi,  tuzağa çekmeye çalıştığı kurdun karşısında kendini av olarak gösteren avcı konumundadır ve aynı zamanda  sürünün içindeki diğer erillerin gözünde eriller arasındaki mücadelenin ödülü, en güçlü erilin sahiplendiği av’dır. Dişinin oynadığı görünüşte av- gerçekte avcı oyunu ile av konumu ;   avına karşı oynadığı “sex   oyunu”  ve gerçek amacı olan  “hayatta kalma” arasındaki duruma pareleldir. Dişi kurt sex oyunu ile hayatta kalma stratejisinin cisimleşmiş halidir. 

Avcılar arasındaki “hayatta kalma ve acıdan kaçma” düşüncesi, aydınlanma ile birlikte hayatımıza sokulan bir çözümleme perspektifidir. Perspektife sinmiş pekte elle tutulamayan insan doğası  tasavvuru aynı anda gizil bir mekan tasavvurunu da öne sürer; mekandaki temel argüman kıt kaynaklara sahip olunduğudur. Doğa kıt kaynaklar etrafında sürdürülen mücadelenin alanıdır ve insan bu mücadele içerisinde “savaş-dayanışma”, “yan yana olma- karşı karşıya olma”  durumlarının içerisinde  hayatta kalma mücadelesi veren bir varlıktır.  Yan yana durma-dayanışma  durumunda bile yan yanalıklar arasında da sürekli değişen  savaş-ittifak  vardır. Bu açıdan yaşam bir anda acıdan kaçtığımız sonsuz stratejiler adasına dönüşür.

Stratejiler adasındaki insanla belgeseldeki dişi kurt kurgudan ibarettir. Kameranın çekim açısıyla hapsedilen an’ların üst üste binmesi ve daha sonra düzenlenmesi alttan gelen seslerin yönlendirmesiyle erkek kurtla onu tuzağa çeken dişi kurt arasında diyalog sadece zihnimizde biçimlendirilen taşıyıcısı ve aynı anda değiştiricisi olduğumuz toplumun anlatımı olarak bize dönmektedir. Erilin dişinin kokusuna tepki verdiği ve kızıştığı ve kızışmakla birlikte çevresindeki tehlikelerin farkına varamayacak duruma geldiği düşüncesi kurtlar arasındaki avlanma taktiğinden ziyade erilin hakimiyetindeki toplumdaki kadının konumuna dair varsayımımızdır. Doğanın bu çözümlemesiyle birlikte görünür olan ”hayatta kalma” -“sex” birlikteliği,  insan yaşamına dair her an pazarlanan  “puan ekleme”, “bedeni ele geçirme” ,“iz bırakma” ,“güç mücadelesinin de bir adım önde olma”  amaçlarının doğa üzerinden meşrulaştırılmasıdır. Tam da bu nedenle doğa çözümlenen ve anlatılan nesneler diyarı değil meşrulaştırma alanıdır.  

Tanzimatla birlikte Osmanlı yazımında “burada bir köy varmış köyde de çeşme” şeklinde yerelleşme politikalarının yansımalarına rastlanır. Bakışı başkent ve sarayın büyüsünden sıyırıp başkenti kurtarmak için yeni bakışlar gerektiğini varsayan zihnin yazımındaki  değişimidir bu. Bakış değişimin de köyün ve çeşmenin  varlığının bir önemi yoktur, korkulan  başkent yanarsa -köye ve çeşmeye alevler dokunmasa da-  hokka tutan elinde  yanacak olmasıdır. Bakışın değişimine, tutarlı olup olmadığına ya da değişimin işe yarayıp yaramadığına dair bir çok tartışma yapılabilir fakat bu bakışın günümüzdeki  izdüşümünün peşine düşebiliriz. Antik bir metin arayışın ilk durağını oluşturabilir.

Polyneikes=En kötüsü nedir bilir misin? Özgürce konuşma hakkından mahrumdur insan.

İokaste=İnsanın zihninden geçenleri söylemekten men edilmesi... Bu bir kölenin yaşamına benziyor.

Polyneikes=İnsan yönetenlerin aptallığına dayanmak zorunda kalıyor. “(Fenikeli Kadınlar)

Konuşma özgürlüğü ve kölelik arasında ki ilişkinin temel metinlerinden biri olan Fenikeli Kadınlar’ın tartışmasında eksik kalan bir nokta vardır;  o da konuşma özgürlüğü ile dinleyiciler arasında ki diyalogdur. Eğer dinleyiciler varsa konuşma bir etkiye sahiptir ve diğerini etkileyebilmek kölelikten sıyrılmaktır. Dinleyicilerin olmadığı iki durum vardır ya etrafınızda insan yoktur yani kendini kendinize konuşuyorsunuzdur ya da herkes konuşuyordur ve tüm sesler tüm sesleri bastırıyordur. Herkesin konuştuğu dinleyicinin olmadığı yerde söz anlamsızdır ve sosyal medyanın kullanımı tam da bu noktayı işaret eder , artık herkesin konuştuğu ve yazdığı bir ortamda okuyucunun ve yazarın ölümü olmasa da değişimi ilan edilebilir.

Bu noktaya nasıl gelinmiştir, burada biraz geriye gidersek,  siyasal düşünceler tarihine dair herhangi bir kitabı aldığınızda Ansiklopedi tasarısına ayrı bir yer verildiğini görürsünüz. Büyük bir devrimin içinde atılan bombalardır ansiklopedinin maddeleri, maddelerin imalatçıları ise dönemin filozofları. İki yüzyıl sonra ise başka bir tasarı ise ansiklopedi ile şekillenen yaşama sessiz sedasız başka bir savaş açtı. Ansiklopediden farkı;  bomba imalatçılarının savaşmak gibi bir niyeti olmayıp sadece bomba atmalarıydı. Sözlük tasarısıydı bu, ekşi sözlük, inci sözlük gibi örneklerini gördüğümüz ve herkesin her konu hakkında yazabildiği sözlükler.

Maddeleri bilim kurulları  tarafından gözden geçirilmemiş, paradigmaların uzağında tüm paradigmalarla dalgasını geçen bir tasarı. “Bunun anlamı budur”  diyen iktidara karşı sözlükler “hadi lan sende”ciliktir bir nevi. Sözlükler ile birlikte dokunulmaz, ulaşılmaz varsayılan medyanın ürünü olan yazar tayfası, popüler kültür ürünleri, akademinin şövalyeleri;  yani söz söyleme yeterliliğini ve söz söyleme hakkını kendinde görenler hem dokunulabilir hem de dalga geçilebilir bir hale geldi. Ansiklopedi tasarısının bu öngörülemeyen fillerinin kulelerinin inşasında fil dişinden çalındığını anlattı sözlüklerin maddeleri. 

Aynı anda kanaat önderleri , kendine dair her eleştiriyi dinsel savaş olarak ele alan kedi canı seviciler. Yüz binlerin oyuyla belediye başkanı olan fıskiyeciler bir anda en hafif tabirle “geyik” malzemesi oldular ve çizilen karizmaların eşliğinde kendilerini sinir bozucu savaşın içerisinde buldular. 

Medyanın belirlediği gündeme inat sözlük kullanıcıları kendi gündemlerini belirledi. Bu gündem çorabı kaçan liselinin erkeklerin fantezi dünyasına etkilerinden gündelik bir olayın ekonomi-politik çözümlemelerine kadar oldukça geniş bir yelpazede gerçekleşti. Daha öncesinde forumlarla başlayan, sözlüklerle güçlenen herkesin her konu hakkında konuşması ve konuşma yeterliliğini ve hakkında kendinde görenlerin yaşadığı depremler  facebook ve tweeter ile devam etti. 

Gezi eylemlerinde duvar yazılarında kullanılan dili, göndermeleri, anlamlarını fildişi kulenin fillerin okuma alanından uzak kalmasının sebebini  ve Tanzimat yazınındaki “burada köy varmış”ın yerine “burada sosyal medya varmış”- “köyde de çeşme varmış”’ın yerine “ başka bir dil varmış” ın geçmesini  ansiklopedi ile sözlük arasında ki görülmeyen savaştaki ansiklopedinin şaşkınlığı olarak okunabilir. 

Herhangi bir olayı anlamak için kitapları karıştıranların geziyle birlikte göndermeleri, anlamları anlayabilmek için sözlük sayfalarını karıştırır haline gelmesi , olaylar başladıktan sonra pata küte açılan sosyal medya hesapları, gazete yazarlarının gün içerisinde sosyal medya hesapların gazetede yazdıklarından daha fazla cümle kurmaları ve köyün kurallarına uyum sağlarkenki şaşkın tavırları gülümsetirken  bir yandan da eril’e kur yapmaya çalışan dişi kurdun amacını mı taşımaktadır sorusunu sordurmaktadır. 

Aynı soru elinde anket kağıtları ile geziyi anlamaya giden araştırma şirketleri, veriler üzerinden ölümünü ilan eden sosyologların  durumu içinde sorulabilir. Fakat bir yandan da unutulmamalıdır ki anlamak, hakkında söz söylemek, müdahil olmak, açıklayan olmak durumları arasında geçişlerin içinde olan dişi içine girdiği ve  laboratuvar sandığı Gezinin  tam da ortasında onu oraya yönlendiren tarafından av durumundadır.

Sosyolog’un buradaki hem avcı hem de av konumu; Gezi parkında  “ burada bu varmış”  sevinci ve bunu “görev bilinciyle” dile getirmesi ; “burada her şey SEX” ile “hayatta kalma” ile paralel okunabilir. Amaç Gezi’yi çözümlemekten fazla “puan ekleme”, “bedeni ele geçirme” ,“iz bırakma” ,“güç mücadelesinde bir adım önde olma” olarak okunabilir ve bu hayatta kalma refleksi stratejiler adasının daha da doğallaştırılmasından öteye gidememektedir ve hayatta kalma zaten hiç olmamaya dönüşmektedir.
Devamını oku...
SST Atölye