22 Eylül 2012

0 Boşkent ve Dersim’in Kayıp Kadını

Yemekler bir kentin ruhuna dair izler taşıyıp okumasını bilene o kenti anlatırken Ankara’yı hangi yemeği anlatabilir. Şöyle düşündüğünüzde Ankara’ya dair özel bir yemek adı gelmez, bazlama arası kaşar ve salam anlatabilir belki Ankara’yı, biraz zorlama biraz eklektik. 

Saraya karşı, sarayın anlamlarını bünyesine toplamak için kurulan adalet saraylarının adaleti kaybolmuş ve geriye sadece saray kalmıştı. Kapalı kapılar arkasında saraydan saraya dönüşümün en sert yaşandığı bu kentte zihnim her iki sarayında yok saydığı bir kadının hikayesiyle doluydu, Dersim’in kayıp kadını… 

Dersim’in bir köyünde başlar hikaye, geç doğum yapmış ve bu gecikme nedeniyle üstüne kuma gelmiş bir kadının kızıdır “kaybımız”, daha yeni yeni adım atmayı öğrenirken kaybeder annesini. Belki bu nedenle yürümekle beraber öğrenir sürünmeyi. Kadınlar arası güç ilişkisinin yeni doğan kurbanıdır, belki de yanlış vajinadan çıkmış bir atıktır, daha yeni yeni kullanılmaya başlanan… 

Gri duvarların gölgesinde hafiften sidik kokuyordu, kanalizasyonlar da patlamamıştı oysa, şalvar altına topukluyla yürümeye çalışan kadını izlerken ilk Ankara valisini arıyordu gözlerim, Kızılay’da teras katında bir kafe ve kafede oturan iki kadın ve bir hıyar, hemen hemen her kafede görebileceğiniz manzara. Çocukluğa dair anılarda paylaşılan, farklı kentlerde yaşanılan benzer anılar, benzer oturma odası tarzları benzer doğum günü kutlamaları, Ankara anlatıyordu benzerliklerimizin nedenlerini. Ya o diyordum içimden ya o yaşamış mıydı doğumuna dair herhangi bir kutlama… 

Hep ötekileri yaratırız ve kutsal biz ise murdar onlardır bir nevi ve Dersim’in bu köyünün murdarı çingenelerdir. Daha ilk başta yanlış vajinadan çıkmıştır ya kaybımız, ilk fırsatta evden gönderilmesi gerekir. Kahramanımız daha on dördünde bir çingeneye gelin gitmez, bildiğin satılır. Piyasa değeri ne kadar düşükse hor kullanılmaya açıktır ya bir mal, kayıp kadınımızın da piyasa değeri oldukça düşüktür. 

Dersim’de başlar hikaye ve bu satın almayla beraber İstanbul perdesi açılır. Suları bile olmayan bir gecekondu mahallesindedir kahramanımız, evlendikten bir sene sonra doğan oğlu ve ayyaş bir kocanın dayakları arasında geçen bir sene, arada gidilen temizlikler ve diğerlerinin yaşamı. O diğerleri yaşamın sağlı sollu olduğu zamanlar ve yüze inen sağlı sollu yumruklar arasında doğan ikinci erkek çocuk. Artık büyümüştür illegal satılabilirlikten legal satılabilir yaşa girmiştir ve artık bu sefer kocası tarafından on sekiz yaşında pavyona satılır. 

Eskiye dair bir anı anlatılıyordu dostum Kızılay’daki teras katında, daha altı yaşındayken ailesinden kaçak başvurduğu yerel bir televizyon kanalında oynanacak bir piyese oyuncu seçmelerinin hikayesidir bu. Pamuk prenses ve yedi cüceler piyesinde prenses rolünü oynayacağını sanırken cücelerden biri olan bir çocuğun hikayesi. Ne prensestik bu yaşamda ne de prens, belki bazı yaşamlarda kahramandık fakat çoğu yaşamda figüran. Bir fotoğraf makinasıyla oynarken gerilmişti karşı masada ki bir kadın, ne de olsa gergin bir kentti burası, gri binaların kapalı kapılar arasında fişlemelerin, ayak oyunlarının, yalakalığın en fazla olduğu kent. Prens Sabahattin’i haklı çıkarıyordu zaman. 

Küçük bir pavyonda masaların mezesioluyordu artık, o an muhabbeti tüketiliyor ve unutuluyordu. Unutulan bir figürandı fakat belki de bir çok ailenin dağılmasında adı sanı bilinmeyen kahraman. Fakat birisinin hayatının merkezine oturmaya başlamıştı, İstanbul’a hukuk okumaya gelmiş hukuksuzluğu göstermek istediğinde hapse girmiş ve hapisten çıktığında aynı pavyonda fedailiğe başlayan bir adamın… Sevmiştir kayıp kadınımızı, feministler istediğini düşünebilirler fakat o sahiplenmek istemişti. Biraz kaba kuvvet biraz para, çıkarmasına yetmiştir pavyondan, kadının kocasından boşanma işlemleri kalmıştır geriye. Fakat istemez kocası boşanmak, verdiği başlığı ister kadının çalışmasından eve getirdiği parayı, kısaca para ister, gene bir alış verişin nesnesi olmuştur kadın. Kendi üzerinden dönen pazarlıkların kurbanı. Bir kızı olur arada ama çıkartamaz kimliği. Gri duvarların haberi yoktur derme çatma küçük evde yaşanılanlardan, her şeyden habersiz bir göz dünyaya gelir tek göz oda da, bir sene sonra bir göz daha… 

Çevremdeki gözleri izliyordum teras katında, arada bir Kızılay’ı. Çevredeki mekan isimlerine odaklanıyordum arada, herhangi bir ilde görebileceğiniz mekanlar, ne özel bir içecek ne de olağanüstü tasarım. İsimlere ve içeriklere odaklandıkça başarılı oldu mu ilk Ankara valisi diye düşünüyordum. Acaba amaçlanan bu sığlık mıydı, tekdüzelik, anlamsızlık… 

Yeni bir şehre taşınmak başlatır mı yeni bir yaşamı, izleri silinebilir mi geçmişin. İçimizdeki sıkıntıdır bu ne zaman darlansak bir ilden, bir yaşamdan başka şehirlere kaçmak isteriz. Kayıp kadınımızın ve fedaimizin de isteği buydu aslında, çocuklarıyla birlikte basit bir yaşam. İzmir’di yeni adresleri, fedaimiz basmahanede iş de bulmuştur, İzmir şartlarına göre iyi kazanıyordur, çocuk sayısı beşe çıkar ve en büyük kızlarının artık okula başlama yaşı gelmiştir. Hala boşanamamıştır kayıp kadınımız fedaimiz defalarca para verse de kocasına. Çocuklar nüfus kayıtsızdır, bürokrasinin kayıtlarında işaretlenmesi gereken şıklara dönüşmemişlerdir ama yaşayabilmeleri için şıklara dönüşmeleri gerekmektedir. Son bir bastırmayla kabul eder kocası boşanmayı, yıllar süren bir karmaşa çözümlenir. Kadın oğlanlarından söz etmez bir daha ama belki hatırladığında üzüldüğü için belki de fedaiden önceki yaşamını hiçbir şekilde hatırlamak istemediğinden… 

Kızılay sokaklarındaydık artık. Ankara’da görüşülen iki arkadaşla vedalaşma zamanı yaklaşırken defalarca yıkılıp giden her zaman ele geçirilmek istenen gri binalara odaklanırken bir yanda bir şeyleri anlatmaya çalışan eski bir kale tüm ihtişamıyla oradaydı; tarihi bir kale manzarasında ele geçirilmeye çalışılan ve ele geçirmeye çalışırken unutulan yaşamlar. 

O yaşamlardan biriydi kaybımız aradan yıllar geçmişti kızları büyümüştü en büyüğü on altı yaşına girmişti, daha kırkında bile değildi ama ne olduğunu bile anlamadan küçük oturma odasında göğsünde bir baskı hissetti, ne olduğunu pek de anlamadı, nefes alamıyordu, hafiften elleri titriyordu. Dersim’in bir köyünde başlayan yaşam İzmir’in gecekondusunda sona ermişti. Bir nefesti sadece diğer hikayesi bilinmeyen binlerce nefes gibi, mezarı İzmir’dedir, yılda kaç defa gidilir kaç defa ziyaret edilir bilinmez, varlığını bile bilmeyen gri binalar iki metre karelik bir mekanı bile satmıştı fedaiye, kaybımızın cesedi de bir pazarlığın nesnesi olmuştu. Belki Cemevi’nde değil de camide yıkanılacak olanlardan olsaydı kayıp denilmezdi arkasından, belki insanlarla anlaşabilmek için Kürtçe değil de Türkçe konuşsaydı gri duvarlar duyabilirdi o çocuk sesini… 

Ölümünden sonrası… 

Ölümünden bir yıl sonra en büyük kızı Ege Üniversitesi Tıp bölümünü kazandı. 

İki sene sonra fedai kalp krizinden öldü. 

Beş kız kardeşin en büyük iki kız kardeşi diğer kardeşlerini büyütebilmek için hem çalıştılar hem de üniversite eğitimlerini bitirdiler. 

Beş kız kardeş ve iki erkek kardeş yıllar sonra birbirlerini buldular. 

Hikayenin en ironik kısmı ise aradan geçen yıllardan sonra kaybımızın kızlarının şu an gri binalardaki sidik yarışının içeresindeki memurlardan olmasıdır.
Devamını oku...

17 Eylül 2012

3 Kutsal Şekerlik

Kapı kapı dolaşıp şeker topladığımız bayram günlerini yad etmeye şimdilik niyetim yok. Hele ki şeker bayramı geçmişken. Belki çocuk zamanlara geri dönmek hikayenin başlangıç noktası açısından zaruri ama en başta rengarenk şekerlerin parıltılı dünyasının o zamanlara ait nostaljisinden dolayı şeker bayramı demediğimi de belirtmeliyim. Hatta rengarenk imgelemleri bir kenara bırakayım, açık söylemek gerekirse oldukça gecikmiş bir gerçekle yüzleşmenin verdiği sıkıntı beni buralara sürükledi. Sıkıntıya hasıl olan da şekerler değil aslında. Bayram şekerlerini içine koyduğumuz şekerlik. 

Kimin tarafından verildiğini hatırlamıyorum ama ben küçükken evimize gelen misafirlerin bir hediyesiydi bütün bir gizemin başlangıç noktası. Hediyeden memnun olmakla beraber kutuyu açınca ortaya çıkan metal, üzerinde delikleri olan, kapalı durunca kubbe, iç içe geçen yapraklar açılınca tepsi biçiminde olan nesnenin ne işe yaradığını ayıp olur diye soramadık sanırım. Daha sonra aile eşrafı olarak bunun şekerlik olduğuna kanaat getirdik ya da ben topladığım şekerleri içine koyunca işlevi bu şekilde ortaya çıkmış oldu. Kimse de sorgulamadı. İnancın temel çıkışı bu şekilde belirdi. 

Aradan geçen onca yılın ardından, bugün o nesnenin aslında sebze haşlama aparatı olduğunu öğrenmiş bulunmaktayım. Israrla ve kararlılıkla şu yaşıma kadar inandığım şeyin basit bir gerçekle sarsılması benim için gayet elem verici oldu. 

Bir şeye inanmak ve zaman içinde ona dair oluşturulan kutsallık ile yüzleşmenin sıkıntılı olduğunu kabul edebilirim ya da zaten kutsal gerçeğin hep ötesindedir diye kendimi avutabilirim. Ama meselenin buralarında oyalanacak değilim. 

Evvela o bir hediyeydi. Kutsal bir görünüm almasının bundan daha arkaik bir sebebi olamazdı. Maori hediye kültüründe, hediye olarak verilen şeyin (taonga) bir ruhu (hau) bulunmaktadır. Açmış bir çiçeği andıran şekerlik aracılığıyla şekerler misafire ikram edilerek hau dolaşıma girmiş olur. 

Mekansal olarak ise, şekerlik misafir odasının tam ortasındaki sehpanın üzerinde yer alırdı. Bu haliyle evrenin merkezindedir. Tavandaki lambadan üzerine ışığın yansımasıyla parıldayan bu yarım küreyi taşıyan sehpa göğün direği inancının bir yansıması olarak görülebilir. Sehpa ile şekerlik arasında bulutları andıran iğne oyası sehpa örtüsü ve en zeminde bir okyanusu andıran Isparta halıları serilidir. Dörtlü kozmik eksen tamamlanmış olur. Böylece gök-yeryüzü benzeşimi varlığın bütün düzeylerinde sayısız büyülü tekabüliyetler doğurur. Bütün bu imgelemler, misafir odasının bir ev için önemi ve o zamanlar işlemeleriyle gotik bir katedrali andıran vitrin ile de bütünleşince kutsallık kendini inşa etmiş olur. 

Ancak kutsalın dizaynı üzerine titizlikle kafa yoran birisi tılsımı yaratanın aynı zamanda o şeyin hangi maddeden yapıldığıyla alakalı olduğunu bilir. Birçok kültürden örneklemek mümkün ama demir ister gökten düşmüş olsun isterse toprağın bağrından sökülüp alınmış olsun her durumda kutsal güçlerle yüklüdür ve metalin okült niteliklerine olan inanç süregelmiştir. Metale hürmet, kendi içinde ve kendisi için bir nesneye tapınma yani bir nesne fetişizmi değildir, burada tanıdık evrene ait olmayan, başka yerlerden gelen, dolayısıyla bir öte dünya işareti, aşkınlığın az çok bir imgesi olan yabancı bir nesneye duyulan saygı vardır. 

Nihayetinde, tüm görünümleriyle şekerlik, belki de farkına varmadan tapındığım bir şey haline dönüşmüştü. Kutsalın belirişi de imgelemlerin katmanlaşmasıyla oluşur. Bu ne kadar nesneden soyuta taşınırsa o kadar güçlü olur ama bazen onun bir sebze haşlama aparatı öğreninceye kadar sürer. 

Ben yine de, sebze haşlamayı bir ritüel haline getirip, tencere, ocak, su ve ateş düzleminde yeni tariflerin peşinde koşmak için bu nesneye bir şans vermeyi tercih edeceğim.
Devamını oku...

14 Eylül 2012

8 Staylacılık

Bundan birkaç sene önce popüler gündemde fırtına gibi esen “apaçi” kodlaması son dönemde etkisini biraz daha azaltsa da (ya da yerini başka kodlamalara bıraksa da) zaten neyi tanımladığı belirsiz olan boyutu artık her şeyi içine alabilen amorf bir yapıya bürünmüş gözükmekte. Bu mevzuda kültürel kodları ifşa eden ilk yazılar, bu blog yazarlarından Babaaa tarafından yazılıp çizilmişti. Ama “apaçi dansı” olarak adlandırılan mefhumun sosyal medyada ve popüler kültür alanında nasıl patlamaya dönüştüğüne dair süreci tekrar gözden geçirmekte fayda var. 

Evvela, “apaçi” kodlaması da video ve imajlarla desteklenen bu tür dans ve kültür formları da yeni bir şey değildi. “Buca Gedizlilerin asker uğurlaması”, “Buca Gedizlilerin kopması” videosu bir anda nasıl “apaçi dansı” olarak adlandırılmaya başlandı ve onu aşan belirsiz bir biçime kavuştu? 

Süreç şu şekilde işliyor gibi: öncelikle ‘keşifçiler’ tarafından youtube benzeri video paylaşım sitelerindeki ilginç, absürd, komik, akla hayale gelmeyecek, bu da mı dedirten cinsten videolar taramalar sonucunda ortaya çıkarılır ya da bu tür videolar doğrudan yüklenmiş olur. Daha sonra ‘yayıncılar’ devreye girer ve bu videolar ‘yaran youtube videoları” gibi başlıklar altında (burada kritik nokta “tag”lerdir) çeşitli sosyal medya platformlarında yaygınlaşır. Bu paylaşımlar en nihayetinde her türlü platformda karşımıza çıkan, türlü arkadaşlar vesilesiyle “aha sen şunu izledin mi, bak çok komik video” gibi şuursuz telkinler vasıtasıyla internet fenomenine dönüşme yolunda ilerler. Bu alemdeki herkesin bir şekilde parçası olduğu bir süreç. 

“Apaçilik” denilen mefhum da benzer şekilde gelişti. Patlamaya vesile video öncelikle “Buca Gedizlilerin asker uğurlaması” olarak bilinen, outro lex eşliğinde çatla-patla dans eden Gediz Mahallesi gençlerinin asker uğurlamasındaki görüntülerin ibarettir. Özellikle 80’lerden bu yana düğünlerde ortaya çıkan, “crazy dance in kayseri” gibi örneklerde aşina olduğumuz dans figürlerinden açıkçası bir farkı görünmemektedir. Bu video pekala “eğlenceli” olarak değerlendirebilir. Ancak meselenin başka bir boyutunun da olduğu ortadadır. Neden apaçi dansı, apaçi marşı ya da ayini olarak kodlanmıştır? Burada dansın öznesi olan “esmer gençlere” yönelik bilinçli ya da bilinçsiz olarak ideolojik-kültürel-sınıfsal kodların dile vurması durumu söz konusudur. 

Gediz Mahallesi, İzmir’in Buca ilçesine bağlı, bugün Göksu mahallesi sınırları içinde yer alan bir Roman mahallesidir. Çeşme otobanı kenarına itilmiş Mustafa Kemal Mahallesi gibi ağırlıklı olarak alt sınıflara mensup, informel sektörlerde geçimini sağlayan, sokaklarında sanayici gençlerin modifiye-fink attığı bir yerdir. Memlekette Romanlara yönelik “apaçi”, “komançi” gibi ardılında hareket içeren tanımların yapılması oldukça eskiye dayanır. Söz konusu fenomen videonun kodlamasındaki “apaçi” de apaçık buradan gelmektedir. (ideolojik video-tag) “Apaçi” sözcüğünün zamanın western filmleri ve çizgi romanlar aracılığıyla empozisyonu gibi başka tarihsel göndermeleri de mevcuttur. Ancak mesele tam da Gediz’deki kompozisyonunun ideolojik yansımasıdır. 

Buca Gedizlilerin Kopuşu, ardından Ankara Kızılay’da bir üst geçidin ortasında dans eden gençler ve yaralı sıtayla, mahkum 55, gizemli rapçi diye uzayıp giden yeni yetme arabesk-rapçiler… Aslında bakıldığında bu üç videoda saç şekilleri, müzikler ve giyim-kuşam vs. açısından birbirinden farklı üsluplar söz konusu. Dahası bu artık öyle bir kodlama halini aldı ki, sınıfsal aidiyetleri, müzikal tercihleri, yaşam kültürünü, giyim-kuşamı aşan, hemen hemen her şeye kolayca yakıştırılan bir anlamsızlığa büründü. Bonzayici mahalle gençliğinden bıyıklı-göbekli amcalara, elektro danstan halay çekenine, ronaldosundan ötekine berisine… Bütün bunları birada kodlayan şey nedir peki? Belki de şimdiye kadar total olarak adı konulamayan ama ‘senin’ alanına girmeyen her şeyin adı “apaçilik” olarak çabucak benimsendi. 

“Apaçilik” hiçbir şey ifade etmemektedir. “Apaçilik” diye bir şey gerçekte hiç olmamıştır. 

“Apaçilik” dışsal, “stayla” içsel bir tanımlamadır. “Apaçilik” onlara atfedilendir, totalleştiricidir, “stayla” kendini ifade ediş biçimidir. Stayla, stil-tarz demektir. Ve kendisini Crew’de konumlandırır. Crew rap literatüründe tayfa anlamındadır. Ankara Crew, Hatay Crew, Batman Crew gibi. Kendi hayatlarını, kendi dünyalarını anlatırlar. 

Eğer kastedilen arabesk-rap formu ise bu gençlerin kendilerini ifade ediş biçimi olarak “stayla” tanımlaması daha doğru bir analiz düzeyi verecektir. Hatta tumturaklı bir sosyolojik analiz yapmak gerekir ki, bu müzik türünü beğenen gençlerin sayısı ortada görünenin ötesindedir. Mahallesinden köyüne, kışlasından sanayisine memlekette belki de gençlerin en fazla dinlediği müzik türüdür. Burada staylacılığın sosyolojik boyutlarını sergilemek mümkün değil ama “Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski”, “Arabeskin Anlam Dünyası: Müslüm Gürses Örneği” gibi “geçmiş döneme ait ve artık tedavülden kalkmış olan arabesk formu” üzerine yapılmış çalışmalar gibi, bu yeni arabesk-rap formunun anlam dünyası üzerine de sosyolojik çalışmalar yapmak gerekecektir.
Devamını oku...

10 Eylül 2012

0 Ters Polarizasyon

“Gitarla beraber gözlüklüyü götüme soksalar bu kadar acı çekmezdim amk”.! Bu yorumlardan biri. Ben bu yorumun bu yazının başlığı olmasını çok istedim aslında ama yazımızın anlaşılmaya çalışılacak temel kavramı “ters polarizasyon”. Yazının tüm ruhunu içeriyordu maalesef. Ama yine de “Gitarla beraber gözlüklüyü götüme soksalar bu kadar acı çekmezdim amk.!” başlıklı başka bir yazı yazmayı düşünebilirim. 

İsterseniz önce konuyu kısaca özetleyelim. Mevzu bahis “Sıla "Seni Görmeseydim" Joy Türk Akustik Performansı” konulu bir video klip. Klip son dönemlerde aşırı popüler olmuş “akustik performans” havasında. Video, çıplak sesle canlı perfromans sergileyen Sıla ve ona eşlik eden akustik gitaristin aşırı modern-arabesk parçalarından oluşuyor... 

Neyse ki konu video değil. Asıl konumuz bu videonun altına yorum yapan milletimin aziz vatandaşları. Yorumların hemen hemen hepsinde ayrı bir zeka, önemli incelikler, muhteşem yaratıcılık örnekleri görebilirsiniz. Dolayısıyla yeteri kadar kafanız güzel değilse bu güzel yorumların eriştiği mertebeye yakın sayılamazsınız. Ama yine de bir ihtimal siz bu yorumları ayık okuyor da gülüyorsanız... İşte! Sizi esaret altında tutan zincirlerinizden kurtulup özgür olmanın keyfini yaşıyorsunuz demektir! Keyfini çıkarın ve önemli bir akıl devriminin eşiğinde olan Türk Milleti'nin bir ferdi olmaktan istediğinizi duyun. Sonuçta uzun süre Ne Mutluyduk!“... şimdi başka duyumsamalarımıza da kulak verme zamanı (başka duyumsamalara kulak verdiğimizde her halükarda “işitme duyusuna da kulak veriyoruz” ve paradoksu salık veriyoruz). 

Yorumları yapanların bulundukları ruh hali ve bu halin meydana geldiği mekanın ne gibi mucizevi koşullardan oluşageldiğini bilmek güzel olabilirdi ama yine de empati-leri-mizi kullanmakta sıkıntı çekmemekte fayda var diyerek “ters polarizasyon” kavramı hakkında detaylı analizimize girmek istiyorum. Fakat hemen öncesinde bu kavramın önemini iyice kavramak adına başka bir kelimenin geçmişine göz atmakta fayda var. 

İngilizce'de “Dude” kavramı bugün birçok gençlik grubunca kullanılan, birbirlerini ifade etmekte sakınca görmedikleri, modern anlamıyla Amerika'da zenci alt kültürlerinin kullana geldiği bir kelime. Şimdiki anlamıyla Türkçe'de “dostum”, “hacım”, “hocam” anlamına gelebilir. Fakat bu kelimenin modern olmayan tarihi tıpkı “ters polarizasyon” kavramı gibi öngörülemez anlamlar içeriyor. Hikaye şu: 1883 yılında Jonathan Periam tarafından yazılmış olan “The Home and Farm Manual” (Ev ve Çiftlik Rehberi çn.) adlı kitapta “dude” adab bilmez, burnu büyük fakat gösterişli, şehirden gelen insanları, çoğunlukla da erkekleri tanımlayan bir kelime olarak kullanılmış. Ev ve çiftlik konulu üstelik rehber niteliğindeki bir kitapta neden 'adab bilmez, burnu büyük fakat gösterişli şehir erkeği'nden bahsedildiği konusu da çok ayrı bir araştırma konusu. Fakat yine de bu konunun bazı bölümleri bizim “ters polarizasyon” kavramımızla yakından bağlantılı. 

Hikayeye geri dönersek; “Dude” kelimesini bu profildekiler için kullanılmaya başlaması demek şehirden köye giden her insanın “dude” olduğu anlamına gelebilir. Lakin bu dönemlerde bu kelime pek yaygın olmadığı için kullanımı da sınırlı kalmış bir süre. Fakat geçen 20 senenin ardından 1900'lü yılların başlarında patlamalı büyüyen Newyork'un bir gazetesinde köy yaşamı başlıklı bir haber-araştırma çıkıyor. Araştırmanın bir numaralı kelimesi “dude”. Çok geçmeden Newyork şehri popüler kültür ürünü haline gelen “dude”u adab bilenden bilmeyene, köyden gelenden, uzaydan istilaya gelenlere kadar herkes için kullanmaya başlıyor. Hatta son geldiğimiz nokta hakkında ufak bir fikir edinmek istiyorsanız her karakterine “dude” denilen hatta “South Park Dude” olgusunu yaratan Southpark dizisinin bir videosunu izleyelebilirsiniz. 

Sonuç olarak “ters polarizasyon” kavramının içinde doğduğu sosyal platform da 20. yüzyılın başlarında gazete ve fiskos aracılığıyla yayılmış “dude” kelimesiyle benzer doğuş izleri taşıyor. Hem kelimenin hem kavramın temsil ettiği topluluk tam bir baş aşağı durumu. Her iki durumda da profil köyden-şehire, şehirden-köye hareketliliğin ürünleri. 

Evet yeteri kadar “ters polarizasyon” kavramına dikkati çekebildiysek video-yorum ilişkisinin milletimin ne tür cevherlerini ortaya çıkarttığına bakalım. Kavramın doğuşuna tanıklık eden video altı yorumu şu: Önce bir arkadaşımız youtube a yüklenen bu videodan bağımsız olarak merakını gidermek üzere de olsa gelişi güzel bir yer olarak Sıla’nın bu videosunun altında soruyor: 

“Nasıl türksünüz lan hiç küfreden olmamış amk vol2” 

Cevap kavramı da birlikte getiriyor: “Bu müzik hepsini sikti, küfür edecek halleri kalmadı, sevdiğim kızın da adı Sıla olduğu için [video ile bu durumdan kaynaklı yakın ilişki kurulmuş hatta bir de empati kurulmuş] bende ters polarizasyon yaptı, kendime geldim, küfür edebiliyorum amk” 

Evet sonuç olarak küfür edilebiliyorsa hayata geri dönülmüş demektir. Bu yoruma cevaben başka bir erkek arkadaştan şöyle bir yorum geliyor: “Sen çok yaşa arkadaşım :)) [gülme işareti yorumda var yn.] Allah'ım seni gönlünün muradına bağışlasın, çok güldürdün sabah sabah. bu kadın; "içimde bir sıkıntı var, akşam çöktü ondandır...." dedi mi dalıp, dolup gidiyor gözlerim Mustafa abinin (Sandal) gidenlerine, sahip olup, tutulamayanlara....Seni görmeseydim yoklar mıydı bilmem bu hasret ağrısı?..” diyor mucizevi bir yerden. Kelimelerdeki akışı anlıyoruz sadece ve Mustafa Sandal'dan “Geri dön ve tekrar tuşuma bas!” parçasıyla anlam bakımından eşit uzaklıkta bir ilişki kuruyor. Aslında hadi itiraf edelim ilgili yoruma yönelik bir mana çıkartamıyoruz bu cevaptan. Ama “ters polarizasyon” a uğramış arkadaşımız bir anlam çıkartıyordur eminim. 

Fakat diğer yandan başka bir video altı yorumcumuz “ters polarizasyon” kavramındaki çelişkilere dikkati çekiyor: “Polar zaten zıt demektir 'ters zıt yaptı' diyerek türklüğe birkez daha atıfta bulunarak savunduğun tezi çürüttün laf oyununa gerek yok vesselam” diyor ve kavramımıza son şeklini veriyor Alamancı bir arkadaşımız. Diğer video altı yorumcu arkadaşımızsa konuyu kapatıyor. Alamancı kardeşimiz de almanyadan selamlar gönderiyor. “Ters Polarizasyon” kavramımız da bu şekilde dünyaya geliyor. 

Yine ilgili videonun altındaki yorumlardan “ters polarizasyon” a uğramış çeşitli vatandaş örnekleri görelim: “Sik bizi Sıla!” “Anamı siktin amk...seviyoruuum la seviyom ben seviyom walla billa, lan burcu”. Burcu bu samimiyet karşısında bence Romeo'suna inanmış ve geri dönmüştür.

“Of Uleenn... Dünyada Tek Bu Kadınya. Yemin Ediyorum Daha İyisi Yoktur.. "3" Öl. Bit. Geber. Lan Ben Bu Kadın İçin Herşeyi Yaparım. O derecee :)” “3” en az üç 'marka'sını hak ediyor Sıla. Nedir onlar Öl, bit geber!

“O son bakış beni benden aldı amk :D”

Ve tabi “ters polarizasyon” un yoğun etkisine maruz kalmış değerli bir arkdaşımız yapılan yorumlara aşağıdaki gibi tepki gösteriyor: “Hay sizin yorumlarrınıza emi :))))) gülmekten efkarlanamadım ya :D şimdi bu şarkıyı her dinlediğimde gülücem :D:D” [Açıkçası böyle bir parça da olsa ben de gülücem sanırım yn.]

Ama ters polarizasyonun temel bakış açısını ifade eden şu yorum tamamiyle kavramın billur halidir: “Ahhbe öküz kız....” Sizce de gurur dolu bir yorum değil mi? Tıpkı: Ah be kız, ah be öküz kız, sen oralarda o videolara çıktın ama olmadı. Ben burda senin için en uygun kişiyken sen gittin neler yapıyorsun. Bensiz, benden uzak..!

Zurnanın zırt dediği yerden seslenmek gerekirse, “dude” un en eski bilinen kullanımından örnek vermek iyi olabilir: “Şimdilerde 'muhallebi çocuğu-acemi' ile Batıdaki eşdeğeri, insanoğlunun zaman içinde gelişmiş ve suiistimal edilmiş ilginç bir türü olan tüm içtenliğiyle kendinden menkul “dude” u arasında bir benzerlik kurmak zordur. Montana Kovboyları bile ikincisinin ne anlama geldiğinin farkında. Tabi ki böyle bir prototipin ilk görüldüğü zamanlar onların bir elin parmakları kadar olduğu zamanlardı. Fakat inanıyorum ki onları beyaz kuşak takarken ve sanki daha yeni traş olmuş ve yüzünü yıkamış şekilde dolaşırken görebileceğinizi söylemek en doğrusu ve uygunu olacaktır.” (“Random Notes and Observations of a Trip Through the Great Northwest”, “The Medical Record”, Oct. 20, 1883)

Tüm içtenliğiyle kendinden menkul “dude”ların ters polarizasyona uğramış halleriyle sosyal medyada gururla kendilerini ifade etmesi artık bir “olgu”. “Öküz kız”ına yalvaran yorumcumuzun kullandığı isimi de burda belirtmekte fayda var: “oksijenli suyum”. Yıllardır oksijensiz solunum yapan gençlerin bu oksijeni eser miktarda nereden aldıklarını merak ediyorduk. Demek oksijenli su varmış.

Nedir oksijenli su: “Gereksiz gurur. Yaşamda herhangi bir alışkanlığınızdan kolayca edinebileceğiniz... yani, bayinizden istemeyi unutmayın. Kendinden menkul kişilik olmanın en kolay yolu!
Devamını oku...

4 Eylül 2012

3 Korkunun Antropolojisi

Her şey bilinmeyene karşı hissedilen tarifsiz kendini koruma refleksiyle başlamıştı. Atalarımızı hayatta tutan tam da bu oldu belki. Türümüzün devamlılığını sağlayan ve süreç içinde gelişen reflekslerimiz... Korkularımız sayesinde uzaklaşmayı, kaçmayı, tehlikeden kendimizi korumayı öğrendik. Genel olarak “bilinmeyen” ve “korku” arasında hep bir bağlantı oldu. Eğer korkmasaydık üstüne giderdik, varoluşumuzu tehlikeye atacak türlü saçmalıklar korkusuzluğun neden olduğu girişimcilikle başlayabilir ve bu da türümüzün sonunu getirebilirdi. Aslında korkarak hayatta kalmayı öğrendik. Korkularımız karşısında verilen her cevap zaman içinde bir çoğunu yenmemizi sağladı. Geriye kendi yarattığımız ve bir türlü açıklayamadıklarımız kalınca da inanmayı tercih ettik. Zamanı geldiğinde öylesine büyük korkular yarattık ki, en kutsal saydığımız metinler bu korkular üzerine inşa edildi. En büyük korkuyu hep en bilinmez olandan bekledik. Yetmedi, bire bin katıp korkumuzun kaynağı olan bilinmezliği bir sürü çetrefilli hikayeyle besledik. Herkesin korkusunu bir ve aynı kılmaya çalışıldı. Uhrevi olana karşı duyduğumuz korku yetmemiş olacak ki haklarımızı bir bir devrettiğimiz ve yine kendi yarattığımız dünyevi tanrımız devletten de korkmaya başladık; aslında korkmadık, korkutulduk. Uhrevi olandan dünyevi olana her şey bizim için birer korku kaynağına dönüştü. Oysa varlığımızı sürdürmek için bu kadar da korkmaya ihtiyaç duymuyorduk artık. Dolayısıyla korku kültürel ve inşa edilmiş bir duygulanıma doğru evrilmiş oldu. En eski reflekslerimizden biri artık varlığımızı sürdürme aracı olarak değil, bizi tahakküm altına alma aracı olarak kullanılmaya başlandı.

Neyse ki kahramanlarımız vardı da, korkularımızı bir parça olsun ortadan kaldırmamızı sağladılar. İlk kahraman, İran mitolojisinde Şah Tahmasp’ın Quahtarasp tarafından tahtından mahrum edilen oğlu oldu: adı Kahraman’dı. İlk kahramanımız şimdikiler gibi yenilmez değildi, basbayağı hakkı yenmiş ve kenara itilmiş bir mağdurdu. Kimsenin işine gelmemiş olacak ki kendisini hemen unuttuk. Mağdurdan mağrura doğru yol adlı kahramanlar. Bize yenilmeyen, korkularımızla başa çıkabilecek kahramanlar lazımdı çünkü. Gelgelelim uhrevi korkularımız tek tanrılı dinlere kadar uzanıp dönüşümünü tamamlamışken, sürekli evrilen dünyevi korkularımızın niteliği değişti. Artık hayaletlerden ya da cadılardan değil savaşlardan, devletlerden, askerlerden, polislerden, şiddetten, birbirimizden, borçlardan, taksitlerden, trafikten, icradan, kendimizden korkmaya başladık. İşin kötüsü kahramanlarımızın bunlar için yapabileceği hiç bir şey yoktu. O kadar yoktu ki, düşmanı bile dünya dışında ya da başka boyutlarda aradılar.

Korkularımız çağlar boyunca varlığımızı sürdürmemizi sağladı ve farkında olmadan bizi besledi. Korkmaya olan eğilimiz şimdilerde zayıflık olarak tanımlanıyor. Oysa bütün savaşları çıkaran hep kahraman zannedilenler oldu. Savaşlar destanlara çevrilirken hep kahramanlık öyküleri anlatıldı bize. Oysa ben orada olmak istemeyen o korkak adamı merak ettim, savaşmak istemeyen adamı... O kahramalıklarımız ki sadece yirminci yüzyılda 180 milyon insanın ölümüne neden oldu. O yüzdendir ki şimdi korkak olma, korkuyu seçme zamanıdır.
Devamını oku...
SST Atölye