14. yüzyılın ortalarında Haçlı Seferlerinden dönen bir şövalye, savaşın ve vebanın yarattığı tahribatı görüp tanrıya dair sorgulamalar içinde bulur kendini. Uzun zamandır onu izleyen Ölüm ise nihayetinde şövalyenin karşısına çıkar. Ancak Ölüm tam yaklaşmışken şövalye son bir hamle yaparak onu satranç oynamaya davet eder. Ölüm Şövalye’nin eğer kazanırsa onu özgür bırakma bahsini kabul eder ve oyuna başlarlar. Ingmar Bergman’ın “Yedinci Mühür” (Det sjunde inseglet) filminden akıllarda kalacak bir sahnedir bu.
Peki, Ölüm neden Şövalye’nin bahsini daha doğrusu satranç oynama teklifini kabul etmiştir? Ölüm eğer ilahi gücün mümessili ve bu güç şövalyenin canını almaya muktedir ise neden vakit kaybedecektir. Oyun boyunca Şövalyenin sorgulamalarına her bir hamleyle eşlik etme ve ona bu sorgulamaları için zaman tanıma niyetinde olabilir. Ancak her ne kadar mütevazi görünüp oyunda iyi olduğunu işaret etse de oyunun eşit şartları dahilinde Şövalyenin kazanması, ilahi gücün tecelli edemeyecek oluşu ve bu sebeple onun mutlak bir güç olmadığı anlamına gelebilir. Mutlaklık ve kesinliğin olasılıkla dans etmeye çalışması başka anlamların peşine düşmemize sebeptir. Ya da tüm olasılıkların nihayetinde mutlak bir sonuca çıkacağı ve belki de oyunun sonucunu önceden bilmeye dair güce sahip olması söz konusudur.
Bu durum Walter Benjamin’in Tarih Felsefesi Üzerine Tezleri’nin ilkinde yer alan “Satranç Oynayan Türk” örneğini akla getirir.
The Mechanical Turk |
Benjamin tinsel yazgı denilen oyunda dümenin başına geçeni birdenbire değiştirse de rotanın aynı kaldığını işaret eder görünmektedir. Tarih hakkındaki yasa koyuculuk pusula olarak ele alındığında güzergâhın sonundaki kehanetin gerçekleşeceği apaçık belirtilmiş olur. Tarih atlasındaki kehanete doğru ilerleme heveslisi kaptan aslında bu tinsel oyunda kendisi üzerindeki gizli efendiliğe boyun eğen bir kukladan başka bir şey değildir. Kukla ile usta arasındaki parataxis konumda oyun mutlak bir düzen içerisinde gerçekleşmelidir ve düzenin en küçük ihlali oyunu bozar. Oyun kurulduktan sonra oyunun oynanabilmesi için oynayanların oyuna tabi olması gerekir ve oyun kendi başına bir gerçeklik olur. Oyunun yarattığı geçici ve sınırlı bir mükemmellik evreninde hileye yer olmamalıdır. Türk Otomatı örneğinde oyunun hileli olduğu düşünülebilir. Ancak Türk Otomatı bir hileden ziyade ayna illüzyonu gibi numaralarla kendisini gizleyen satranç ustasının kuklayı hareket ettirmesine dayanır. Kaldı ki zaten şövalyece tutkularda ve ölümün ciddiyetinde hileye yer olmadığını da düşünebiliriz.
Peki, mükemmel bir evrende mızıkçılık ya da oyunbozanlık söz konusu olabilir mi? Oyunculardan biri haksızlık yapıldığını düşünüyor olabilir ya da oyundan sıkılmıştır. Yani oyun onun için büyüsünü kaybetmiştir. Tıpkı Şövalyenin sorgulamalarıyla yaptığı gibi.
Büyü çoktan bozulmuştur ve Şövalye oyunun yaratıcısını ve kurallarını sorgulamaya başladığında Ölüm meleği görevini gerçekleştirmek üzere belirmiştir. Bergman’ın ölüm meleği Wenders’ın Berlin’de seyir halinde olan naif melekleri gibi değildir. Filmin açılış sahnesinde gökyüzünde salınan kartal suretinde karşımıza çıkan bu melek daha çok Benjamin’in 9. tezde tarif ettiği meleğe benzemektedir.
Angelus Novus - Paul Klee |
“Klee'nin 'Angelus Novus' adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi, ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek... Ama Cennet'ten kopup gelen bir fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları. Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu fırtınadır.”
Diyalektik bir devingenlikte seyreden tarihin bir anda beliren kesitinde yolculuğa çıkaran fırtına bir anlamda tamamlanmış olanların kurtuluşu şeklinde zuhur etmektedir. Klee’nin tablosuna dair bu yeni yorumda aslında diyalektik olmaktan çok döngüsel bir ilerlemeden bahsedilebilir. Ancak döngünün tamamlandığı yerde meleğin vereceği müjde -insanlığın kurtuluşa ereceğine dair ütopik gelecek imgesi- yıkımın parçaları içinde yok olur. Melek hiçbir zaman bakmamış olduğu ve hiçbir zaman bakamayacağı bir geleceğe geriye doğru ilerlemektedir. Bu haliyle Bergman’ın oyunu da tamamlanmış olur.
Bu oyun, el ele verip bir dans figürü oluşturacak biçimde yaşamın yeniden kurgulandığı bir evreni paylaşmak olamaz mı? ‘Yaşamı oyuna çevirmek’ ideasını özgürleşimci bir tasarım olarak düşselleştiren ütopyacı lafzı nasıl düşünmek gerekecek. Hele ki oyun içinde oyun söz konusuyken.
O zaman başa dönerek soralım: Şövalye ile Ölüm’ün
Satranç oyunu nasıl sonlanmaktadır? Kaybedeceği anlayan Şövalye bir yandan
düşünürken, Ölüm’ün beraberinde götüreceğini söylediği tiyatrocu ve ailesinin
kaçmasını sağlamak ve Ölüm’ün dikkatini dağıtmak için taşları devirir. Ancak
Ölüm taşları eski yerine koyar ve Şövalyeyi mat eder. Nihayetinde Ölüm’ün
eşliğinde el ele verip dans ederek bu dünyadan uzaklaşırlar. İşte adına ütopya
dediğimiz cennetten esen böyle bir fırtınadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.