10 Haziran 2010

2 Küresel Kupa 2010

İki sevdiğim yazardan iki cümlenin altına imzamızı atarak başlayalım yazıya, “Futbolseverlerin ramazan ayı başlıyor” ve elbette “Ben bir futbol dilencisiyim”

Tanıl Bora ve Eduardo Galeano’nun benim düşüncelerimi özetleyen sözleriyle heyecanımın arttığını fark edebiliyorsunuzdur.
Yalnızca 1 gün kaldı ilk maçın başlamasına. Beni sevindiren ise ilk maçı 86 yılından beri (tam anlamıyla hatırladığım ilk dünya kupasıdır) tuttuğum Meksika’nın oynayacak olması.

Bu kısa tanıtımdan sonra neden bu yazıyı yazmaya karar verdiğimi anlatayım. Arkadaşlar arasında işi şahsi şova dökmeden ve kumara bağlamadan tahmin oyunları oynuyoruz.
Gruplardan çıkacak takımları, skorları ve hatta şampiyonu tahmin edip puan kazanarak birbirimizi güldürmeye çalışıyoruz. Kazanmak gibi bir hırsımız olmasa da doğru tahminleri yapabilmek suretiyle bir anlamda futbol bilgimizi ölçüyoruz. İşte burada bir problem ortaya çıkıyor. Ne kadar futbol bilirsek bilelim bazı dinamikleri hesaba katmazsak kadroları ve teknik ekibi bilmemiz hiçbir işe yaramıyor. Kastettiğim futbolun, topun, sahanın, hava koşullarının dışında gelişen dinamikler…

Örneğin, ev sahibi takımın her zaman bir avantajı vardır. Bu avantaj seyirci desteği ile sınırlı kalması gerekirken hakemin seyirci baskısından etkileneceği görüşü de egemendir. Neden ki? Hakem çılgınca bağıran (bu turnuva için vuvuzela çalan) seyircilerin etkisinde kalacak kadar basiretsiz mi? Diyelim ki öyle. Ama bazı örnekler ev sahibi takım avantajının FIFA denen kurum tarafından özellikle gerçekleştirildiğini gösteriyor. En büyük ve yakın örneklerden biri de 2002 Dünya Kupasında ev sahiplerinden biri olan Güney Kore’nin İtalya ve İspanya ile oynadığı maçlar. İkisi de katıldığı her turnuvanın favorilerinden olan iki takım ev sahibi karşısında hakem tarafından linç ediliyordu. İsteyenler Youtube’a “Dirty Korea” yazarak maçları izleyebilirler (hala DNS ayarlarını yapmamış okuyucularımız için geliyor; Mazide Hoş Bir Sada İdin).

Bu durumun stadın dolmasıyla hiçbir alakası yok. Hangi iki takım oynarsa oynasın dünya kupası maçlarında stadyum dolar. Bu nümayişi kaçırmak istemeyen milyonlar akıyor turnuvanın düzenlendiği mekana çünkü. Öte yandan kafamdaki sebep ilişkisi şu: FIFA turnuvayı bir ülkeye verirken karşılığında bir şeyler istiyor. Turnuvayı düzenleyecek takım bazı kıstasları yerine getiriyor (stadyum, alt yapı, konaklama, ulaşım vs.), bu arada turnuvayı almak için kulisler düzenliyor (çünkü turnuvayı almak çok ciddi bir fayda sağlıyor ülkeye ve ülke futboluna), bazı kişilerin bazı isteklerine de çözüm buluyor. Bu gibi durumlarda “Hafız bizim takım kazaya kurban gitmez değil mi?” sorusu soruluyorsa…
Devamını oku...

2 Haziran 2010

4 Kendine Yapılmasını İstemediğin Bir Şeyi Başkasına Yapma…

Yanlış anlaşılması ve bir neslin tükenmesine yol açması muhtemel bir söz öbeği bu atasözü. “Söz öbeği” lafını da Türkçemize kazandıran ve ağzımıza pelesenk eden değerli dimağları buradan sevgi ve saygıyla kucaklıyorum elbette, parantez içinde. Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma sözünü duyan bir erkeğin durup düşünüp seksüel hayatından vazgeçmesi çok olasıdır çünkü. Erkeğin homofobik olması algıda seçicilik katsayısını 2.25 katına çıkarabilmektedir, tarafımdan osiloskop vasıtasıyla ölçülmüştür.

Bu handikabı bir yana bırakırsak kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma atasözü aslında çok doğru bir yere yaklaşır ve anarşist mücadelenin önünde duran en büyük sorun (!) olan “herkes özgür olursa ben istediğimi öldürebilirim” mantalitesinin önüne geçebilir. Bu atasözünü şiar edinmiş birçok düşünür olmasına rağmen dillendirilmemiş olması Türkçenin sorunudur. Öte yandan atasözüne aykırı hareket eden ve beni düşüncelere sevk etmiş kimi yazar, çizer, düşünce adamı da vardır ki aralarından en sevdiğim Thomas More olmuştur her zaman. Ada’dan çıkmış güzel şeylerden biridir aslında… Şimdilerde Rooney, Frank Lampard, Gareth Bale var, ziyadesiyle beni mutlu ediyorlar onlar da kendilerine yapılmasını istemedikleri şeyleri rakiplerine yaparak söze karşı geliyor ama ortamı güzelleştiriyor.

Anlayacağınız üzere bu atasözü orijininden hareketle sistemin en güzel hadiselerinden biri olan sigorta kavramını masaya yatıracağım. “Ah o masada ben de olsaydım” diyen diğer sistem aygıtları daha sonra inceleme altına alınacak olup hakkı “Sınıfın Sosyal Teorisyenleri”nde saklıdır.

İzmir’li vatandaşlarımızın bildiği anlamda asfalya değil bir finans oyunu olan sigortacılık bahsimiz. Son günlerde sigorta ile ilgili zorunlu bir sohbete dâhil olduğum gibi bir yanlış anlamaya mahal vermeden olayın beni rahatsız etmesi sebebiyle bu yazıyı yazmaya karar verdiğimi bir bilgi olarak buraya düşmek isterim. Sanırım Adam Smith dahi işlerin buraya varacağını hesap etmemiştir.

Sigorta ve sigortacılık, deniz taşımacılığı ticaret dünyasına adım attıktan sonra ortaya çıkmış bir kavram. Teknoloji gelişmediği ve kızgın Poseidon hala denizlerin tanrısı olduğu için daha çok gemi batıyor, zarar genelde gemi sahiplerini vuruyordu. Bunun önüne geçmek isteyen gemi sahipleri ve gemiyi kiralayan mal sahipleri ortak bir anlaşmayla “Deniz Ödüncü” denen kavramı ortaya attılar. Gemi ticaret seferine çıkarken, gemi sahibi gemiyi kiralayan mal sahibi (ya da sahiplerinden) bir miktar deniz ödüncü alıyordu. Gemi hedefine ulaşırsa deniz ödüncü misliyle geri ödeniyor, gemi batarsa para gemi sahibinde kalıyordu.

Daha sonra ortaya çıkan Rodos Kanunları ile timsah geldi, korsan deldi gibi özel koşullar da bir antant altına alındı ve sigortacılık ortaya çıktı. Hatta bu kanunlara göre gemisinin tehlikeye girdiğini hisseden kaptan malın bir kısmını denize atabiliyordu. Bu yüzdendir ki nice İspanyol şarabı, yığınla Portekiz gümüşü Hint Okyanusu’nun dibinde biz yiğit delikanlıları beklemektedir.

Bundan sonra ortamın daha da kapitalist evrim geçirişi İngiltere, hatta göbeği Londra’da ortaya çıkar ki halen dünyanın en büyük sigorta şirketlerinden biri olan Lloyd’un kuruluşudur bu hadise.

Londra’da sürekli denizcilerin takıldığı Esnaf kahvesinde oturan ve gayet işsiz bir adam olan Edward Lloyd ortamda muhabbet konusu olan, yük taşımacılığı, özel riskler, sigorta, prim gibi kavramlarda ahkâm keserek “Hafız o öyle olmaz, böyle olur.” “Ohaoo! Sen adam mı yiyorsun, bunun malını taşıma hacı” gibi diyalog başlangıçlarıyla ortamın danışman kesilen adamı olmuştur. Başlarda Edward’a “Ajan sen bi sus allasen” denmesine rağmen Edward geniş bilgisini ve tabi ki kapitalizme olan yatkınlığını retorik kabiliyeti ile birleştirmiş, ortamın balını kaymağını yemeye başlamıştır.

Tam bu sıralarda Yeni Dünya’da da mucit, bilim adamı, siyasetçi ve Amerikan Başkanı olan Benjamin Franklin insanların evlerini yangına karşı sigortalamaya başlamıştı. Fakat akıllı Benjamin yangın riski yüksek binaları sigortalamıyordu. “Dear Benjo, ahşap binaları sigortalamıyorsun ama beton mu sıçalım sene 1780’de diyen insanları” dikkate almıyor, konut sigortasında özel riskler kavramına bambaşka bir boyut getiriyordu.

Şimdi dikkat edilmesi gereken noktaya parmak basarsak gerek deniz sigortacılığında, gerekse konut sigortacılığında çalışan, üreten ya da evini inşa ederek barınmaya çalışan kişi sigortadan yararlanamıyor. Gemi batarsa muhtemelen tayfa ve kaptanların ailelerine helva dağıtılıyor, evi yanan kişiye de çadır veriliyor, o zaman bir Kızılhaç örgütü var mı bunu araştırmadım.

Bu insanların ezildiğini görerek yüreği parçalanan sigortacılar… tam olarak böyle olmadı… kapitalistlerden yeteri kadar para sömüremediğini düşünen sigortacılar sömürmesi gereken asıl insanlara yönelmişler ve bireysel sigorta kavramını başlatmışlar.

Devamını oku...

5 Türkiye-İsrail

Uzun zamandır düşünülen bir yazının tesadüfî olayların ardından kaleme alınmasıdır bu metnin hikâyesi. Bir insani yardım kuruluşunun uluslararası deniz sahasında İsrail ordusu tarafından durdurulması, gasp edilmesi, üzerinde şiddet uygulanması…

Başka bir gözlükle bakarsak uzun süredir gündemde olmayan uluslararası yasalara aykırı eylemler. İsrail’in insani yardım yollarını kapalı tutması. Özellikle de Mavi Marmara’nın gittiği yolu.
Başka bir gözlük takalım, bu sefer de 1 Haziran itibariyle saldırılara başlayacağını duyuran bir terör örgütünün Hatay’da katliam çıkartması. Tesadüf bir şekilde İsrail’in aykırı davranışlarına denk gelen bir tarihte.
Başka bir gözlük, AKP’nin dış işleri politikasında uzun erimli çoklu işbirliği vizyonunu geliştirmesiyle etrafta söylenti şeklinde dolanan bölgesel güç misyonunu üstlenmek savını onaylaması.
Bir diğer gözlük ise anayasal değişim sürecine giren Türkiye, sağcı reformları arttıran bir İsrail, uluslararası arenada yavaş yavaş haksız duruma düşmeye başlayan bir Ermenistan, petrol hatları güvenliği, potansiyel miktarda petrolü Avrupa’ya iletmeye ve bu yolla bağımlılık yaratmaya çalışan Rusya. Tüm bunların yanında bölgesel güçler arasındaki gerilimi görmeye ve yönetmeye çalışan hiç de bölgesel bir güç olmayan Amerika.

Gözlüklerin hepsini teker teker deneyip bir kenara bıraktım. Odanın tek penceresinin aralık kalmış perdesinden sızan güneş ışığına gözlüksüz baktım. Gözlük biraz burnumu kaşındırıyor. Böylesinin daha iyi olacağına karar verdim...

Bir Yahudiyi de, bir Filistinliyi de, bir Türk’ü de odamda benle sohbet ederken düşünebilirdim. Hatta her birinin hangi etnik veya dini kimliğe dâhil olduğunu bilmeden çocukluk anılarını zevkle ve imrenerek dinleyebilirdim. Muhtemeldir ki oturup king bile oynardık. Güzel de olurdu.

Sokak kapısını açtığımda dışarı rahatça çıkabileceğimi uzun süredir bilirim. Bazen gökyüzüne bakar Yeni Zelanda da görülebilecek aynı manzaranın ortaklığından heyecan duyabilirim. Hem kapımın önü hem de gökyüzü Filistin’de de, İsrail’de de, Hatay’da da neden ortak olmasın. Neden aynı şeyleri görüyoruz hissi uyandırmasın?

Yazının başlığı içeriğin kapsamını belirlemiyor kuşkusuz. Şimdi birçok insan google amcaya Türkiye-İsrail diye soruyor o da cevap veriyor. Cevaplar arasında bu yazı da çıkar belki diye bu başlık.

Uzun süredir düşündüğüm konu ise yazının içeriğiyle sürekli bağlı olacak bir süreklilikte. Ben bu yazıyı tekrar tekrar okudukça düşündüğüm o anki diğer fikirler bu fikirlere ihanet etmeyecektir. Bu yazının düşündüklerimle bağlantısı burada düğümleniyor.
Devamını oku...
SST Atölye