“Las Maninas”a ilk bakıldığında, algılarda, herhangi bir sergi salonunda rastlayabileceğiniz herhangi bir tabloya verilen tepkiler oluşturur. Sayısız noktayla başlanan sayısız tonun birleştirilmesi-parçalanması sürecinde etkin olan yönlendirici güç, sayısız deneyim ve değme noktalarının biçimlendirdiği bakıştır. Fakat daha dikkatli bakıldığında, odak anına kadarki birleştirme-parçalama sürecinde değişiklik olur; çünkü tabloda bir ‘değişim’ vardır ve daha derine inildiğinde bir soru akla takılır: Tablo nerede?
Bu metin; ‘Facebook’ adlı bir internet sitesinde görülen bir resmin -Las Maninas’ın- sordurduğu sorunun bir nevi zamanın ruhuna uygun biçiminin, bir başka deyişle ‘fotoğraf nerede?’ sorusunu sordurmasının ve yazarın hem adı geçen internet sitesinin, hem de internet ve genel deyişle bilişim teknolojilerinin içsel eleştirisi üzerine kurulmuştur.
Zamanı tanımlarken, an ve geçmiş ve gelecek arasında ardışıksal bir ayrım yaparız. ‘An’ı, şu an içinde yaşanılan zaman olarak tanımlarız ve geçmiş, bir önceki ‘an’a tekabül eder; geçmişin hangi anlar olduğu ise tanımlamada yerini bulur: dün, bir hafta önce vb. Fakat ister istemez insan -pozitivizmin kıyısından dolaşma tehlikesi göz önünde bulundurularak- ‘an’ı değil geçmişi algılar. Işığın yansıması ile geçmişi görürüz, sesin hava içerinde hareketi ile geçmişi duyarız ve bu durum fark edilmez ve her ‘an’ı şu an olarak değerlendiririz.
İnsanın kendi tablosunu yaptırması uzun bir süre bir ayrıcalık olarak görülmüştür. İster aristokrasi ister hanedanlık mensupları olsun, kişinin resmini yaptırması; görünüşünü ölümsüzleştirmekte, tebaasına ve ona hayali kan bağıyla bağlı olan bir sonraki kuşaklarına “bu dünyada ben yaşadım” diyebilmenin sessiz bir yolu olmaktadır. Velhasıl bir sonraki nesle aktarılan bu resimler; bir sonraki neslin kendi sefil varlıklarını, doğuştan farklı olduklarını diğer ahmaklara kabul ettirebilmesinin en gösterişli yolu olmuştur. ‘An’ın hapsedilmesi, bir ressamın elinden fotoğraf makinelerine geçişle -bu ölümsüzlük arzusu- genele yayılmıştır.
Şu anda eski moda olarak tanımlanan hemen hemen tüm ev dekorasyonlarında, odanın bir köşesinde hayali kan bağının izini sürmek mümkündür. Gelecek nesillere bırakmak için fotoğraf kamerasının karşısına geçilmesi ve ortaya çıkan görüntünün misafir odasında ya da oturma odasında baş köşeye asılması, sergilenmesi; misafirlere o evin kimin iktidar alanı olduğunu ya da hangi hayali kan bağına sahip olunduğunu gösterir.
Aile albümlerine baktığımızda ise düğün resimlerinin yoğunlukta olduğunu görürüz. Birçok kişi anne ve babaların gençlik yıllarındaki görüntülerini, onların düğün fotoğraflarında kurgular. Her düğün, başrollerini gelin ve damadın paylaştığı bir tiyatro oyunu gibidir. Hem başrol oyuncuları hem de davetliler kendilerine düşen rolü kusursuzca yerine getirmekle beraber, zaman içersinde bir başka düğünde değişecek olan rollerine de kendilerini hazırlar. Bölgeden bölgeye ve sosyal statülere göre bu roller değişiklik gösterse de, her düğün kendi içersinde belli kalıplar barındırır. Bu kalıplar hem eğlenmenin meşruluk sınırını çizer hem de beden içersinde dağılmış rollerin hangi eylemlerle sergilenebileceğini belirterek bedenlerin davranış potansiyelini yoğunlaştırır. Düğün sırasında ve sonrasında çekilen fotoğrafların niceliği ise, tiyatro oyunundaki oyuncuların rollerinin ağırlığına ve nitel çeşitliliğine bağlı olarak farklılaşır. Başrolü paylaşan gelin ve damadın en fazla sayıda fotoğrafı bulunurken, sadece izleyici olarak rollerini yerine getiren misafirlerin fotoğrafları en az sayıdadır. Eski aile albümleri karıştırıldığında, albümlerin çok büyük bir bölümünü düğün fotoğraflarının oluşturduğu görülür.

Günümüzde; fotoğraflama teknolojilerindeki ilerleme ve fotoğraf makinelerinin satın alınabilirliği ve satın alınmasının teşviki, insanın yaşamı algılamasında derin bir parçalanmaya yol açmıştır. Herhangi bir konsere gittiğimizde, konser ‘an’ını diğer izleyicilerle paylaşmanın yerini ‘an’ı karelere almak ve gösteride izleyici olarak yer almanın biçimlendirilmiş ve kabul görmüş eğlence anlayışına uyulduğunun kanıtı olarak fotoğraf çektirmek almış ve konser, yaşamın tek kişinin başrolde olduğu gösteriye dönüştürülmesinin sessiz ve boyun eğici ve çoğu zaman onaylayıcı bir kabulüne dönüştürülmüştür. Bu, teşhirciliğin kabul edilebilir bir boyutunu oluşturur. Bu açıdan ‘facebook’ adlı internet sitesine, kabul edilebilir teşhirciliğin paylaşım ve günümüzde yalnızlaşan ve varlığının diğerleri tarafından onaylanmasına mahkum bırakılan insanın sanal alanı olarak bakılabilir. Fotoğrafların paylaşımı, müziklerin paylaşımı, o anda hissedilenin paylaşımı olarak adlandırılan yeni paylaşım teknolojileri; insanları hem kendi hem de diğer kullanıcıların beğeni kalıpları üzerinden tahakküm uygulamaya yöneltmektedir. Bu durum Foucault’nun ‘panoptikon’unda, görülüp görülmediğini bilmezken mahkumun eylemini –fiziksel korkunun içselleştirilmesi yoluyla- gardiyanın istekleri doğrultunda yönlendirmesinin bir nevi tersine dönüşü, yani mahkumun eylemini gardiyanların istekleri doğrultusunda yönlendirmesinin altına görülebilme arzunu yerleştirmesidir.
‘Facebook’, diğer sosyal paylaşım siteleri gibi kendini kullanıcıları aracılığıyla var eden, büyüten ve onlarla etkileşimli olma iddiası ile kullanıcılarına göreli özgürlük ve kendilerini tanıtma-tanımlama ve bu tanıtma-tanımlama olanağını diğerleri ile paylaşma olanağı verdiği iddiasındadır. Fakat bu tanıtma-tanımlama süreci, gündelik hayatta yoğunlukla olduğu gibi beden-beden etkileşiminden ziyade, beden-makine, makine-makine ve sonuçta makine-beden etkileşimine dönüşmektedir. Böylece tanıtma-tanımlama süreci, makine ve makinelerin gelişmişlik düzeylerine, bakış açılarına bağımlı hale dönüşmektedir. Herhangi bir insanın fotoğrafına ve profiline baktığınızda edindiğiniz; o insanın geçmişteki halinin, makinelerle ve tanımlanmayı istediği profil bilgileriyle dönüştürülmüş bilgi kırıntıları olmaktadır. Birey-birey etkileşiminde, karşımızdakini kurgularken ve o kurgu üzerinden sürekli eylemde bulunurken ve bu kurgunun sabit olmayışı nedeniyle etkileşim biçimi sürekli değişirken; sosyal paylaşım platformlarında bu etkileşim süreci o platformun yaratıcılarının kısıtlı dünyaları çerçevesinde durağan hale gelmektedir ve böylece insana özgü sayısız özelliklerin, çeşitliliğin, ses tonundan bakışlarına kadar bir insanla etkileşim ve o insanı değerlendirme süreçlerini yönlendiren, denetleyen mekanizmaların yerini pikseller ve dijital sesler almaktadır. Bu durum, içinde özgürlüğü barındırdığını iddia etse de bedenlerin mahkum olduğu hatta yok olduğu ve yerine profillerin geldiği kör dövüşe ve gönüllü köleliğe yol açmaktadır. Bu durum Foucault’nun modernizme eleştirisi olan “modern devlet, insanı işaretlenmemiş şıklara dönüştürür” görüşünü bir nevi tersine çevirmekte ve bunu, “sanal dünyada insanlar kendilerini biçilmiş profillere sığdırmakta ve bu profiller doğrultusunda kendilerini yeniden üretmektedir” görüşüne dönüştürmektedir.
Devamını oku...