29 Kasım 2012

0 Joker

"Öyleyse, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım."
"Sonra (onların) önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve sen, çoklarını şükredenlerden, bulmayacaksın."
(Allah) buyurdu: "Haydi, sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık. And olsun ki, onlardan sana kim uyarsa, (bilin ki) sizin hepinizden (derleyip) cehennemi dolduracağım." (A'RAF/16-18) 

Gerçeklik algın değişecek diyordu elinde neşteriyle üstüme doğru uzanırken. Önce dudağının sağından başlayacağım, hafiften yukarı doğru kavisli keseceğim, daha sonra ise solundan... Neşter ojeye dönüşüyordu yanağıma yaklaşırken, koyu kırmızı bir oje. Önce sağ yanağımı boyadı sonra ise solumu... Tepkisizce onu izliyordum, hareketlerini, gülümsemesini. Onu itmek istiyordum, üzerimden fırlatmak ama gücüm yetmiyordu, kasılmıştım. Dudaklarımın yandığını farkettim, ojenin değdiği yerler yanıyordu, pis bir koku yayılıyordu dudaklarımdan; yanan et kokusu değildi ama bu anason kokusuydu, içimde garip bir kusma isteği. 

Yatağa kusmamak için fırladım yataktan, nereye gideceğimi bilmiyordum, bu evi tanımıyordum, yalpalıyordum, adımlarımda bakışlarımı yere odaklamış lavabonun hangi tarafta olduğuna dair bir ipucu arıyordum. Biri kolumdan yakaladı ve sürüklemeye başladı, düşmemek için mücadele ederken birkaç adım sonra lavabodaydım, küvete doğru büyük bir patlama. 

Saçımdaki ıslaklığı hissediyorum, birisi saçlarımı yıkıyor, çok mu sıcak sorusunu duyuyorum fakat kim bu bilmiyorum, tanıyamıyorum bu sesi. Hayır anlamında kafamı sallıyorum, dudağıma değen sıcak su serinletiyor yanıklarımı, tamam diyor ses gel. Tekrar sürükleniyorum, kalktığım yatakta buluyorum kendimi. 

Elleri kanlıyken ben iğrencim affet diye ağlıyor, ellerinin nasıl kanlandığını anlamıyorum, vücudumu dinliyorum acı yok, his yok. Zor da olsa kan diyorum. Yüzüme sürüyor... 

Tekrar bir mide bulantısı, çok ama çok sert bu sefer aniden fırlıyorum yataktan kırmızı görüyorum her tarafı ama ayaklarım ezberlemiş yolları, küveti kendisi buluyor, büyük bir patlama gene bir öncekinden daha büyük, duvarlarda kan izleri. 

Günaydın diyordu uyandırırken, “hadi kalk, amma da horluyormuşsun”, diğer odadaki yatakta başka bir adam var, kimdi o hatırlamıyorum. Hadi diyor çıkalım, güzel bir kahvaltı belki de sonrasında güzel bir film. Zorda olsa kalkıyorum yataktan, saçlarım hala nemli, saçlarımı kim yıkadı diyorum adamı gösteriyor, o yıkadı. 

Birkaç saat sonra eski filmlerin tekrar gösterildiği bir sinemadaydık, sinemada taciz etmeyi severim cümlesine kanarak gitmiştim. “Hangi film?” Batman’in afişini işaret eti, Batman olur mu ki? Olabilirdi, zamanında tv ekranına hayranlıkla izlediğim karakterdi. “Bana uyar”, nasıl olsa hala ayılamamıştım, o an tüm filmler bana uyardı. 

Amerikan kültür endüstrisi tarafından yaratılan çocukluk efsanelerimizden biriydi Batman, kentimize hiç uğramadı, oysa o kadar çok bekleyeni vardı ki, bir de uğramayan örümcek adam vardı. Örümcek adamın uğramamasını anlıyordum, nasıl gelecekti ki taa buraya kadar ağını atıp havalarda zıplaya zıplaya gelebileceği bir gökdelenimiz yoktu. Film başlarken çocuk bakışlarım aklıma geliyordu, Parliament Sinema Kulübü yazısını heyecanla beklemem. İlk izlediğim filmdi o seride belki de o yüzden Parliament’i hala özel bir marka sanıyordum. Canımda sigara istiyordu ah diyordum keşke açık hava sineması olsaydı. 

İki ezeli düşman, bir tarafta Batman bir tarafta Joker, kültür endüstrisinin kutsalı ve murdarı, biri olmadan diğeri anlaşılmaz, birbirleri üzerinden anlatılırdı. Batman filmde yaratılan dünyadaki gerçek karakteriyle kentin en zengini, en büyük şirketin sahibi. Bu zenginliğiyle birlikte sahiplenmiş kentini ve vatandaşlarını; yardımsever, yatırımcı, iyi aile çocuğu, yanında çalışanları ailesi gibi kabul etmiş. Daha çocukken zihnimize sokulan burjuva karakteri, nazik kültürlü ve kötülerin ve kötülüklerin karşısında, güçlü, sportif. Çocuk bakışlarımla hayranlık duyduğum karakter o an midemi bulandırıyordu, bu bulantıda akşam devirdiğim dublelerin de etkisi vardı. 

Harbiden ne olmuştu, dün gece kayış nerede kopmuştu, Urla’da sahil kenarında bir balıkçıdaydık, salaş bir havanın yaratılmaya çalışıldığı ama bu havanın zorlama yaratıldığı belli olan bir mekan. Mekanı pek sevmezdim ama balık konusunda uzmandılar. Günlük taze balık bulabilirdiniz, tabi bu balık denizden koşup gelmezdi tabaklarınıza, az ilerdeki balık çiftliğinin ürünüydüler. Rakı-balık ve Zeki Müren şarkıları, ılık bir havada daha ne istenir ki. Bir duble, bir duble denilirken başlayan bir kopuş... 

Ve Joker, kentin dizginlenemez yıkıcısı, istediği sadece yıkım, var olmadığı, dışlandığı kentin yıkılması, patlaması. Nedensiz bir yıkım olarak sokulur burnumuza saf kötülük. Çünkü güzel kentimizde rahat rahat yaşamaktadır şehrin sakinleri. Joker, kültür endüstrisinin yarattığı dünyada tüm olumsuzlukları cisimleştirmiştir bünyesinde, çirkindir, dişleri sarı, göbekli. Arka sokakların adamıdır, arka sokakların isyanı, dolandırıcıdır, hilekar, bir o kadar da dengesiz. Gösterişli olmaya çalışır kıyafetlerinde, gülüşünde, hareketleri abartılıdır, Batman’in karşısında şov yaptığını, sadece gösteri nesnesi olduğunu karakterin yaratıcıları Joker’in her hareketinde altını çizerler. Bu kalın çizgi Harlem’i anlatan birçok yapımda gözümüze sokulur, Harlem’in sakinleri altın düşkünü, gösteriş budalası ve psikopatlardır. 

Jokerle Batman arasında kapışma başlar ve olabildiğince devam eder; beyaz ve siyahın kapışmasıdır bu, kazanan tabi ki beyaz olacaktır, siyah ise layık olduğu yeri, kanalizasyonu boylayacaktır. Öyle bir ruh hali yaratmıştı ki sanki joker şuradan, perdenin arkasından çat diye çıkacakmış gibi, ama Batman sadece özel anlarda, ihtiyaç olduğunda ortaya çıkar ve o çıktığında yani güneş doğup kurtarıldığımızda ona uzun uzun hayranlıkla bakmalıyız, sanki bir daha göremeyeceğimiz eski sevgili gibi. 

Joker ne kadar uzak anlatılsa da ne kadar abartılsa da bizdik, bir yerlerde bir anda ortaya çıkan biz. Yüzünde devasa bir gülümseme vardı ama bu gülümseme devamlı eğlendiği anlamına gelmiyordu ya da şakacılığının, çocukken kesilmişti yüzü ve joker hem o kesiği bastırmak hem de tekrar tekrar üretmek için boyuyordu, bu bir nevi popüler kültürün sürekli üzerimize dayattığı eğlence anlayışıydı, gülmeli ve olabildiğince mutlu olmalıydı “insan”, insan gibi yaşamdı bu, yaşamın amacı mutlu olmaktı ve mutlu olmak ise dibine kadar eğlenmek, eğlenilmeyen her an ölü bir andı. Bu sürekli pompalanan eğlence anlayışı üzerinden yaratılmıştı devasa bir tüketim ağı, tükettiğimiz kadar yaşıyor ve tükettiklerimiz üzerinden tanımlanıyorduk. Bu anlayışla bankaların gönüllü köleleriydik, üretilmiş her tatil öncesi ekranlarımızı kaplayan kredi reklamları, her mekanda bulunan neredeyse tüm bankaların post makinaları. Mutsuz olabilirdik, makul ve makbul görülen tek mutsuzluk aşkın getirdiği mutsuzluktu ve aşk en fazla pazarlanabilir olandı. 

Jokerin yüzündeki kesiklerle gülümsemesi bizim gülümsememizdi, ama o farkındaydı isyanın, isyan edilmesi gerektiğinin. Joker belki de bu nedenle isyanın farkında olmayanları ölümcül sinir gazıyla güldürerek öldürüyordu, her gün yaşanılan sarsıntılarla yavaş yavaş tükenmektense yarattığı tek depremle yaratıyordu yok olmayı. Jokerin yüzüne odaklanırken, kendi yüzümü incelediğimi fark ettim, dün geceki korkulu rüyamı, neden kesiyordu ki yüzümü, bilinçaltım neyi haykırıyordu, neden koruyordu beni. Gece yarısına kadar içmiştik karşılıklı, içinde sıkıntısı vardı, paylaşamadığı bir derdi. Daha sonra o adam geldi, onu kocam beni sevgilim diyerek tanıştırdı. Oradan bir önce kalkmak ya da olan biteni anlamaya çalışmak arasında kalmıştım, ortamı kaldırabilmek için daha fazla içkiye sarılmıştım, daha fazla daha fazla ve sonra... Kopmuştu kayış hatırlamıyordum, o an gidememiştim fakat şu an kalkıp gitmeliydim, Joker olabilirdim fakat Jokerleştirilmenin acısını kaldıramazdım...
Devamını oku...

22 Kasım 2012

0 Neverblue

Gri üzerine kırmızı bağcıklı mı alsaydı yoksa hakinin üzerine yeşil bağcıklı mı? Ya da kangruu değil de paraya kıyıp colombia mı alsaydı. Özel taban waterproof gayet kullanışlıydı. Hem ne olacaktı ki, çocukluğundan beri görmek istediği yeri daha rahat gezebilecekti, aradaki 200tl önemsiz bir farktı. Alışveriş sitesindeki modeller arasında dolaşırken siyah bir colombia’da karar kıldı belki de yeni sezonun en pahalı ürününü seçmişti. 

Outdoor ayakkabı tamamdı üstüne ise kadife yandan cepli bir pantolon iyi giderdi, camel activelere takıldı gözü, oldu olası bu markayı severdi. Tam aradığı gibi bir model bulabildi, umarım diyordu içinden bedeni tam oturur. İki ürünü birden sanal alışveriş sepetine ekleyerek alışverişi tamamla kutusunu işaretledi. Kredi kartı bilgilerini doldurduktan sonra teşekkür ederiz sayfasına yönlendirildi ve aynı anda cep telefonuna isterse bu alışverişi +4 taksit ya da taksit öteleme yaptırabileceğine dair bilgi mesajı geldi. 

Kargoyu heyecanla beklemeye başlamıştı, kargonun her durağını online kargom nereden sayfasından görebiliyordu. Adresine en yakın şubede indirildiğinde ise içini tarif edilemeyecek bir sevinç kapladı, belki diyordu öğleden sonra getirirler. Çok beklemedi sadece iki saat sonra siparişleri elindeydi. Heyecanla kutuyu açtı ve ilk önce pantolonu eline aldı, dikişlerini inceledi, arkasından ceplerinin genişliğini, “tamam diyordu çok güzel”. Ayakkabıyı eline aldı, düşündüğünden daha hafifti, tabanlarına baktı, darbe emici özelliğe sahip tabanları inceledi. 

Pantolonun beli üstüne tam oturmuştu, ayakkabılarını ise sandalyesinin önüne koydu, acaba diyordu akşama bilet bulabilir miyim? Hava yolu firmasının web sitesine girip uçuşları kontrol etmeye başladı, üç saat sonrasına bir uçak bileti vardı, kaçırmamalıydı bu bileti. Bileti satın alma işleminin nasıl geçtiğini anlamadı, tamam diyordu bu sefer tamam. 

Geçirmesi gereken birkaç saat vardı, hayalini kurduğu yerleri görebileceği için yerinde duramıyordu, adım adım gezeceği yerleri. Mutfakta dünden kalan pizzanın son dilimini buldu, bir daha bu siteden yemek siparişi vermeyeceğim diye içinden geçirdi, şerefsizler çok geç getirdiler. Biraz müzik dinledikten ve devamlı takip ettiği dizinin son bölümünü izledikten sonra tamam dedi artık zamanı geldi. Sandalyesinden sarkan pantolonun paçasıyla yeni ayakkabısının uyumuna gülümsedi vay be dedi amma da zevkliyim. Uçağın kalkış dakikasında virtüel turizm sitesini açtı ve görmek istediği yerin ücretini ödedi. 360 derecelik gezinti başlayabilirdi. Binlerce fotoğrafın birleştirilmesiyle oluşturulmuş tek bir fotoğrafın içinde dolaşıyordu. Enstantane perdesinden geçmeyi başaran ışık onu hayallerini süsleyen yere götürüyordu. Vay be dedi içinden iyi ki paraya kıyıp buraya gelmişim, gezilesi bir yermiş. 

Virtüel gezisi bittiğinde tekerlekli sandalyesinin önünden yeni aldığı botları aldı ve ayakkabılığa doğru sandalyesini sürerek ilerledi. Daha önce aldığı botların yanına yerleştirdi. Botun üzerine gittiği yerin adı ve hatırasını yazması adetindendi. 

Gülümseyerek uzandı yatağına, gördüğü yerler tekrar tekrar gözünün önüne gelirken içinden “gitti bütün gazi aylığım ama değdi” diyordu.
Devamını oku...

16 Kasım 2012

1 Homopatrikuslar ya da Fringe’e Dair

Sesim geliyor mu diye soruyordu, her satırını ezberlediği konuşmasına başlamadan önce. “Sesim arka tarafa da geliyor mu?” Biraz yerinden kalkıp arka taraftaki öğrencilere baktı, sesinin arka koltuklara ulaştığının ipuçlarını arıyordu. Belki ciddi anlamda merak ediyordu ve sözlerinin herkes tarafından duyulmasını istiyordu belki de bu dinleyicileri kontrol altına almanın bir taktiğiydi. O an herhangi bir dersteki halini hayal ettim; sınıfa girer ve gözlerini en arkadakilerin üzerine diker, ön taraftaki boşluklar bir nevi hakaret gibi gelir ve yıllar önce ezberlediği metni derste anlatmaya başlar. Büyük ihtimal doktorayı bitirmesiyle hazırladığı metinde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Tam bir homoakademikus vardı yanımda, aynı anda aynı insanlara bir şeyler sayıklıyorduk. 

Dinleyicilerin koltuklardaki dağılımı herhangi bir seminerde ya da konferansta görebileceğiniz dağılımdı. Ön tarafta homoakademikuslar ve ortalara serpiştirilmiş homopatrikuslar. Homo akademikuslarla fazla derdim olmamıştı, homopatrikusların aşağılayıcı bakışları arasında günlerini geçiriyorlardı, homo patrikusların ötekisini oluştuyorlar, akademiye, sisteme dair tüm kötülükleri üzerlerinde barındırıyorlardı. Bir nevi homopatrikuslara kendilerini temiz gösteren aynaları gibiydiler, bir homopatrikus ne zaman homoakademikusa baksa kendisini tertemiz görürdü. Ah o homopatrikuslar, kendini dev aynasında gören ama dev aynasında gördükleri için kısır kalmış patrikuslar. Hepsi birer patriğin üyesiydi, kimileri Marx’ı dilinden düşürmezken, kimileri daha yenileri, Baudrillard’ı ya da Foucault’u. Kendilerini devlerin gölgeleri hatta devam ettiricisi olarak görseler de, devlerin sızıntılarıyla kendi çelişkilerini görmezden geliyorlardı. Tıpkı bu konferans salonundaki dağılımları gibi öğrencilerin arasında ama değil, ama hocanın daniskası, memurlar arasında ama değil, ama memurun daniskası. 

Sesim geliyor mu diye son kez sorduğunda, biraz öne eğilip ona bakmadan hayır gelmiyor demek istedim. “Bir ses geliyor ama senin sesin değil, sesinin makinalarca dönüştürülmüş hali, istediğin kadar kıçını yırt bu dönüştürmeden kaçamayacaksın.” Sesim geliyor mu? sorusuna kafa sallayanlar ise gerçeğin yerine gelen gerçekliğin ne kadar etrafımızı sardığı onaylıyordu. 

Arada metni gözden geçiriyordum, Fringe’e dair bir çözümleme, aslında saçmalama. İnsanların hayranlıkla izlediği dizilerden bir tanesiydi Fringe. Bir yandan X Files’ın açtığı yolun son takipçilerinden biriyken diğer yandan da Lost’la yakalanan paralel evrenler arasındaki geçişler, seyahatler fantezisinin getirdiği pazar başarısının gazıyla çekilen bir dizi. 

“Bir eylemi yapıp yapmama kararı sana aittir ama tanrı o eylemi yapıp yapmayacağını bilir. Tipik bir özgür irade tartışmasıdır bu, aslında iki anlama gelir bu tartışma, ya aynı eylemler önceden tekrar tekrar yapılmıştır, yani zaman çizgisel değil çemberdir ya da tüm eylemler aynı anda yapılır fakat farklı evrenlerde. İkinci önerme saçmadır çünkü farklı evrenlerde farklı eylemler oluşuyorsa benim doğmamdan önceki eylemler sürekli değişmiş ve beni oluşturan eylemler sadece bu evrende meydana gelmiş demektir. O halde başka bir evrende başka bir benin aynı seçimi yapmak zorunda kalması imkansızdır.” 

Tanrı mı demeliydim ya da Allah mı, ikisinin göndermesi aynı değil mi, fakat bu aynılık düşüncesi de islamın sünni anlayışının yüzeysel bir kabulüydü. Yaratıcı desem belki ön kabulüm, belli olabilirdi, yaratıcı ise neyi yaratan, kimi yaratan, gizil olarak doğadan ayrılan insanın kabulüydü bu da, hasiktir diyordum içimden monoteist tanrı anlayışıyla yoğurulmuş bir dilde ateist olmak bu kadar mı zor. 

Arada yoklama kağıtlarının öğrenciler arasından geçişini izliyordum, ön sırada yer bulamayan ve ayakta kalan bir homoakademikus’un çaresiz bakışlarla öğrencilerini izlemesini. Kaç kişi vardı ki burada dinlemek isteyen, tartışmak, konuya dair söz söylemek isteyen. Hadi özgürlük simsarları rahat bırakın öğrencileri demek istiyordum, onlar sizin egolarınızı pazarladığınız dersleriniz için değil, muhabbet için üniversiteye geldiler. Öğrencilerin arasından bir homopatrikus’un sırıtışını izliyordum, sahi bu değil miydi elli yaşını geçmesine rağmen lisans öğrencesiyle uzun yıllar ilişki yaşayan ve bu ilişki kadının yüksek lisanstan sonra boşta kalmasıyla dillere düşen. Homopatrikuslar’ın sikine düşkünlüklerini anlamak mümkün değildi, yazdıklarıyla, sözleriyle kapalı kapılar arkasındakinin bu kadar tutarsız olması. Homoakademikus ile homopatrikus arasında kalmış ama her ikisinin de daniskası olmayı beceren, kendini yürüyen felsefe sözlüğü zanneden başka bir zat ise yerinde duramamaya başlamıştı, o ise biraz babaydı biraz piç... 

“Dizide tasvir edilen paralel dünyadaki kurumların ve bu kurumlar arasındaki hiyerarşik ilişkinin modern dünyadaki kurumlarla birebir aynı olması insanlık tarihinin “zorunlu” bir ilerleyişi olduğu tezlerinin kabul edilişi bu tezlerin kültür endüstrisi tarafından pazarlanması olarak göze çarpmaktadır” 

Amma da sallamışım diye düşünüyordum metne tekrar göz atmaya başladığımda. Hangi modern dünyaydı lan bu, İran mı yoksa Amerika mı yoksa Brunai’nin mi izdüşümüydü modern dünya lafı. Ne anlatıyordu bu dizi ya da ben bu dizi üzerinden ne anlatmak istiyordum. Metni bir köşeye atmıştım basit birkaç cümleyle anlatılabilecek bir şeyin homoakademikuslar ve homopatrikuslar için cilalanmasından başka bir şey değildi. Aslında üstat haklıydı tüm metinler üç cümleyle özetlenebilirdi. 

Diziyi düşünmeye başlamıştım, konuşma sırasının bana gelmesine neredeyse 45 dakika vardı ve bu sırada metin defalarca zihinde yazılabilinirdi. Önce temel düşünceleri ortaya çıkarmam gerekiyordu fakat bu ortam, bu ortamda beni geren yavşak bir ikiyüzlülük vardı. Diziyi burada kaç kişi izlemiştir, öğrencilerin en azından yarısı bir kez ismini duymuştur belki duyanların yarısı şöyle bir göz gezdirmiştir. Homoakademikuslar konken masalarında homopatrikuslar ise rakı sofrasında ömürlerini tükettiğinden kültür endüstrisinin son ürünlerinden pek fazla haberi olmazdı. Hala bir homopatrikusun sunumlarında dövüş kulübünü sayıklamasının nedeni bu olabilir miydi? Çok geç gelen bir homoakademikusla göz göze gelmiştik, kitaplarının pardon çevirdiği tek bir düşünürün kitaplarının girişine bu kitabı anlamak çok zordur, bu kitap çok karmaşıktır vb. zırvarıklar yazmasıyla meşhurdur, bir de kendini özgürlük savaşçısı olarak görse de kafası sadece çalıştığı fakültede sigara içilip içilmemesi meselesine basan bir homoakademikus. Acaba ben de metne böyle mi başlasaydım, bu diziyi anlamak çok zor, oldukça zor hatta imkansız, ama yok, bu tip bir geyiğe hiç gerek yoktu, sözünün önemli olduğu safsatasıyla yaşamaya devam etsin ve çevresinde bu safsataya inanan gerzekler bulundursun. 

Fringe’i düşünüyordum, dizinin en dikkat çekici karakteri hiç şüphesiz dahi bilim adamımızdır, neredeyse tüm bilim dallarında imkansız denilecek buluşlara sahiptir. Ayrıca devletin gizemli derinliklerinde bir departman vardır, görevleri ülkede yaşanılan açıklanamayan olayları araştırmak olan bir departman ve bu departmanın karakterleri. Özellikle bir kadın karakter üzerinde durulur. Dahimizin bir oğlu vardır, o da üstün zekalıdır, ilgi alanı makinalardır, her dizinin olmazsa olmazı olan aşk bu dizide de bol bol kullanılmaktadır, ilk bölümden son bölüme kadar ve bu aşk hikayesi de departmanda çalışan görevlimiz ve dahinin oğlu arasında gerçekleşir. Dizinin her bölümünde tarihin bir köşesinde kalmış mitolojik öğelere, bilimin, teknolojinin sınırsızlığına dair birçok gönderme görülebilir fakat benim derdim bu dizinin anlattıkları değildi, sessizce olağan kabul ettikleriydi, benim derdim anlatmadıklarıydı. Amerikan dizi piyasası tarafından üretilen ve tüm dünyaya pazarlanan bir şov’un suskunluğuydu dikkatimi çeken, dizi de paralel bir dünya yaratılmıştı ve küçük isim farklılıklarıyla devlet ve kurumları da aynıydı, yapısı ve tüketim alışkanlıkları her iki evrende de aynıydı. Bu aynılık bize ne anlatıyordu, büyük endüstri toplumda ne kadar baskı mekanizması üretildiyse hepsini bir anda, bakın orada da öyle diyerek doğallaştırmıyor muydu. Yaşadığımız yaşamın toplumsallığından dolayı mümkün yaşamlardan sadece bir tanesi olduğunu es geçip, hemen hemen hiç bahsetmeyip yaşanılan yaşamı zorunlulaştırmıyor muydu. Kaçışımız, direnişimiz yokmuş gibi... 

Karakterlerin statüsel konumları da her iki dünyada aynıydı; departmanımızın yöneticisi paralel dünyada da muadilimizin yöneticisidir, benzer biçimde departmanımızın çalışanları da muadili konumlardadır. Birçok bölümde her iki evrende yaşanılan duygusal ilişkilerdeki karakterlerinde aynı olduğu gösterilir, aynı kişilerle evlidirler ve aynı evde oturuyorlardır. Şehirler ve mimari de hemen hemen aynıdır ve daha da ileri giderek dizi paralel dünyadaki yaşamlarında aynı mekanda yaşadıklarını öne sürer, hatta bir bölümünde bu dünyada karısı ölen ama aşkından dolayı paralel dünyadaki eşini gören yaşlı bir çift üzerinedir, evin dekorasyonu her iki evrende de aynıdır. 

Bu aynılıklar, teorik fizik kullanılarak anlatılan kader oyunu gibidir. Ne yaparsan yap der yaşayacağın yaşam bu dur, bu senin kaderindir, fakat dizi bunu alttan söyler, oluşturduğu gösterdiği dünyayla, çünkü dıştan söylediği çok daha farklıdır, oluşturduğu dahi bilim adamının kimliğinde sık sık imkanın sınırlarını zorlamak gerektiğini, bunun bilim yoluyla yapılacağını ifade eder, olanaksız bir biçimde olanaksızdır bu bilim adamının gözünde ama neden bu kadar aynı’dır her iki evren sorusu çıkmaz dahinin ağzından. 

Bir homopatrikusla göz göze gelmiştim düşüncelerimi toparlamaya çalışırken. Sınıf, ideoloji, hiyerarşik düzen, kapitalizm, burjuva vb. bir kavramı ağzından düşürmezdi, tipik bir özgürlük, direniş ve devrim simsarıydı fakat bir sıkıntısı vardı, ilk bakışta fark edilemeyen bir sıkıntı, sevgilisine mini etek giydirmeyecek kadar muhafazakardı, aslında sevgilisinin görünüşe karışacak kadar özgürlükçü. Muhafazakarlığa atıp tutsa da derinlerde bu büyük çelişkiyi taşıyordu. Sevgilisine tipik eril güç gösterisinde bulunmuyordu tabi ki, güç gösterisi entelektüel birikimiydi, entelektüel birikimiyle baskı altına alıyor ve yönlendiriyordu, sevgilisinin aptallığı değildi entelektüel farkı yaratan, sevgilisinin yaşının homopatrikusun yaşından çok daha az olmasıydı, açıkçası daha onunla baş edecek, denk olacak birikimi yaratacak kadar zamanı olmamıştı, başka bir ifadeyle daha çocuktu. 

Homopatrikusların en tipik özelliği kendilerini siyasal aktör olarak önemli bir konumda görseler de sözleri insanları İvana Sert’in tavsiyelerinden daha az ilgilendiriyordu. Bu ilgisizliğin sebebi ise homopatrikuslara göre insanların eğitimsizliği, “egemen güçlerin” ideolojik manipülasyonları, ya da... sonsuza giden bir söylev çekebilirdi homopatrikus fakat neden insanların sözlerini duymaları gerektiği ya da dinleme gerektiğinin yanıtını veremezdi, bu tanrı bakışının tam olarak çözemediğim bir sırrı vardı ve bu tanrı bakışı homopatrikusların kendi aralarında bir cemaat oluşturmasına yetiyordu. 

Fringe alt tarafı diziydi, bir gösteri, her hafta yayınlanan ve o an ekranda patlayan pikseller sadece, fakat bu karşımdaydı, kanlı canlı karşımdaydı, her önüne gelene laf atsa da kendisine dönüp bakmazdı, sanki iki farklı evrenin çatışmalarının vücuda gelmiş haliydi. Belki de homopatrikusların cisimleşmiş hali, Frienge’de anlatılan bu değil miydi, verilen mesaj ne yaparsan yap aynı boksun. Bir bakıma homopatrikusları anlatıyordu, ne yazarsan yaz, ne söylersen söyle, neyi nelerin arkasına gizlemeye çalışırsan çalış aynısın, tam da o her an karşısında olduklarınsın. 

Bir yandan Fringe bizi anlatıyordu, yaşadığımız farklı dünyaları, bakkaldan bir şey alırkenki halimiz ile sevgilimizin yanındaki halimiz, herhangi bir bürokratik ortamdaki halimizle içki sofrasındaki halimiz. Acaba bu muydu bu aynılıklar ve paralel evrenler, ortama göre bir yönümüz vardı, ne görünüşümüz değişiyordu, ne statümüz ne de ilişkilerimiz, farklı evrenlerde sürekli oynayan benliklerdik ve bu benliklerin toplamı bendi, bir bakıma diziyi tersten mi okumuştum. Yarattığımız ya da yaratılan farklı evrenlerde diğer evrendeki gibi hareket edersek ise sistem çökerdi, savcılıkta ifade verirken rakı masasında yapılan öpücem seni demek gibiydi bu. 

Sıra bana gelmişti ve dinleyicilere bakıp sesimi duyuyor musunuz diye sormuştum, birçok insan espri yaptığımı sanarak gülmüştü, yan tarafımdan ise zorunlu bir kıkırdama...
Devamını oku...

2 Kasım 2012

1 Super Mario ve İtalyan İşçi Sınıfının Amerika Serüveni

Tüm zamanların en popüler oyunlarından biri olan “Super Mario Bros.” çoğu insan için video game ile eşanlamlıdır. 

Bilindiği üzere Mario kardeşi Luigi ile birlikte Mushroom Kingdom’daki Princess Peach’i Koopa denen ejderhadan kurtarmaya çalışan İtalyan asıllı bir tesisatçıdır. Mario aslında süper kahramanlar dünyasının karakterlerine pek benzemez. Tek gerçek yeteneği zıplamaktır, yediği mantarların ona kattığı büyüme-küçülme özelliği dışında kendi başına üstün güçleri yoktur. Ayrıca bir süper kahraman kıyafeti de yoktur, onu hep işçi tulumuyla görürüz. Bütün donanımı bundan ibarettir. Tam anlamıyla vasıfsız bir işçi, vasıfsız bir kahramandır. 

Mario hedefi doğrultusunda yalnızca ileri gider. Ne olursa olsun geriye dönüp vakit kaybetmenin anlamı yoktur. Bu mesaj aynı zamanda amacın peşinde koşarken tereddüt etmemeyi simgeler. Mario sıkı çalışma, azim ve sarsılmaz bağlılığın sembolüdür. Prensese olan aşkıyla nice engelleri, nice dehlizleri cansiperane bir şekilde aşmaya çalışır. Ama epik yorumu bir kenara bırakırsak buradaki püriten ahlak gönderimleri üzerinden başka bir çerçeve oluşturulabilir. Kapitalizmin işçi sınıfına sunduğu dünya gibi. Şayet pirana bitkileri gibi unsurları ortadan kaldırdığımızda tuğlalar, borular ve tünellerden ibaret bir yaşam dünyası ortaya çıkar. Prensesin peşinde yeraltında mücadele vermeye bile katlanır. Hatta bu dünya bazen içinden çıkılmaz bir labirent halini alır. Ne kadar mücadele verirse versin “tebrikler ama maalesef prenses başka kalede”dir. 

Mario’nun serüveninin tekabül ettiği gerçeklik belki de ondokuzuncu yüzyılın sonralarına doğru Avrupa’dan Amerika’ya uzanan devasa işçi göçüne kadar uzanır. Yalnızca İtalya’dan 1880-1920 yılları arasında 4 milyonu aşkın göç olmuştur. O tarihlerde İtalya’da işçiler derin bir yoksulluk içindeydi ve özellikle güney İtalya’da sefalet hüküm sürmekteydi. Amerika, iş arayan bu yoksul İtalyanların ortak kaderi olmuştu. Hikayenin bundan sonrasına dair ise o meşhur “Little Italy” ve mafya savaşları akla gelir. Ama yalnızca Al Capone ya da Carleoneler’den ibaret değildir bu serüvenin tarihi, anarşist görüşleriyle bilinen ve suçsuz oldukları ispatlanmasına rağmen elektrikli sandalyede idama mahkum edilen Sacco ve Vanzetti’yi de ağır iş koşullarında çalışmaya mahkum milyonlarca İtalyan işçiyi de belirtmek gerekir. İlk kuşağın tamamı, ikinci kuşağın ise yüzde 70’inden fazlası büyük şehirlerde vasıfsız işgücü durumundaydı. Göç dalgalarını özellikle kriz döngüsüne bağlı olarak analiz ettiğimizde, niceliksel büyüklüklerin 1882-85 bunalımını, 1893 ve 1907 paniklerini, 1920-21 ve 1929 Büyük Buhranı’nı takip ettiği ortaya çıkmaktadır. 

İlerleyen tarihlerde de Amerikan ekonomisi krizlerle süregelirken, 1977 yılında bir başka hikaye başlar. Shigeru Miyamoto adlı Japon bir genç Nintendo’da çalışmak üzere Amerika’ya göç eder. Batma noktasındaki şirkette önce birkaç oyun denemesi yapar. Bu denemelerden en bilineni Donkey Kong’dur. Şişman, pos bıyıklı bir marangoz olan Jumpman isimli kahramanımızın amacı sürekli fıçılar atan bir gorilin elinden prensesi kurtarmaktı. Donkey Kong’un arcade sektörünün gelişiminde çok önemli bir rolü olsa da asıl etkiyi yerini bırakacağı Mario Bros. 1983 yılında ve Super Mario Bros. 1985 yılında gerçekleştirecekti. Neredeyse tek başına krizdeki oyun sektörüne büyük bir canlılık katmıştır. Amerika’daki çocuklar üzerinde Mickey Mouse’dan bile daha fazla etkiye ve şöhrete sahip olduğu söylenen bu oyun 40 milyonun üzerindeki kopyayla tüm zamanların en çok satan oyunu olarak kabul edildi. (Bugün ise Wii Sports’un ardından ikinci sıradadır.) Mario’nun çıkışı ayrıca 1980’lerdeki resesyonun etkilerinin toparlanmaya çalışıldığı bir döneme denk gelir. Apple’ın Lisa ve ardından Macintoch’u piyasaya sürmesi, IBM’in yeni ataklar içinde olması gibi bu dönemdeki benzer gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde krizin aşılmasında yeni gelişen bu sektörün oldukça önemli bir paya sahip olduğu iddia edilebilir. Diğer taraftan Mario’nun dünyası insanlara Disney’den sonra yeni bir hayal dünyası sunma anlamında önemli bir işlevi simgeler. Yeni fırsatlar, yeni umutlar… 

Böylelikle İtalyan işçi sınıfının Amerika serüveni ile Mario arasındaki bağlantı ekonomik krizin yarattığı farklı hikayelerin kesişimde biçimlendirilebilir. Miyamoto neden İtalyan asıllı bir işçiyi kahraman olarak düşündü acaba? Kendisi oyunu hazırlama sürecinde birçok çocukluk deneyiminden yola çıktığını belirtiyor. Belki de o süreçte evindeki ya da ofisindeki vanaları tamir ettirmek için çağırdığı tesisatçı üçüncü kuşak bir İtalyandı. Kimbilir… Her ne kadar inkar etse de Mario'nun mantar yiyerek büyümesinde Alice in Wonderland’dan esinlendiği iddia edilir. Sipariş ettiği mantarlı pizza basit bir çağrışım yaratmış da olabilir. Ama şu nokta ilgi çekicidir: Mario’nun prensese ulaşma yolunda sıkça karşılaştığı çatık kaşlı mantarların adı “goomba” idi. Bu kelime İtalyan asıllı maço erkekleri tanımlamak için kullanılan ve aşağılayıcı bir anlam içeren “goombah” kelimesiyle benzerlik gösterir. Etimolojik kökeni itibariyle Neapolitan diyalekten (Campania) türeyen ve yakın arkadaş anlamına gelen bir kelime olsa da Amerika’da mafya üyelerini tanımlamakta kullanılır. Yani Mario “umut ülkesi” Amerika’da hayallerine ulaşmak için mafya gibi kötü yollara sapmadan, sahip olduğu çalışma ahlakı ile onların tepesine zıplayarak erdemini göstermek istiyordu. Öte yandan oyunun komünist simgelere gönderme yaptığını düşününler de var. Giydiği kırmızı gömleği, Stalinvari pos bıyığı, kalenin tepesinden çıkan kızıl yıldızlı bayrak ve Mario ile Luigi’nin baş harflerinin ML (Marksist-Leninist) olması gibi. 

Mario sınıfını ve mesleğini sembolize eden araçlarla ideallerine ulaşmaya çalışarak güçlü bir mesaj bir vermekteydi. Belki de söylemek istediği sadece yaşadığımız dünyanın gördüğümüzden çok daha fazlası olduğudur.

Devamını oku...
SST Atölye