15 Temmuz 2010

2 Bir Çocukluk Travması Olarak Beden Eğitimi

‘Görünür olanı’ bir düş yolculuğuna çıkararak, o tüm sıkıcılığından bir nebze olsa arındırıp, eğlendirmek niyetindeyim hep. Tahayyül evrenimde belirenlerin çoğunlukla çocuk zamanlardan kalma hikâyeler olması bu yüzdendir. Zira tam da Max Frisch’in betimlediği anlamıyla Homo Faber ile, yani her şeyi bir amaç doğrultusunda araçsallaştırıp, varolanı tüketip yok etmeye vesile kılacak insan idesi ile böyle bir evrende gezintiye çıkmam mümkün olamazdı. İhtiyaç duyduğum tek şey bir oyun kurgulayıp, eğlenmek olabilirdi. Belki, oyunun da olası tüm ciddiyetine rağmen Homo Ludens’i aramaktı. Arayış serüvenime eşlik edecek hikâyeler, Homo Faber’in trajedisindeki gibi biçimlendirilmiş, giydirilmiş ve sana düş gücünün itkisiyle başka bir biçeme çeviremeyeceğin kadar sıkılaştırılarak sunulmuş olanı aşma hevesiyle oluşuyordu. Bu hevesi sınırsız şekilde çocuk zamanlarımda bulmuştum. 

Agamben, “Çocukluk ve Tarih: Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme” çalışmasında, modern dünyadaki gündelik varoluşun dayattığı rutinin, tek tipleşmenin sonucu olarak, -iki dünya savaşının yarattığı felaketlere bile gerek kalmaksızın- insanın kendi benlik hikâyelerinden ve deneyim olanaklarından yoksun bırakıldığını belirtir. Güneşin batışını izlemek yerine, bu deneyimi kamerasının yaşamasını isteyen Homo Faber gibi… Deneyimi mümkün kılan şey ise aşkınsal köken olarak çocukluğun kendisidir. Agamben burada dil ile ilişki kurar. Deneyim olmasaydı, dolayısıyla insanın bir çocukluğu olmasaydı, dil kesinlikle Wittgenstein’ın kullandığı anlamda bir oyuna dönüşürdü. Ama deneyim dilden önce ortaya çıkan bir şeydir, saflığını -dilsiz deneyim [Husserl]- çocuklukta bulur. Dilin sınırları çizen ise, sözü, deyişleri ve hikâyeleri, kısacası en bildik nesnelerin deneyimlenebilirliğini ortadan kaldıran bir yabancılaşma halini yaratan modern dünyanın kesinlik ve ölçülebilirlik arzusudur.

Çocukluktan çıkışı tarif eden okullaşma süreci bu noktada bir mahiyet kazanmakta. Ama aynı zamanda, çocuk zamanlara doğru yolcululuğumdaki hikâyem de tam da burada başlamakta. 

Bir okul bahçesinin önünden geçerken tanık olduğum manzara, travmatik bir hatırlamaya sebebiyet verdi. Bir beden öğretmeni, istediği hareketleri yapamayan bir çocuğa avazı çıktığı kadar bağırıyor. Nefret, bıkkınlığın yerini almış. Çocuğun yapabileceği bir şey yok, sadece ağlıyor… 

Oyunlarla öğrenilen bir deneyime benzemiyor. Deneyimin yıkımı olarak beden eğitimi… Muhakkak, herkesin beden eğitimi derslerine dair anlatacağı bir dolu anı vardır. Çeşitli sebeplerden dolayı tek iple çekilen dersti. Hafta boyu iple çektiğimiz dersin sadece ip atlamakla geçtiği de olmuştu. Kasadan, minderden ve bilumum nesne üzerinden takla atma işkencelerine rağmen beklerdik. Amma velâkin memleket canavar gibi jimnastikçi yetiştirdiğinden ip atla, koş, parende at, zıpla mevzuundan ibaretti dersler. Tek isteğimiz futbol oynamaktı ya da en kötü basketbol. En kötü diyorum, çünkü basketbola ilişkin tek bilgimiz turnike olduğundan sıkılırdık. Olay sadece turnikeydi. Ha babam turnike. Yahu arkadaş jump switch’i, pop shot’ı geçtim, yok mudur bunun bi üçlüğü falan… Haa, bir de Mikasa efsanesi vardı. O güzelim Mikasalar malzeme odasında kupa gibi dizilir, inci gibi parlardı. O toplarla hiç oynatılmazdı. Nadirde olsa topla oynadığımız zamanlarda anca patlak, pörsük, söbü toplar çıkarılırdı. Mikasalar öylece dururdu. Mikasalar… Ortaokulda bir nasyonal törensel işkencenin ardından malzeme odasına bir vesileyle girmiş ve o canım Mikasaları bahçeye çıkarıp keyifle oynamıştık. Ancak o kadar kendimizden geçmişiz ki, yanı başımızda mitçi gözlükleriyle beliren bedenciyi göremedik. Sonuçta, kulağımız türlü esnetme hareketleriyle yanardağ kıvamına gelmekle kalmamış, Mikasaları da kafaya yemiştik. Yetmemiş bir de malzeme odasında kafamıza o kalas gibi ağır idman toplarından yemiştik. Hani filmlerde çocukların topu eski hayaletli malikâneye kaçar ya, o fantastik, gizemli noktaya erişemedik hiç. Bildiğin malzeme odası bir daha önünden geçmeye cesaret edemediğimiz korku odasına dönüşmüştü. Hababam Sınıfı’nda uzak doğudan getirdiği yeni tekniklerle bize hep başka bir boyutun imkânını gösteren Badi Ekrem ise yoktu ortada.

Hep benzetmeye çalışsak da, o asla olamadı. Beden eğitimi derslerinin amacı da jimnastikçi yetiştirmek olmadı. Körpe bedenleri "talim ve terbiye" etmek ve nasyonal törensel işkenceler için hazır hale getirmekti.. Adı üstünde, vasfı açık biçimde bedenin denetimiydi. Biyopolitik bu aracın uygulayıcıları da kendi travmalarını çocuklar üzerinden bastırmaya çalışırdı. “Madem özel harekatçı olamadım, beden öğretmeni olayım” modundaki bir zihniyetti. Bu tipolojiyle insafsızlık yaptığım düşünülebilir, ama en azından biri bana neden bir derste rahat-hazır ol-sağ baştan say komutunun varolduğunu, saçma bir gerekçeyle dahi olsa açıklasın. Onca yıl geçmesine rağmen hâlâ aynı manzaranın tanıklığındayım. O zamanlara dair yolculuğumda bulduğum ise 'oynayan insan', -Homo Ludens- değildi. Gördüğü, bulduğu, hatırladığı şey, kafasının acısıyla gözünden süzülen yaşlara rağmen kıt’a durdurulan çocuktu. Oyun oynadığı için, hem de keyif aldığı şekilde. Oynayarak, görünür olanı bir düş yolculuğuna çıkarmaya devam ederek…

2 yorum:

  1. Blogunuzu yeni keşfettim ve her bir yazıyı teker teker, sindire sindire okumaktan kendimi alamıyorum. Herkesin bir şekilde özdeşleşebileceği, "işte bu" diyebileceği şeyler üzerine yaptığınız yorumlar, öylesine bir alışkanlık haline gelmiş şeylerin ideolojisine dair çözümlemeler gerçekten ufuk açıcı. Yazarların üslubu, sitenin görselliği de cabası. Ellerinize sağlık, sakın yazmayı bırakmayın. Not: "Bir Çocukluk Travması Olarak Beden Eğitimi" yazısını okuduktan sonra içimden yorum yapmanın gelmesi tesadüf değildir. :)

    YanıtlaSil
  2. Yazı gerçekten çok güzel, kendime yönelik bir çok parça buldum okurken.

    Futbol maçı öncesinde, sınıfın en iyi iki oyuncusunun "adam seçme" ritüeli de benim üzerimde yıkıcı bir etkiye sahip oldu hep.
    "En son seçilen adam" olduğumdan dolayı içimden hiç koşmak gelmezdi. Anca defansta bekleyip, gelen toplara rastgele vururdum. Orada koşturmaktansa, iki saat matematiğe bile razıydım. Milli bayramlarda iki yıl üst üste sahneye çıkarıldıktan sonra, alt devrenin hiç görev almamasını izlemek de büyük bir haksızlıktı.

    En büyük temennim, koşturmaktan keyif almayan çocuklara bu dersin dayatılmaması.

    YanıtlaSil

Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.

SST Atölye