16 Kasım 2012

1 Homopatrikuslar ya da Fringe’e Dair

Sesim geliyor mu diye soruyordu, her satırını ezberlediği konuşmasına başlamadan önce. “Sesim arka tarafa da geliyor mu?” Biraz yerinden kalkıp arka taraftaki öğrencilere baktı, sesinin arka koltuklara ulaştığının ipuçlarını arıyordu. Belki ciddi anlamda merak ediyordu ve sözlerinin herkes tarafından duyulmasını istiyordu belki de bu dinleyicileri kontrol altına almanın bir taktiğiydi. O an herhangi bir dersteki halini hayal ettim; sınıfa girer ve gözlerini en arkadakilerin üzerine diker, ön taraftaki boşluklar bir nevi hakaret gibi gelir ve yıllar önce ezberlediği metni derste anlatmaya başlar. Büyük ihtimal doktorayı bitirmesiyle hazırladığı metinde herhangi bir değişiklik olmamıştır. Tam bir homoakademikus vardı yanımda, aynı anda aynı insanlara bir şeyler sayıklıyorduk. 

Dinleyicilerin koltuklardaki dağılımı herhangi bir seminerde ya da konferansta görebileceğiniz dağılımdı. Ön tarafta homoakademikuslar ve ortalara serpiştirilmiş homopatrikuslar. Homo akademikuslarla fazla derdim olmamıştı, homopatrikusların aşağılayıcı bakışları arasında günlerini geçiriyorlardı, homo patrikusların ötekisini oluştuyorlar, akademiye, sisteme dair tüm kötülükleri üzerlerinde barındırıyorlardı. Bir nevi homopatrikuslara kendilerini temiz gösteren aynaları gibiydiler, bir homopatrikus ne zaman homoakademikusa baksa kendisini tertemiz görürdü. Ah o homopatrikuslar, kendini dev aynasında gören ama dev aynasında gördükleri için kısır kalmış patrikuslar. Hepsi birer patriğin üyesiydi, kimileri Marx’ı dilinden düşürmezken, kimileri daha yenileri, Baudrillard’ı ya da Foucault’u. Kendilerini devlerin gölgeleri hatta devam ettiricisi olarak görseler de, devlerin sızıntılarıyla kendi çelişkilerini görmezden geliyorlardı. Tıpkı bu konferans salonundaki dağılımları gibi öğrencilerin arasında ama değil, ama hocanın daniskası, memurlar arasında ama değil, ama memurun daniskası. 

Sesim geliyor mu diye son kez sorduğunda, biraz öne eğilip ona bakmadan hayır gelmiyor demek istedim. “Bir ses geliyor ama senin sesin değil, sesinin makinalarca dönüştürülmüş hali, istediğin kadar kıçını yırt bu dönüştürmeden kaçamayacaksın.” Sesim geliyor mu? sorusuna kafa sallayanlar ise gerçeğin yerine gelen gerçekliğin ne kadar etrafımızı sardığı onaylıyordu. 

Arada metni gözden geçiriyordum, Fringe’e dair bir çözümleme, aslında saçmalama. İnsanların hayranlıkla izlediği dizilerden bir tanesiydi Fringe. Bir yandan X Files’ın açtığı yolun son takipçilerinden biriyken diğer yandan da Lost’la yakalanan paralel evrenler arasındaki geçişler, seyahatler fantezisinin getirdiği pazar başarısının gazıyla çekilen bir dizi. 

“Bir eylemi yapıp yapmama kararı sana aittir ama tanrı o eylemi yapıp yapmayacağını bilir. Tipik bir özgür irade tartışmasıdır bu, aslında iki anlama gelir bu tartışma, ya aynı eylemler önceden tekrar tekrar yapılmıştır, yani zaman çizgisel değil çemberdir ya da tüm eylemler aynı anda yapılır fakat farklı evrenlerde. İkinci önerme saçmadır çünkü farklı evrenlerde farklı eylemler oluşuyorsa benim doğmamdan önceki eylemler sürekli değişmiş ve beni oluşturan eylemler sadece bu evrende meydana gelmiş demektir. O halde başka bir evrende başka bir benin aynı seçimi yapmak zorunda kalması imkansızdır.” 

Tanrı mı demeliydim ya da Allah mı, ikisinin göndermesi aynı değil mi, fakat bu aynılık düşüncesi de islamın sünni anlayışının yüzeysel bir kabulüydü. Yaratıcı desem belki ön kabulüm, belli olabilirdi, yaratıcı ise neyi yaratan, kimi yaratan, gizil olarak doğadan ayrılan insanın kabulüydü bu da, hasiktir diyordum içimden monoteist tanrı anlayışıyla yoğurulmuş bir dilde ateist olmak bu kadar mı zor. 

Arada yoklama kağıtlarının öğrenciler arasından geçişini izliyordum, ön sırada yer bulamayan ve ayakta kalan bir homoakademikus’un çaresiz bakışlarla öğrencilerini izlemesini. Kaç kişi vardı ki burada dinlemek isteyen, tartışmak, konuya dair söz söylemek isteyen. Hadi özgürlük simsarları rahat bırakın öğrencileri demek istiyordum, onlar sizin egolarınızı pazarladığınız dersleriniz için değil, muhabbet için üniversiteye geldiler. Öğrencilerin arasından bir homopatrikus’un sırıtışını izliyordum, sahi bu değil miydi elli yaşını geçmesine rağmen lisans öğrencesiyle uzun yıllar ilişki yaşayan ve bu ilişki kadının yüksek lisanstan sonra boşta kalmasıyla dillere düşen. Homopatrikuslar’ın sikine düşkünlüklerini anlamak mümkün değildi, yazdıklarıyla, sözleriyle kapalı kapılar arkasındakinin bu kadar tutarsız olması. Homoakademikus ile homopatrikus arasında kalmış ama her ikisinin de daniskası olmayı beceren, kendini yürüyen felsefe sözlüğü zanneden başka bir zat ise yerinde duramamaya başlamıştı, o ise biraz babaydı biraz piç... 

“Dizide tasvir edilen paralel dünyadaki kurumların ve bu kurumlar arasındaki hiyerarşik ilişkinin modern dünyadaki kurumlarla birebir aynı olması insanlık tarihinin “zorunlu” bir ilerleyişi olduğu tezlerinin kabul edilişi bu tezlerin kültür endüstrisi tarafından pazarlanması olarak göze çarpmaktadır” 

Amma da sallamışım diye düşünüyordum metne tekrar göz atmaya başladığımda. Hangi modern dünyaydı lan bu, İran mı yoksa Amerika mı yoksa Brunai’nin mi izdüşümüydü modern dünya lafı. Ne anlatıyordu bu dizi ya da ben bu dizi üzerinden ne anlatmak istiyordum. Metni bir köşeye atmıştım basit birkaç cümleyle anlatılabilecek bir şeyin homoakademikuslar ve homopatrikuslar için cilalanmasından başka bir şey değildi. Aslında üstat haklıydı tüm metinler üç cümleyle özetlenebilirdi. 

Diziyi düşünmeye başlamıştım, konuşma sırasının bana gelmesine neredeyse 45 dakika vardı ve bu sırada metin defalarca zihinde yazılabilinirdi. Önce temel düşünceleri ortaya çıkarmam gerekiyordu fakat bu ortam, bu ortamda beni geren yavşak bir ikiyüzlülük vardı. Diziyi burada kaç kişi izlemiştir, öğrencilerin en azından yarısı bir kez ismini duymuştur belki duyanların yarısı şöyle bir göz gezdirmiştir. Homoakademikuslar konken masalarında homopatrikuslar ise rakı sofrasında ömürlerini tükettiğinden kültür endüstrisinin son ürünlerinden pek fazla haberi olmazdı. Hala bir homopatrikusun sunumlarında dövüş kulübünü sayıklamasının nedeni bu olabilir miydi? Çok geç gelen bir homoakademikusla göz göze gelmiştik, kitaplarının pardon çevirdiği tek bir düşünürün kitaplarının girişine bu kitabı anlamak çok zordur, bu kitap çok karmaşıktır vb. zırvarıklar yazmasıyla meşhurdur, bir de kendini özgürlük savaşçısı olarak görse de kafası sadece çalıştığı fakültede sigara içilip içilmemesi meselesine basan bir homoakademikus. Acaba ben de metne böyle mi başlasaydım, bu diziyi anlamak çok zor, oldukça zor hatta imkansız, ama yok, bu tip bir geyiğe hiç gerek yoktu, sözünün önemli olduğu safsatasıyla yaşamaya devam etsin ve çevresinde bu safsataya inanan gerzekler bulundursun. 

Fringe’i düşünüyordum, dizinin en dikkat çekici karakteri hiç şüphesiz dahi bilim adamımızdır, neredeyse tüm bilim dallarında imkansız denilecek buluşlara sahiptir. Ayrıca devletin gizemli derinliklerinde bir departman vardır, görevleri ülkede yaşanılan açıklanamayan olayları araştırmak olan bir departman ve bu departmanın karakterleri. Özellikle bir kadın karakter üzerinde durulur. Dahimizin bir oğlu vardır, o da üstün zekalıdır, ilgi alanı makinalardır, her dizinin olmazsa olmazı olan aşk bu dizide de bol bol kullanılmaktadır, ilk bölümden son bölüme kadar ve bu aşk hikayesi de departmanda çalışan görevlimiz ve dahinin oğlu arasında gerçekleşir. Dizinin her bölümünde tarihin bir köşesinde kalmış mitolojik öğelere, bilimin, teknolojinin sınırsızlığına dair birçok gönderme görülebilir fakat benim derdim bu dizinin anlattıkları değildi, sessizce olağan kabul ettikleriydi, benim derdim anlatmadıklarıydı. Amerikan dizi piyasası tarafından üretilen ve tüm dünyaya pazarlanan bir şov’un suskunluğuydu dikkatimi çeken, dizi de paralel bir dünya yaratılmıştı ve küçük isim farklılıklarıyla devlet ve kurumları da aynıydı, yapısı ve tüketim alışkanlıkları her iki evrende de aynıydı. Bu aynılık bize ne anlatıyordu, büyük endüstri toplumda ne kadar baskı mekanizması üretildiyse hepsini bir anda, bakın orada da öyle diyerek doğallaştırmıyor muydu. Yaşadığımız yaşamın toplumsallığından dolayı mümkün yaşamlardan sadece bir tanesi olduğunu es geçip, hemen hemen hiç bahsetmeyip yaşanılan yaşamı zorunlulaştırmıyor muydu. Kaçışımız, direnişimiz yokmuş gibi... 

Karakterlerin statüsel konumları da her iki dünyada aynıydı; departmanımızın yöneticisi paralel dünyada da muadilimizin yöneticisidir, benzer biçimde departmanımızın çalışanları da muadili konumlardadır. Birçok bölümde her iki evrende yaşanılan duygusal ilişkilerdeki karakterlerinde aynı olduğu gösterilir, aynı kişilerle evlidirler ve aynı evde oturuyorlardır. Şehirler ve mimari de hemen hemen aynıdır ve daha da ileri giderek dizi paralel dünyadaki yaşamlarında aynı mekanda yaşadıklarını öne sürer, hatta bir bölümünde bu dünyada karısı ölen ama aşkından dolayı paralel dünyadaki eşini gören yaşlı bir çift üzerinedir, evin dekorasyonu her iki evrende de aynıdır. 

Bu aynılıklar, teorik fizik kullanılarak anlatılan kader oyunu gibidir. Ne yaparsan yap der yaşayacağın yaşam bu dur, bu senin kaderindir, fakat dizi bunu alttan söyler, oluşturduğu gösterdiği dünyayla, çünkü dıştan söylediği çok daha farklıdır, oluşturduğu dahi bilim adamının kimliğinde sık sık imkanın sınırlarını zorlamak gerektiğini, bunun bilim yoluyla yapılacağını ifade eder, olanaksız bir biçimde olanaksızdır bu bilim adamının gözünde ama neden bu kadar aynı’dır her iki evren sorusu çıkmaz dahinin ağzından. 

Bir homopatrikusla göz göze gelmiştim düşüncelerimi toparlamaya çalışırken. Sınıf, ideoloji, hiyerarşik düzen, kapitalizm, burjuva vb. bir kavramı ağzından düşürmezdi, tipik bir özgürlük, direniş ve devrim simsarıydı fakat bir sıkıntısı vardı, ilk bakışta fark edilemeyen bir sıkıntı, sevgilisine mini etek giydirmeyecek kadar muhafazakardı, aslında sevgilisinin görünüşe karışacak kadar özgürlükçü. Muhafazakarlığa atıp tutsa da derinlerde bu büyük çelişkiyi taşıyordu. Sevgilisine tipik eril güç gösterisinde bulunmuyordu tabi ki, güç gösterisi entelektüel birikimiydi, entelektüel birikimiyle baskı altına alıyor ve yönlendiriyordu, sevgilisinin aptallığı değildi entelektüel farkı yaratan, sevgilisinin yaşının homopatrikusun yaşından çok daha az olmasıydı, açıkçası daha onunla baş edecek, denk olacak birikimi yaratacak kadar zamanı olmamıştı, başka bir ifadeyle daha çocuktu. 

Homopatrikusların en tipik özelliği kendilerini siyasal aktör olarak önemli bir konumda görseler de sözleri insanları İvana Sert’in tavsiyelerinden daha az ilgilendiriyordu. Bu ilgisizliğin sebebi ise homopatrikuslara göre insanların eğitimsizliği, “egemen güçlerin” ideolojik manipülasyonları, ya da... sonsuza giden bir söylev çekebilirdi homopatrikus fakat neden insanların sözlerini duymaları gerektiği ya da dinleme gerektiğinin yanıtını veremezdi, bu tanrı bakışının tam olarak çözemediğim bir sırrı vardı ve bu tanrı bakışı homopatrikusların kendi aralarında bir cemaat oluşturmasına yetiyordu. 

Fringe alt tarafı diziydi, bir gösteri, her hafta yayınlanan ve o an ekranda patlayan pikseller sadece, fakat bu karşımdaydı, kanlı canlı karşımdaydı, her önüne gelene laf atsa da kendisine dönüp bakmazdı, sanki iki farklı evrenin çatışmalarının vücuda gelmiş haliydi. Belki de homopatrikusların cisimleşmiş hali, Frienge’de anlatılan bu değil miydi, verilen mesaj ne yaparsan yap aynı boksun. Bir bakıma homopatrikusları anlatıyordu, ne yazarsan yaz, ne söylersen söyle, neyi nelerin arkasına gizlemeye çalışırsan çalış aynısın, tam da o her an karşısında olduklarınsın. 

Bir yandan Fringe bizi anlatıyordu, yaşadığımız farklı dünyaları, bakkaldan bir şey alırkenki halimiz ile sevgilimizin yanındaki halimiz, herhangi bir bürokratik ortamdaki halimizle içki sofrasındaki halimiz. Acaba bu muydu bu aynılıklar ve paralel evrenler, ortama göre bir yönümüz vardı, ne görünüşümüz değişiyordu, ne statümüz ne de ilişkilerimiz, farklı evrenlerde sürekli oynayan benliklerdik ve bu benliklerin toplamı bendi, bir bakıma diziyi tersten mi okumuştum. Yarattığımız ya da yaratılan farklı evrenlerde diğer evrendeki gibi hareket edersek ise sistem çökerdi, savcılıkta ifade verirken rakı masasında yapılan öpücem seni demek gibiydi bu. 

Sıra bana gelmişti ve dinleyicilere bakıp sesimi duyuyor musunuz diye sormuştum, birçok insan espri yaptığımı sanarak gülmüştü, yan tarafımdan ise zorunlu bir kıkırdama...

1 yorum:

  1. isin icine insan girdi mi en idealist gorunen kurumlar, dusunceler, hisler vs bile bir seylerin golgesinde kaliyor. zayiflik mi acaba.

    guzel yazi, tesekkurler.

    YanıtlaSil

Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.

SST Atölye