9 Mayıs 2011

1 Ay-Nur (vol.1 Kanlı Kontes) (part 2 ya da arada kalmak)

Bir insanı tanımaya çalışmak aslında kendi iç dünyanda dolaşmaya çıkmaktır bu nedenle bazı insanları tanımaya çalışmak tehlikelidir, dokunmaya korktuğun noktalarına dokunursun. Kimi zaman unutmaya çalıştığın anıların canlanır kimi zaman ise utançlığın, acizliğin, korkuların. Belki bu nedenle insan kendisinden korkan tek canlıdır.

Uzun zaman tanımaya çalıştığım eylemlerini anlamaya çalıştığım bir kadınla buluşacaktım Bostanlıda. Muhabbet konuları belliydi, biraz siyaset, biraz sanat, biraz gündelik yaşam. Yaklaşık iki saate ne sığdırılırsa. Birbirimize ayırabildiğimiz zaman sadece iki saatti, gündelik yaşamında olmayan bir insana ayrılan zaman. Gündelik yaşam-yaşam arasında yaptığımız tutarsız ayrımda özel alanlarımıza ne kadar sıkıştığımızın ve özel alanlarımızdan çıkınca ne kadar boşa yaşadığımızın kanıtı konuşma konuları ve süresi…

Bostanlı İzmirin en iğrenç, iğrenç olduğu kadar ironik yeri. Elit bir yer olduğu illüzyonunu yaratmış ve bu illüzyona inanan salakları bulmuş bir bölge. Kendilerini hala aydın sanan bir insan kalabalığı; güvenli, güvenli olduğu kadar yapay. Herhangi bir mekana oturduğunuzda çalışanların ve müşterilerin eylemlerinden kendi kendinize baskı kurarsınız, özgür olduğu iddiasındadır fakat mahalle baskısının daniskası vardır. Sanırım elitizmin başkentidir. Böyle bir bölgede buluştum tanışmak istediğim fakat bir o kadar korktuğum kadınla. Küçük bir mekana oturduk fakat huzursuzdum bu buluşma huzursuz etmişti beni. Bir yandan garsona söylediğimiz 35liği ve zeytinyağlıları beklerken kabaca sanat eserimi vardır sanat ürünümü tartışmasına girmiştik, üretilmiş iki bedenin jack daniel’s reklamının altında çarpık zihniyle giriştiği çarpık tartışma. Zeki Demirkubuz filmlerindeki kadın karakteri gibiydik bir yanı güçlüyken bir o kadar da zayıf olan kadın. O kadar güçlüydük ki en soyut konuların içerisinde yüzüyorduk fakat bir o kadar zayıftık kendimizi gösteremiyorduk. Sadece an’da beliren rollerimizi oynuyorduk, ne olduğumuzdan çok karşımızdakine ne olduğumuzu düşündürmemiz daha önemliydi. Ortamdan tiksinmeye başladığım kadar kendimden tiksinmeye başlamıştım ne işim vardı benim burada, bu insanla, neyi konuşuyorduk, bu ne sikim bir muhabbetti. Muhabbetin ortalarına doğru çocuklara dair konuşurken çocuk istediğinden bahsediyordu. Okuldu, meslekti kendini toparlama süresi derken yaşı otuza gelmişti ve aslında yalnızdı. Hızlı bir yaşamın içerisinde yüzüyordu ve bir yandan bu yaşamı sürdürmek isterken bir yandan kadın ve hanım arasında çizilen ve çizildiği için büyük baskı unsuru oluşturan istekleri vardı. Fakat bu istekler bir bakıma ağır bir sorumluluk getirecekti ve bir o kadar yaşama eylemi başkası için yaşamaya dönüşecekti. Hem büyük bir korkuyu hem de büyük bir isteği içerisinde barındırıyordu. Gösterdiği parıltılı, kültürlü, başarılı eğlenmeyi seven maskesinin ardında büyük bir yalnızlığı taşıyordu. Hem bu yalnızlığı göstermek istiyor hem de bunun görülmesinden korkuyordu.

İki saatin ardından koşarcasına uzaklaşmak istiyordum bu yer yavanlığıyla sinirlendirmişti. Bindiğim 121’in bir an önce beni evime atmasını bekliyordum nefes alamıyordum. İster istemez yanımda oturan bir çiftin muhabbetini dinliyordum. Bir erkek sevgilisine, sevgilisinin yeni aldığı gözlüğün ona ne kadar yakıştığını söylüyordu, erkeklik görevi sayılan iltifatları da bulunmayı da ihmal etmiyordu. Sana daha olgun bir hava kattı gibi bir sözün kızda yaratığı gülümseme kadar bende bu çifti boğma isteği uyandırıyordu. Geçmişimde böyle salakça bir duruma düştüm mü diye düşündüm ve mutlaka düşmüştüm belki gözlük olmasa da başka bir nesneye dair, o zaman kendimi de boğmalıydım, zaten boğmuyormuydum… Gözlüğe takıldım sonra icat edildiği dönemde devrim olarak kabul eden nesnenin günümüzdeki anlamına bakıyordum. Doğanın zorunluluğu altında olmadığımızın, zamanla oluşan bedensel değişimlere bağımlı olmadığımızın simgesi. 12.-13. Yüzyılda ortaya çıkmış ve insan kurgusunda devrim yaratmış nesne şimdi sadece güzel olmanın nasıl görüldüğünün göstergelerinden biri olmuştu. İlk modelleri hatalı, ağır, odak noktası kusursuz görmeyi sağlamaktan uzak olsa da yüzyıllar içerisinde kusursuzlaştırılmıştı fakat onu kullanan insan bir o kadar aptallaştırılmıştı.

121’de o kadar bunalmıştım ki yanlış durakta indim, eve gitmem için Bornova Sokağından geçmem gerekiyordu. Bilenler bilir Alsancağın arka sokakları Beyoğlunun arka sokaklarından bile tehlikelidir. Bornova sokağı da bu sokaklardan biridir. Bunları biliyor musunuz diye reklam yapan İzmir Büyükşehir Belediyesi Bornova Sokağı gibi ayrıntıları gözden kaçırır, keşke “Türkiye’nin en tehlikeli arka sokaklarına sahip olduğumuzu biliyor musunuz” şeklinde slogan yapsa, belki oyumu alırdı. Fakat ne kartpostallarda görülür bu sokaklar ne de anlatılır. İzmirin kızı anlatılır, kordon vb. övülür fakat o anlatılan kızlar genellikle Çamdibi gibi Bulgaristan, Yugoslav göçmenlerinin yaşadığı mahallelerde yaşar. Çamdibine hiçbir kartpostalda rastlayamazsınız. Uzun+zayıf=güzel algısının bir sonucudur, İzmir kızları batılılaşma projelerinin öngörülmeyen sonucudur. Şarkılarda Karşıyaka kızları geçse de barbie bebek özentisidir, sarışın ve salak… Kumrusu da övülür fakat en güzel kumru bu görülmeyen sokaklarda yapılır, kumru ekmeği ikiye ayrılır ve bir parçanın üstüne peynir konulur ve taş fırın odun ateşinde ekmeklerin hafiften kızarmasına ve peynirin erimesine kadar beklenilir. Taşfırından çıkarıldıktan sonra peynir üstüne konulan incecik domates parçasıyla size verilir. Arka sokaklar ne kadar kartpostallarda gösterilmese de yaşamın vitrindeki manken gibi donuk, sessiz, ürkütücü şekliyle değil de daha kanlı-canlı olduğu sokaklardır. Arka sokaklar zihnimizdeki arada kalmayı gözünün içine sokar…

Bornova Sokağında tekrar rastladım Aynura ama bu sefer ilk gördüğüm gibi sessiz sakin değildi neden çıktığını anlamadığım bir kavganın içindeydi. Takım elbiseli bir adama sayıp sövüyordu. O küfrettikçe sesi şiir gibi geliyordu. Zorla incelttiği sesi bozuk plaktan çıkan duymak istenilmeyen bir tondaydı, yapaylığın ortasında o yapaylığı doğal kabul edenler için yapay kalıyordu, belki de küfürleri o yapaylığın ortasında en doğalıydı. Köşeye geçip uzun uzun izledim, mafya özentisi olduğu belli olan bir adamın üzerine yürüyordu, arkadaşları ise sürekli çekiştiriyorlardı. Kavga bitip adam gittikten sonra Aynur da yavaş yavaş köşesine doğru ilerliyordu ben de hafiften ilerlemeye başladım ve yanından geçerken sinirden alev alev gözlere bakıp bu sefer ben gülümsedim.

1 yorum:

  1. Karanlık dünyaların anlatıcısı Bulancak Adam'ı saygıyla selamlıyorum.

    YanıtlaSil

Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.

SST Atölye