Odanın büyük meydanından sağ tarafa doğru döndüğünüzde gördüğünüz pencere kenarı koltuk benim memleketim. Kütlelerin orijini, hareket noktası olan bir tekli koltuk. Etrafımda olan bitenlere sessizce bakıyorum ve yorumluyorum buradan. Aslında sağ tarafıma hiç dönmeden sadece dünyamın sol tarafını yorumluyorum. Gördüğüm şeylerin bir sınırı, deneyimlediğim olayların bir yönü olduğu fikri özgürlüğümü varoluşsal biçimlerde sınatıyor. Net cevaplar listenin çok üst sıralarında değil bugünlerde. Orijinde olmanın, tümüyle kentsel imajımı (mega sosyal ilişki yığınlarının seni çevirdiği kopya) yıkıp egomun alt katmanlarında inzivaya çekilmiş olmanın, kararlara nasıl vardığımı değil, adım adım kararları nasıl oluşturduğumu gözlüyor olmanın… sonuca giden fikirler silsilesi… ol-manın!!
Varoluşsal olarak insan ‘nasıl olduğuna’ değil ‘ne olduğuna’ saplantısal seviyede odaklanan bir canlıdır. ‘Nasıl’ın süreci içinde hiç bitmeyen bir bütünün parçaları belirir. Aslında oluş sonuçlarını içinde barındırır. Nihai sonuca gerek yoktur. Örneğin önyargı denilen şey zamanında deneyimlenmiş bir algıyı barındırır bu algı pozitif yönde toplumsal bir imaja sahip olabilir. Fakat zaman geçtikçe her pozitif algı önyargı olmaya mahkum olmaktadır. Örneğin Yahudilerin Almanya ekonomisini kalkındırdığı ve bu işte yetenekli olduğu pozitif algısı zaman içinde Yahudilerin öldürülmesi gerektiği fikrine bir argüman olmuştur. Bu bir oluşu ifade eder ve tabi ki demokrasi kavramını odağa koyduğumuzda bu böyledir. Çünkü Yahudi soykırımı demokrasilerin ayrımcılığa uğramama düsturunu güçlendiren ve yapısallaştıran bir olgu olmuştur. Demek oluyor ki bir toplumsal algı, yargı veya önyargı süreçlerini geçirerek yeni toplumsal sistemin (bütünün içindeki bir bütünün) bir parçası olarak (burada örnek olarak demokrasiden bahsediyorum* ) görev yapmaktadır. Buradaki ‘ne’ler bir şeyin sonucuna tesir ettikçe her zamanlar ‘nasıl’ları ifade eder. Dolayısıyla tarihsel olarak ‘ne’ diye bir şey yoktur.
Tanımsız olanı ifade edemeyiz dolayısıyla meşru zihin kalıplarımız içinde değildir. Biz ancak bağlı olduğumuz hareketliliği ifade edebiliriz.
«Zaman ancak hareketle, cisim hareketle, hareket cisimle vardır. O halde; cisim, hareket ve zamandan birinin diğerine bir önceliği yoktur. Galileo’nun Görelilik Prensibi, zamanla değişmeyen hareketin göreceli olduğunu; mutlak ve tam olarak tanımlanmış bir hareketsiz hâlinin olamayacağını önermekteydi. Galileo’nun ortaya attığı fikre göre; dış gözlemci tarafından hareket ettiği söylenen bir gemi üzerindeki bir kimse geminin hareketsiz olduğunu söyleyebilir.» (A.Einstein)
Aslında biz hareketli bir gemideki yolcu olarak kendimizi ifade edebiliriz. Dolayısıyla gemi hareket etmeyen şeydir tanımlaması yanlışlanmaya mahkum bir ‘ne’dir.
Son olarak bu yazıdan büyük üstadımız Marx’a bir gönderme yapalım. “Klasik Alman Felsefesi’nin Sonu ve Feuerbach Üzerine Tezler” eserinde tezlerin 11. maddesinde şöyle diyor “Bugüne kadar filozoflar dünyayı yorumlamakla yetinmişlerdir ama asıl olan onu değiştirmektir.” Tersi de doğrudur. “Bugüne kadar filozoflar dünyayı değiştirmekle yetinmişlerdir ama asıl olan onu yorumlamaktır.” ‘Yorum’ değiştirilecek gerçekliği yaratandır.
Kavramların konsensüsü; Orijin, oluş, kentsel imaj, hareket, yorum, deneyim, değişim…
Apriori veriler; oda, pencere kenarı, koltuk, sağ tarafımdakiler**
* “Burada örnek olarak demokrasiden bahsediyo-ruz!” diyecektim sonra ‘bahsediyor-um’ demeye karar verdim. “Ben veya Biz” ikiliği Türkiye’deki toplumsal algıda şizofrenik bir rol oynar.
** “Sağ” her zaman “sol”a ötekidir. Ötekileştirmek bedenden başlar. Hadi bir tez başlığı önerisi yapayım. “Bir Ötekileştirme Örneği Olarak ‘Sağımız Sarımsak Solumuz Soğan’ ”.