27 Temmuz 2013

2 Kara Gölge Ormanı; Velet

Kara gölge ormanında bir kulübe.

Birden kapı çaldı... Tırstım.

Sonra gerisin geri odama gittim. Odadaki herşey “Bilader ne işin var burada. Kapı çalıyor” der gibiydi. İnanıp banyoya gittim. Temizlediğim tüm günahlar lavaboda mı daha çoktu yoksa küvette mi birikmişti? Aynaya zaten bakamadım, oradan çıktım. Sonra birden kendimi oturma odasında buldum. Ne kadar oturmuştum bu odada? Bu birden kendimi evin ayrı köşelerinde bulmuşluğum ne olacaktı? O da mı yaşanacaktı oturma odasında? Neler yaşandı oturma odasında?

Derken kapıyı açtım... Karşımdaki kapıda sadece 3 saniye beklemiş gibiydi. Bekletmediğim için çok utandım...

Yatak odama girdiğimde çoktan misafirimi uğurlamıştım. Yatağım birçok şeyi unutmuş gibiydi. Her geçen geceden sabaha orada bıraktığım, unuttuğum, kaçtığım, inkar ettiğim, umut ettiğim, iddia ettiğim herşey gözün kapanması ve ardından açılması kadardı. Oysaki her gün çok göz kırpıyordum...

“Fragmanlar bilinenin aksine parçalanmış ve kopuk şeyler değildir. Günümüzde hız, hayatımızın bütününü fragmanlar haline çevirmiştir. Bu durumda artık fragmanlar parçalanmış ve kopuk şeyler değil hayatın parçalanmış ve kopuk halini tümleyen birer parçadırlar. Göz kırpışınızda bir hayat yatar.” Padualı Eyüp

Harbi mi?!

Bir de odanın kileri vardı ki orada olmam çok gecikmedi. Yatak odasından kilere geçmek de çok abesti sanki...

Bir yıl 3 ay 2 gün önce son kullanma tarihi dolmuş açılmamış konserve kutusuna baka kalmam sanırım belirli bir süremi aldı. Kilerdeydim ve son kullanma tarihiyle ilgiliydim. Cebimdeki sigara paketinin son kullanma tarihine ise akıl erdiremedim.

“Son kullanma tarihi insanoğlunun medeniyet kurmasındaki önemli olgulardan biridir. Tarih son kez kullanılması gereken yiyeceklerin, bir başka mevsime kadar son kez kullanılması gereken barınma alanlarının, son kez yapılması gereken ritüellerin not edildiği yerdir ilk bakışta. Son kullanma tarihi insan düşünüşünde bir 'sonluluk' kavrayışını da besler ve büyütür. Ve son bugün gelinen noktada hüzün ve keder ile karşılanan değil coşkuyla arkasındakine uzanılan bir mefhum. 'Son' bitmişliğin değil başlamamışlığın doruk noktası. Dolayısıyla tarih de birçok doruk noktasından oluşur.” Mektepli Gülnihal

Oha!

Gece karanlığında korkup ışığa sığınanlar ise korkanlar sivrisineklerin korkaklığı tamamıyla tabiidir. Ama işte tam uyumaya yakın ısırmayacaktın beni korkak sinek! Kilerden yatak odasına kendimi özenle sivrisineklere servis etmiş mazoşist ordövr tabağı idim. Kendi ayakları üzerinde bir tabak ve yaklaşık 190 cm.

Uykunun bilumum teferruatları (yastığı, döşeği, çarşafı, öncesinde diş fırçalama veya kitap okuma ritüelleri vs..) herkes için farklı hazırlık gerektiriyor sanırım. Kendimi hazırlamam uzun sürmemeliydi. Ama şimdi hazırdım...

“ 'Sene bilmem kaç ve insanlar...' diye başlamayan bir hikayenin bir yerinde bitivermek, oluvermek, uykudaki hayalin en güzel yönü. Hayalin gerçek olup olmaması olabildiğince ilgisizken hayalin gerçekliğini sorgulayan sabahki uyanmış insanın sefaleti ise çoğumuzun bildiği abesle iştigal. Kültür,  sabah uyandığımızda üzerimize giydiğimiz gerçekliğin elbise odası gibidir. Her sabah kalktığımızda yaptığımız ilk iş nerede olduğumuzu, hangi odada yattığımızı (oda; bir ev içerisinde kültürel olarak çeşitlendirilmiş, sınırlandırılmış veya bölümlendirilmiş mekanlardır.), etrafımızda ne tür nesnelerin olduğunu, bir aile evinde mi yoksa arkadaş evinde mi yoksa kendi evinde mi olduğunu algılamak gibi birçok kimlik, konum ve algı bütününü kavramaktır. Üstelik bunu çok hızlı yaparız. Bu durumda 'hayal' gayri ihtiyarı gerçeğin karşısında durmak ve hatta ona direnmek yeri geldiğinde de galebe çalmakla muktedir Bülent Somay'ın deyişiyle “because he can” dir.” Oralı Buralı'dan aktaran Oralının Buralısı.

Fragmanlar dostlar, sonra “son”lar hemen ardından gerçekliğe hasım hayaller. Velet'in hop oturup hop kalkmak değil de hayal oturup geçek kalkmak halleri. Bir bilseniz.! Anlaşılan o ki Velet oraların çocuğu olarak birçok dikkat çekecek. Kocaman harflerle “Oğlanlar Koğuşu” yazan bir kulübenin bilinen tek sakini o çocuk. İşte o çocuk bu çocuk...Velet.!

image source: by Tuomas Korpi on http://www.desktopas.com/dark-forest-trees-lights-lanterns-wide.html
Devamını oku...

25 Temmuz 2013

3 Dilek Balonu

Gündelik yaşantının baskısını hafifletmek için küçük bir nefes alma molasıdır eskilere sığınmak. Bu sığınma bir nevi geriye her dönüp bakıldığında tekrar tekrar kurgulanan anların gölgesinde, gündelik yaşamın çelişkilerinden, zamanın “kendi” üzerine yarattığı tiksinmeden kaçmanın öğrenilmiş yoludur. Çoğunlukla çocukluk anılarıdır kurgulanan, saf ve duru varsayılan anılar; zaman, duruyu bir adım öteye atmıştır ve duru her adımında yeni parçalarını kopartan-budayan devasa hızarın içinde kaybolmuştur. Çocukluk anısı değildir kimileri için sığınma noktası; gençlik dönemleridir, üniversite günleri. Zamanın yarattığı denizin içinde küçük bir ada parsellenmiştir ve özel kılınmıştır ve o adaya ancak o dönemdekiler çıkabilir. Bu ada her an yeri değişen paralel evrenler arasındaki Lost adasıdır bir nevi. Birbirine değmeyen iki evrendeki geçiş kapısı, çocukluk anıları-üniversite yaşamı-iş yaşamı. Kimileri için ise ateşli siyasal dönemdir sığınma noktası, biz devrimciler diye mutsuzluk ve kırgınlık ile birlikte başlayan bir yerlerinde gururu taşıyan cümlelerde izi sürülebilir özlenen-korkulan kayıp adanın izdüşümleri. 

Piyasa bulmuştur oluşan bu sığınma alanlarını pazarlama taktikleri; bu adalar kimi zaman zincir marketlerdeki yeni ürünlerin eski ambalajlarında karşımıza çıkar, kimi zaman da nostaljik el yapımı oyuncakların arasında, buram buram ise film ve dizilerin ortasında. Genellikle bazı özel zamanlarda çevredeki paylaşılır bu adalar, örneğin İzmir’de kordon çimlerinde eldeki biralar eşliğinde, her yudumda yolculuğun bilinmeyen güzergâhlardır muhabbet konuları. 

Kordondadır o an kahramanımız, gösterinin büyüsüne kapılmış her adımda gösteri olmuş bir kentin ortasında yukarı uçan dilek balonlarını izleyen bir gözdür. Gösterinin ortasında gösteri olmaktansa, çevresinde paylaşılan adaların arasında yolculuk etmektense, tanımadığı ve tanımayacağı bir insanın dileğinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini merak eden ruhtur. Oradadır kahramanımız; ısıtılıp ısıtılıp satılan romantizm anlayışının aranan-özlenen olduğu, yan yana iki sevgilinin bile gösterinin büyüsüne kapılıp yan yana iki yalnızlık olduğu bir kitlenin ortasında uzaktan yükselen bir eylem konserinden akan türküleri dinlemektedir. İroniktir o an kordonun çimleri, bir tarafta halk için halkla birlikte hareket eden ama halkın sikine takmadığı irileri ufaklı örgütlerin filamanların gösterisiyle birlikte konserin biraz uzağında dilek balonları süzülüyordur. Devrim türküleridir flamalarca söylenen, türkü aralarında ise yolu kutsamak için yolda ölen-öldürülen kurbanların isimlerinin anonsu sonrasında “Burda” bağırışlarının yarattığı dinsel seremoninin arasında dilek balonlarının gökyüzünde süzülmesi anlatır mı ki “devrim şehitleri ölümsüzdür” sloganının ölümleri anmaktan ziyade yeni kurban arayışı olduğunu, “devrim şehitleri ölümsüzdür” ile “her şehit cennete gider” mantığının paralelliğini. 

Özel bir kağıttandır dilek balonu, ortasından geçen incecik bir tel ve mum üçlemesidir, bu üçleme göbekteki mumun yakılmasıyla birlikte ısınan havanın genleşmesiyle yavaş yavaş süzülmeye başlar. Kağıdın kendinde-formunda bir değişme olmamıştır, sadece kağıdın hapsettiği hava değişmiştir, genleşmiştir. Yoldaştan-devrim şehidine giden yol gibidir balonun havalanması, bir nevi söylem değişimi; tarihin yönlendirici-değiştirici- devrimci gücünden kurbana ilerleyiş gibi. Teori ancak kitleri kapsadığında güç haline gelir dese de Marx, Marx’ın bu flamalı izleyicileri zaman içinde kitleleri kapsayamamıştır. Ya Marx’da sorun vardır ya da bu izleyicilerinde. Cezaevlerinde el basarak edilen devrim yeminlerinin yazarında sorun olamayacağına göre flamalarda bir sorun vardır fakat flamalar dönüp bakmaktansa kendilerine kapsayamadıkları kitleleri damgalamakta çözümü bulurlar. 

Flamaların bakışıyla “kapitalizmin”, “faşizmin” kısacası bizden olmayan her şeyin köleleştirdiği, yönlendirdiği, sömürdüğü, aptallaştırdığı kısacası “bilince varamamış kitle”nin arasındadır kahramanımız. Makyajsız yüzü, ojesiz parmakları, bakışı üzerinde toplamaya amaçlanmış tüm ayrıntıların uzağında sadece dilek balonlarını izlemektedir o an, hafiften birasından demlenirken çevresine paylaşmadığı eskiler adasındadır belki balonun her balonların her hareketi paylaşmadığı bir anıyı patlatır ve gülümser, belki de havalanan her balonla birlikte farklı bir dilek tutmaktadır. 

Aynı anda marşların arasında flamalar fark edemez içlerine hapsoldukları eskiler adasını, çünkü fark etmezler zamanın bile geçtiğini. Fark etseler eskiler adasında yarattıkları ezberlerinin dışında bir çözüm olabileceğini, fark etseler sorun yüklü bilinçleriyle çözüme ulaşılamayacağını… Sanki kutsallaştırdıkları kavramlar yıkılsa yeni bir temel yaratamayacaklar, yeni binalar yükselemeyecek yıkıntıların arasından. Kahramanımız oradadır marşların uzağında, yükselen balonlar binalar arasında yolculuk ederken, sol tarafında yıkılan bir binanın çığlıkları eşliğinde; belki de tahminlerimizin ötesinde izlediği dilek balonunun daha inşa edilmemiş o binalara yanlışlıkla düşüp, binaların zarar görmemesini diliyordur. Sadece izlemek değildir eylemi, gürültünün arasında bir sessizliktir kahramanımızın seremonisi.
Devamını oku...

18 Temmuz 2013

0 Cansu

Denizin altmış metre derinliğindeydi kendine kurduğu küçük düş dünyası. Önce çiftliğin kafeslerini kontrol eder daha sonra ise sessizliğin ortasında hayallerine dalardı. Dalmanın ortasında ikinci bir dalmaydı oyunu, hayattan aldığı küçük nefes molası. Balıklara baktıkça içinden büyük bir keşke geçirirdi; “keşke benimde hafızam iki saniyelik olsa, keşke onu içimden atabilsem.” İki saniyelik hafıza nasıl olabilirdi ki, buraya nasıl kapatıldıklarını asla hatırlamıyorlardı bu balıklar, sanki her an buradalarmış gibi. Hafızamızın başladığı nokta değil miydi an’ın başladığı nokta, an’ı biçimlendirmemiz an’ı yaşamamız. Belki hatırladıkça acı çektiği an’ları hiç yaşamamıştı, anıları dün gece hafızasına birileri tarafından yerleştirilmişti. Gerçeklikten, yaşamdan asla emin olamayacağımız paradoksal soruya takılmıştı kafası, “Acaba yaşadığım dediklerim sadece yerleştirilmiş anlar mı?” Bu sorunun cevabını asla kovalayamaz ve asla bulamazsın, sadece şüphe edersin ve bu sorunun cevabından şüphe etmek bile deli olarak damgalanma sebebidir. 

“O” diyordu, “göremediğim, duyamadığım, hissedemediğim O, bir yerlerde umarım mutludur”, “mutlu olsun ki bir şeylere yarasın gidişimiz.” “O bilindik cümle gibi; varlığımızla mutlu olamayanlar yokluğumuzda mutlu olsunlar.” Bilindik bir hikaye idi onunkisi, tanımadığı bir kadından etkilenmiştir, kadına doğru her adımında kadının huzursuz ve mutsuz olduğunu fark etmiş ve kendinden ve varlığından tiksinmeye başlamıştır. O’nu göremeden duramayan bedenini kadının olmadığı memlekete zorla götürmekte bulmuştur çareyi, evini dağıtmıştır, sahip olduğu şirketi kapatmıştır ve çevresindekiler daha neler olduğunu anlamadan bir şehri, bir hayatı terk etmiştir. 

Elinden gelse zamanı geri almak isterdi, onu tanımadan öncesine değil de ona ilk adım atmaya çalıştığı anlara geri dönmek ve durdurmak yürüyüşünü, durdurabilirse belki daha az utanabilirdi kendisinden fakat imkansızdı. Belki de imkanı vardı, zaman dediğin evrenin hareketi değil miydi? Evren dursa zaman da durmaz mıydı, belki duruyordu da insanlık farkına varmıyordu, belki de dün milyonlarca yıl yaşanmıştı. Dün eğer milyonlarca yıl evren durduysa, zaman durduysa, içindeki ateşinde durması gerekmez miydi? Mutlu olmak için başka bir neden yaratabilmişti kendine; belki de içindeki O ile, O’nun ateşiyle milyonlarca yıl durmuştu. Denizin altmış metre altında bir süre sadece durmayı denedi, özgür olduğu tek alanda eylemsiz kalmayı, belki kendisi dursa dururdu evren. Seviyor muydu o kadını, bilmiyordu çünkü sevgi kelimesini pek sevmezdi. Anlamsızdı kelime, çaresiz bir çığlıktı. Yanmaktı onun kelimesi, düşündüğü kadın ise yangını. Onu gördüğünde fizyolojisi anlamsız tepkiler vermiyor muydu, avuç içleri terliyor, göğsünde büyük bir basınç hissediyor ve terlemiyor muydu, dizlerinin gücünü kaybedip, anlamlı cümle kurmaya odaklanmış dil sessizleşmiyor muydu? O halde o yangındı ve içinde ateş varsa yangını da devam etmekteydi. 

Denizin dibinde ne kadar geçirmişti fark etmemişti, hafif bir baş ağrısı ile hafif bir sarhoşluk halinin bastırmaya başlaması artık yüzeye gitmesi gerektiğinin, geç bile kaldığının işaretlerini veriyordu. Oksijen tüpüne bağlı saatine baktı yaklaşık 4 dakikalık havası kalmıştı, ne kadar sürede yüzeye çıkması gerektiğini hesapladı, altı dakikada çıkması gerekiyordu, daha erken çıkamazdı. İki dakikalık fark sarhoş zihnini telaşlandırmıştı, “sakin ol koca oğlan” demeye başladı, bunu da halledersin. Her on metrede bir dakika durması gerekiyordu fakat onun ortalama 4 dakikası kalmıştı. “Kaldırabilirsin” dedi içinden “sakin olursan kaldırabilirsin”. Kafesin alt bölümünden kaçmaya çalışan bir balığa gülümseyerek kendini yukarı doğru çıkaran ilk hamleyi yaptı, on metre sonra beklemeye başladı, olabildiğince sakin olmaya çalışırken saniyeleri sayıyordu, onu düşünerek sakinleşebilirdi, sanki O yukarıda onu bekliyormuş, yukarı çıkabilirse O’na ulaşabilirmiş hayaline kaptırdı kendini. Belki Ondan güç alırsa üzerindeki basıncı kaldırabilir, içinin alevi iç organlarını koruyabilirdi. 

Önce hafiften köpük çıktı denizin yüzeyine, daha sonra hareketsiz bir beden, balık çiftliğindeki mesai arkadaşları en büyük korkularına bakarken, içlerinden biri olabildiğince hızla suyun yüzeyinde süzülen bedene doğru yüzmeye başladı. Suyun basıncıyla beden arasındaki savaşı suyun basıncının kazandığının görüntüsüydü iskeleye çıkartılan. Vurgun yerken, vurulduğu kadının hayali kaplamıştı sarhoş zihnini, suyun içinde zamanı düşünürken unutmuştu zamanının kısıtlı olduğunu ve canının suya karıştığını anladığı ilk an büyük gülümseme belirmişti yüzünde, arkadaşlarının iskelede gördüğü yüz ifadesi bu sevincin eseriydi çünkü o kadının ismi Cansu idi.


image source: http://cdncms.zaman.com.tr/2012/07/07/balikadam.jpg
Devamını oku...

8 Temmuz 2013

0 LeaveMeAlone: Direniş Simgesi Olarak GTA

“GTA’da polis döven nesile sataştın”, “6 yıldız oldu tanklar gelecek” ve Vice City’de aranma seviyesini düşüren hile kodu “leavemealone” GTA oyununa atıfla direnişin dikkat çekici duvar yazılarından birkaçıydı. Bu duvar yazıları video oyun blogu Kotaku’da da “Turkish Rioters Are A Generation Raised On Grand Theft Auto” başlığı ile konu olmuş oldu. 

İlk olarak 1997 yılında çıkan Grand Theft Auto oyunu, Pc için 2002’de çıkan Grand Theft Auto III ve 2003 yılında çıkan Vice City versiyonu ile Türkiye’de de ana akım video oyunları arasında oldukça popülerleşmişti. Bu popülerliği sebebiyle birçok kişi için direnişin sloganları içinde göze çarpan ve tebessüm ettiren bir gönderim oldu. 

Çünkü oyunu sadece bir kere bile oynamış olan, görevleri geçmekten önce polisle çatışmaya girmeyi amaç edinmiştir. Suç odaklı görevler silsilesi içinde attığınız her adımda aynasızlar peşinize düşmektedir. Bir yıldız bir şekilde bertaraf edilebilse de, 2 ve 3 yıldızla birlikte çıkmaz bir yola girilir. Ya safça teslim olacaksınız ya da çatıştıkça artan yıldızlara paralel güvenlik güçlerinin nicelik ve niteliğine karşı yetti gari deyip nuttertools’ları çıkarırsınız. Sonu kodeste biten bu hikayede karakoldan çıktığınız anda geri dönüp baskınla bu döngüye devam edersiniz. Dürüstçe aldığım arabamla şehirde sakin sakin turlayayım, etliye sütlüye karışmayayım deseniz bile bela sizi bir şekilde bulur. Çünkü şehirde Truman Show’daki gibi bir kurguda şuursuzca dolaşan insanların sahte huzur ve sükunet ortamına kendinizi ait hissedemezsiniz. Aksiyon şarttır. Öte yandan San Andreas’da olduğu gibi zaten belanın ve suçun içinde doğmuşsunuzdur. Bununla beraber oyunu ele alırken başından beri semantiğinde temel olan şiddet-suç-argo-küfür odaklı yapıyı vurgulamak ve San Andreas versiyonu ile birlikte daha cinsiyetçi ve aynı zamanda ırkçı ögeler eklendiğini de belirtmek gerekir. Bu yönleri üzerinden değerlendirildiğinde; 

“GTA San Andreas oyununun ırk ve toplumsal cinsiyet ile bağlantılı özellikleri olumsuz stereotipler ile birlikte bilinçli bir şekilde işlemektedir. Bu, kültür endüstrisinin inşa ilkesi çerçevesinde sosyal azınlıkların stereotipleştirilmiş yapılarına biçim vererek, kültürel kimliklerin özsel ve dışsal görünümlerinin potansiyel tehlike olarak nitelenmesine ve aynı zamanda kültürel farklılıkları temel alan toplumsal eşitsizliğin ideolojik olarak meşrulaştırılmasına yol açabilir."[1]

Ancak şiddet-video game-yeniden üretim düzleminden öteye gidemeyen tukakacı pedagojik dil bir noktada yeniden üretim dizgesinin temelini doğrudan şiddet temalı oyunlarda görmeye başlamaktadır. Örneğin gençlerde ortaya çıkan şiddet vakalarının sebebi şiddeti doğuran sosyolojik faktörler görmezden gelinerek şiddet temalı oyunlarda görülmekte. Oysa yalnızca bir yeniden üretim olarak değil, GTA örneğinde olduğu gibi modern Amerikan toplumunun ironik bir temsili olarak da değerlendirme yapmak mümkündür. Konuya geri dönerek ifade edersek, şiddet dijital oyunlarda tanıştığımız bir şey değil, örneğin gezi direnişindeki polis şiddeti gibi gerçek hayatta tanık olduğumuz ve yaşadığımız bir şeydir. 


Peki, bu noktalar açısından bakıldığında GTA oyununu duvarlara yansıyan bir politik dışavurumun simgelerinden biri olarak ele almak mümkün mü? 

Hardcore şiddet ve suç merkezli ana akım bir oyunun direnişin simgelerin biri olduğunu iddia etmek epey abartılı olacaktır. Burada muhtemeldir ki doğrudan doğruya GTA’ya bir gönderim değil, kuşak tartışmalarında da ele alındığı gibi politika ile pek ilgili olmadığı söylenen gençliğin dijital oyun gibi ilgi noktalarından hareketle tepkilerini ifade etmeleri söz konusudur. Tepkileri ortaya çıkaran tüm deneyimleri hesaba katmaksızın dijital oyunlarla yetişen bir kuşağın aniden başlarını bilgisayarlardan kaldırıp aksiyon var dediler geldik şeklinde bu direnişe katıldıklarını söylemek ise şiddet örneğinde olduğu gibi zorlama olacaktır. 

Sosyal hareketlerin dili ve dinamiklerine dair tartışmalar açısından okuduğumuzda insanlar tepkilerini ve fikirlerini ortaya koymak için kendilerine yabancı, uzak ve sıkıcı bir dil yerine kendilerini doğrudan ifade eden, mizahi yönü baskın ve çok çeşitli bir dili tercih etmişlerdir. Bu bağlamda gezi ile başlayan direniş dalgasının en önemli noktalarından birinin de bu olduğunu düşünüyorum. 

Sonuçta, GTA bir simgeden ziyade direnişin özgün metaforlarından biri olmuştur. Ancak dünya sosyal hareketler repertuarına hediye edilen, poma adının verildiği dozerle tomayı kovalama çılgınlığını da belki buralardan açıklayabiliriz.


[1] Jahn-Sudmann, Andreas and Stockmann, Ralf; “Anti-PC Games: Exploring Articulations of the Politically Incorrect in GTA San Andreas”, Computer Games as a Sociocultural Phenomenon Games Without Frontiers War Without Tears, Palgrave Macmillan, 2008.

image source: 1- http://i.imgur.com/JoOjzLy.jpg
Devamını oku...

6 Temmuz 2013

0 Adalet Ne Ayol

Oldum olası nefret etmişimdir çocukların velayet davalarına danışmanlık yapmaktan, hele ki böyle çetrefillileri mesleği bıraktırır. Dosyayı görseniz siz de aynı tepkiyi verirsiniz, on iki yaşındaki reklam ve dizi yıldızı velede kim daha iyi bakabilir, otuz sekiz yaşında İlayda mı yoksa otuz iki yaşında Gonca mı yoksa Goncaya sperm bağışı yapan otuz altı yaşındaki Alican mı? Maddi gelir olarak bakarsak doktor olan İlayda’nın veledimizin bakımını üstlenmesi daha mantıklı görülebilir fakat zaten bu çocuk haftada İlayda’nın kazandığının beş katını kazanıyor. Goncaya bakarsak dokuz ay karnında taşımış, bedenin bir uzantısı gibi sahiplenmiş İlayda’dan farklı bir duygusal bağlantı taşıması garanti. Alican’ın ise olaya nereden dahil olduğunu anlayabilmiş değilim, Goncayla İlayda çiftimizin beraberken çocuğu sahiplenme hakkını verdiğini ama ayrılmaları durumunda çocuğun geleceğinden şüphe ettiği için kendi yanında ve gözetiminde büyümesinin çocuk için daha yararlı olacağı görüşünde. Hadi ya bizde kerizdik çocuğun kazancı için istiyorum yoksa umursamam bana ne demiyor da lafı eveleyip, geveliyor. İlayda mı yoksa Gonca mı? 

Hakime Ayça’nın bana attığı büyük bir kazık bu dava, olayda kilitleneceğimi biliyordu. Ayça’yı on yıldır tanırım, cinsiyet değiştirmeden çok önce yani, trans hakimler bu tür velayet davalarında daha adil karar verebiliyorlar sanırım. Her iki bakış açısını daha rahat okuyabiliyorlar, işin içinden çıkamamış olmalı ki beni delirtmek istedi. Ayçanın babası da hakimdi, şu eski dönem hakimlerden giydiği siyah cübbesiyle oturduğu kürsüden kimi zaman babacan kimi zaman azarlar modda davalara bakıldığı dönemlerden. Aradan geçen onca senede kürsü ortadan kalkmıştı ama bu cübbeler hala hakimlerin üstlerindeler, en azından renklerini kendilerini seçebiliyorlar. Ayça’nın cübbesi mi, tahmin edebileceğiniz gibi rengarenk. 

Of Ayça ne biçim dosya bu ya, sadece daha iyi kazanıyor diye İlayda’ya velayete verilmesini önersem Goncaya haksızlık olur, o kadar zaman karnında taşımasının yanı sıra kendisi ressam. Çocuğa çok özel bir bakış açısı kazandırabilir ve bunun maddi bir ölçütü yoktur, belki de birkaç sene eserleri milyon dolarlar eder ve velede çok daha iyi bir gelecek kurabilir. Gonca’nın geçmişte yaşadığı küçük bir soruşturma var, özgür olarak sokakta yaşayan bir köpeğe tekme atmış. Soruşturmayı yürüten ise Savcı Nalan, ne savcıdır bilseniz kılı kırk yaran en küçük ayrıntıyı kaçırmamak için bir dosyayı elli defa inceleyen cinsten. Gözünün yaşına bakmaz ve türbanlı diye dine sığınıp hoş görünmeye çalışırsanız daha da üstünüze gider. Hele ki savcının Nalan hakimin Ayça olduğu bir davaya düştünüz mü başınızı öne eğip tüm olayları olabildiğince çıplak anlatmanız gerekir çünkü birinden kaçan diğerine yakalanır. Bir zamanlar kamuya alınmıyormuş translar ve başörtülüler, büyük mücadeleler, direnişler sonucunda tüm kapılar açılmış. Sanırım Ayça da Nalan da kendilerine o kapıları açanların yüzünü kızartmak istemiyorlar ve geçmişin o acısıyla, dışlanmışlığıyla, adaletsizliğiyle adalet terazisini daha da dengede tutmak istiyorlar. 

Alican ise daha spermini bağışlamadan önce İlayda ve Gonca çiftiyle anlaşma imzalamış, çocuk babasının Alican olduğunu bilecek ve Alican ile ilişki ve iletişim kurmasına ne Gonca ne de İlayda’nın engel olabilme hakkı var. Daha çocuk dünyaya gelmeden önce bir erkek neden böyle bir anlaşma ister ki, Alican düşündüğümün aksine her duruma karşı hazırlıklı olmak için ipleri sağlam kazığa bağlamak isteyen, planlı bir tip sanırım, anlaşma yapması bu özelliğini ortaya çıkartıyor. Ayrıca çocukla görüşmek ve babası olduğunu bilmesi talebi de Alican’ın duygusal tarafını ortaya çıkartıyor. Peki, neden söze güvenmemiş ve karşılıklı imzalanmış anlaşma istemiş olabilir ki. Her ikisine mi güvenmemiş yoksa çiftimizden sadece bir kişiye mi, bu sorunun cevabını sanırım onların nasıl tanıştıkları hikayesinde saklı. Biraz eşeleyebilirsem ve Alican’la konuşabilirsem cevabını bulabilirim fakat of Hakime Ayça neden bana daha önceden vermedin ki bu dosyayı üzerinde daha fazla çalışabilirdim. 

Düşünmeye en başından başlayayım iki insan neden çift olmak ister ki, çift olunduğunu devlete onaylatır ki. Önceden sağlık sigortası, emeklilikten yararlanma hakkı gibi ekonomik nedenleri vardı fakat bunlar eski dünyanın gerçekleriydi günümüzde ise her insan doğuştan askeri dayanışma gelirine ve doğuştan kamu hizmetlerinden karşılıksız yararlanma hakkına sahip. Günümüzde çiftler genellikle başlarına bir şey geldiğinde, karar alamayacakları durumlarda adlarına karar alma hakkının kimde olduğunu belirlemek için çift olma talebiyle başvuruyorlar. Çift olmak sorumluluk almaktan ziyade sorumluluk vermekle ilgili ki ben hala sorumluluğumu verebilecek kadar güvenebileceğim bir insanla tanışmadım. Miras konusu da çift olma kararında doğrudan etkili, bir bakalım Gonca’nın ve İlayda’nın ebeveynlerinin maddi durumlarına; İlayda tarafında fazla bir şey yokken ilginç biçimde Gonca’nın yuh be dedirtecek cinsten fakat iki yıl önce ebeveynleri Goncayı miraslarından uzaklaştırmışlar. Acaba İlayda Gonca’nın mirası için mi Goncayla beraber olmaya başladı ve Gonca’nın ebeveynleri Goncayı reddedince İlayda Goncayla yollarını ayırmak istedi. Bu düşüncemi biri duysa amma da geri kafalısın olur mu öyle şey derdi; fakat insanlık tarihinde uzun süre eş seçiminde birincil faktör maddi ve statüsel durum olunca bu arkaik saplantıyı bu tip olaylarda aklımızın bir köşesinde tutmamız gerekiyor. 

Düşünceler arasında dolaşırken lensimde beliren Hakime Ayça’dan gelen “Tavsiyen ne bakayım söyle” iletisi daha çabuk karar vermem gerektiğine dair hafiften uyarı niteliğindeydi. Ne diyebilirdim ki; 

“Tarafların ekonomik ve sosyal durumları göz önüne alındığında ilk başta İlayda çocuğun geleceğine daha iyi katkı yapabileceğine dair olumlu izlenim yaratırken taraf çiftimiz İlayda ve Gonca’nın çift olma halinin ortadan kalkması kararında Gonca’nın ebeveynleri tarafından mirastan men edilmesinin bu karar üzerinde etkisi olup olmadığı araştırılmalı ve eğer bu karar üzerinde etkisi varsa İlayda bir çocuğun bakımında yeterli olmayabilir. Gonca’nın geçmişindeki sokakta bir hayvanı tekmelemesi soruşturması, dava konusu olan çocuğun velayetini üstlenmesi konusunda şüpheler doğurmaktadır. Çocuğa kiminle yaşamak istediği sorulduğunda eğer babası yönünde istek belirtirse velayet Alican’a verilebilir”. 

Evirip çevirip topu Ayça’ya ve velede atmanın bir yolunu bulmuştum, ne de olsa sosyologların işi buydu evirip çevirip topu başkasına atmak.
Devamını oku...
SST Atölye