29 Ocak 2010

3 Bir Tahakküm Biçimi Olarak Hastalık


“Hastalık sadece bedende değil, -bir varoluş silsilesinin ontolojik anlamında- zamanda, yerde, tarihte, yaşanan deneyimin içeriğinde yani sosyal, günlük yaşamda ortaya çıkar.”
B. Good – Medicine, Rationality and Experience


"Öksürmek bir haksa, ağzı kapamak görevdir."
İstanbul-Beşiktaş'ta gördüğüm, her şeyi hak-görev mantığında algılayan zihniyetin yansıması gerizekalı bir bez afişten


Ölüm bilançoları, uzman tavsiyeleri, yetkili ağızlardan çıkacak tükürük sayısı beklentileri, korku, panik, dehşet günleri… Belli belirsiz bir vakitte başka bir virüsle tekrar küresel gündemi işgal edecek olan ve şimdilerde ise sanki birkaç ay önce böyle bir vaka yaşanmamışcasına unutulan domuz gribi salgınından arta kalanlar. Korku ve panik, unutturma biçimidir. Burada söz konusu olan odak ise ölümle gelen sonsuz hatırlayış değildir. Kaldı ki bilançonun verileri, ölçülebilirlik yoluyla denetim mekanizmasını çalıştırmanın aracıdır. O kadar çok korku ve dehşet içinde yaşamlarımızı idame ettirmeye çalışalım ki, bizimde o kadar bu “hastalık terörüne” yakın olduğumuz hissettirilsin ki, denetim bütünüyle beynimizi sarıp sarmalasın. Yine burada bahsedilen hastalığın gerçekliği değil, toplumsal gerçekliğin inşasıdır. Hastalığın salt tıbbi, biyolojik bir mesele olmadığını, toplumsal inşa yoluyla gündelik yaşamda yeniden üretildiğini anlamayanlar, en önemlisi “diseases” ile “illness” arasındaki farkı bilmeyenler bunu ancak fantastik ve komplo olarak değerlendirecektir. Ama Michel Foucault’un “Kliniğin Doğuşu” çalışmasında bize gösterdiği şey, hapishane gibi hastanenin de denetim ve gözetimin modern dünyadaki mekansal karşılığı olmasıdır. Hastanelerin açılma nedenlerinden biri de yoksul halkın ayaklanmasından duyulan korkuydu. 

Nihayetinde, tarih boyunca mitler ve metaforlarla biçimlenen hastalık, modernitenin gündeminde yeniden ve yeni bir biçimle vücut bulmuş oldu. Egemen sınıflar şunu keşfetti: tarih boyunca uygulanagelen hiçbir tahakküm biçimi hastalık kadar bireyleri kuşatıcı olmamıştır. Hem de içsel olarak, hem de buna inanarak. Çok eski zamanlara gitmeye gerek yok, kısa bir zaman önce otobüste, metroda öksürdüğünüzde size nükleer atıkmış gibi bakan yüzleri görün, virüsten korunmak adına ellerine ikide bir garip yoğunluktaki sıvılardan boca eden zavallı toplumun bireylerine bakın. Kim ne derse inanacak kadar şuursuzlaşan beyinlerin derinliklerinde “şu vebalıdır, yakın!” dense hiç tereddüt etmeyecekleri bir ruh halini gözlemleyin. Tam da bundan sonra, sadece salgınların yoksul coğrafyalarını ve uluslararası ilaç tekellerinin piyasasını değil, “pandemicon”u, yani korku ve dehşetten kaçınma adına her türlü tahakkümü kabul edip, içselleştiren zavallılar toplumunu anlayabiliriz.
Devamını oku...

18 Ocak 2010

12 İçtimaiyatın Doğuşu

Sene 1902 idi. Avrupa çalkalanıyor, memleket ise değişiyordu. Ziya Fransa'dan yeni dönmüştü. Üsküdar'da buluştuk.

Uzun süredir tanıyorduk birbirimizi. Beraber girmiştik Talebe İntihab Sınavı'na. Aynı Mekteb-i Aliye'yi kazanmış, ilk yıl yurtta kalmak
suretiyle ikinci yıl mektebe yakın bir yerde eve çıkmıştık. Bir yaş vardı aramızda; Ziya 76'lı, ben ise 77'liydim. Mektep yılları renkli, bol tartışmalı mütehayyeller içinde geçmişti. İkimizde Akademiyada kalmak istiyorduk. Ziya biraz içine kapanıktı. Adını bile çok fazla insan bilmezdi mektepte. Birbirimize tenabüz ederdik; ben onu soyadı olan Gökalp diye çağırırdım, o da bana moruk diye seslenirdi. Sessizliğinden ötürü Ziya'yı sinsi bulurdu mektepteki çocuklar. Adem-i tehayyüz bir karakterdi. Hatun kişiler de pek fazla yanaşmazdı bu yüzden ona. Çoğunlukla Aguş-u Empas denilen ve Metal-i Heavy'cilerin uğrağı olan o izbe yere takılırdık. Ziya sessizce oturur, saatler içinde sadece bir hilal ölçeğinde arpa suyunu ancak bitirir, fakat o bir hilallik bardağın yanında Berr-i Cedid'den gelen Vinistın isimli kağıda sarılmış, filitreli hazır tütünün bir paketini adeta yerdi. Kafasının içinden neler geçtiğini kimse bilmezdi. Ne zaman bir soru soracak olsam “Kime göre? Neye göre?” gibi, alemleri saran genel kaidelere karşı çıkarcasına cevaplar verirdi. Sonradan bu kaidelerin positivizme içkin bir söylem ile anılacağını bilmiyorduk. Severdim Ziya'yı; nev-i şahsına münhasır bir insandı.
Fransız mektebini bitirdiği için yabancı dili iyiydi. Avrupa'da ne olup bitiyorsa Le Monde mecmuasından takip eder, zaman zaman bana da aktarırdı. Ama hiç Fransızca konuşmazdı; utanırdı galiba. Okul bittiğinde Mektepler Arası Ecnebice Dil Sınavı'na o Fransızca'dan girmişti, ben ise İngilizce'den. Orta mektepte aldığı eğitimin de gayreti ile iyi bir netice elde etti. Ben ise tökezledim. Ziya, Tedrisat-ı Aliye için Fransa'ya gidecekti artık; yolları açılmıştı. Orada kaldığı iki yıl boyunca sadece arada bir mesajlaştık ve nostalji olsun diye birbirimize kart gönderdik.

Ziya buluştuğumuzda çok heyecanlıydı. Yerinde duramıyor gibi bir vaziyeti vardı; kısa bir hal hatır sormadan sonra hevesini farkettiğim için o mevzuyu açmadan, zarif bir hareketle ben konuya girdim: “Eee üstad! Fransa'dan neler getirdin şu kadim dostuna?” dedim. O yıllar Eski Kıta'da içtimaiyat ilminin içtimaiyyat olduğu yıllardı. Alamanya'da üstad Max Weber'in ortaklaşımcılığın piri Karl Marx'a, yakın arkadaş çevresi tarafından rakip kılınarak coştuğu, Georg Simmel'in ölümünün üzerinden henüz iki sene geçmesine rağmen namdar olmaya başladığı, Ferdinand Tönnies'nin 'Cemiyet ve Cemaat' adlı eserini matbaadan taze çıkardığı bir dönemdi. Fransız ülkesinde mütekebbir karakterli Emile Durkheim intiharın içtimaiyata içkin olduğunu henüz yeni ortaya atmıştı. Jean-Gabriel De Tarde “toplum taklittir” sözünü yumurtlayalı çok kısa bir zaman geçmişti.
Avrupa'nın bu çalkalanışı Ziya'yı çok etkilemişti. Yanındaki çantadan üzerinde 'Les Règles de la méthode sociologique' yazan bir kitap çıkardı. “Bu ne lan?” demeye kalmadan, “Olum öyle bir ilim buldum ki, her konuda atıp tutabilecek, diğer her ilime salça olabilecek ve kendi epistemik cemaatimizi oluşturabileceğiz artık.” diye coşar bir ifadeyle hayatının en uzun cümlesini kurmuştu. Ziya'nın eski Ziya olmadığını o an farketmiştim. “Böyle ayaküstü olmaz, gel bir iki Pilsen içip öyle konuşalım.” dediğinde kendimi doğrulamış oldum. Üsküdar'da takılacak pek bir yer olmadığından, vapur ile Beşiktaş'a, oradan da Taksim'e çıktık. Yol boyu eski Ziya gibi sustu. Taksim'de eskiden de takıldığımız Nevizade'ye oturduk. Pilsenler geldi ve Ziya heyecan içinde anlatmaya başladı.
“Olum, şimdi bu ilimin adı İçtimaiyat olacak. Ben diğer ilim adamlarına baktım, en kralı ve kolay anlaşılır olanı Emile Durkheim adlı üstad. Alamanyadakiler çok karışık. Hem siyasi falan, o işlere bulaşmayalım. Orada farklı tartışmalar var. Şimdi bizim üstad Durkheim'a göre her bir şey içtimai. Hatta bireysel vuku bulduğu iddia edilen intihar bile... Hatta mimari, iktisat, siyaset, aklına gelen her şey. Yani içtimaiyat değil içtimaiyatlar var. Her şey içtimai ise her bilime bulaşabilir akademiyada kendimize kolayca yer bulabiliriz. Yöntem olarak da positivizmi seçtim. Hem daha kolay, hem açık, hem de bir laf ettin mi kaide oluyor. Böyle yasaları falan var.” diye açıkladı Ziya ve gün boyunca diğer detayları anlattı.

Aklıma zuhur etmişti. Pilsenlerin biri geliyor biri gidiyordu. Ziya'nın kafası güzel olunca bir faytona binip Üsküdar'da yaşayan bir başka arkadaşın evine gittik. Ertesi gün yeni bir dönem başlayacaktı, hem akademiya hem de bizim için. Eve varınca Ziya kustu. Ben ise koltukta uyuya kalmışım.
Devamını oku...
SST Atölye