O gün Dolmabahçe’den Beşiktaş'a yürürken yarısı direnişçiler diğer yarısı da asfalt yapmak için belediye işçileri tarafından sökülmüş kaldırım taşlarının altında kum olduğunu gördüm. 68 Fransa’sının “Kaldırımların altında kumsal var” sloganı yalnızca kulağa hoş gelen bir söz, veya anlamlardan anlam beğeneceğimiz bir metafor değilmiş meğer bas baya kaldırım taşlarının altında kumsal varmış.*
Kentin, betonun ortasında bir kumsal… Ne kadar gerçeküstü, ne kadar acayip bir durum diye düşündüm. Sonra düşünce dünyamda bir adım geri atıp kendi kendime neden bu kadar şaşırdığımı sordum. Sonuçta günümüz "korunaklı sitelerinde" hepimize çiftlik hayatı, boğaz keyfi, köy doğallığı, mahalle sıcaklığı falan vaat edebiliyorlardı. Şehrin içinde kumsal olmasına da bu kadar şaşırmamam gerekirdi. Ama Dolmabahçe Sarayı’nın karşısındaki bu kumsal, o sitelerin, Aquaparkların aksine herkese açıktı. Ayrıca bu kumsalı biz yapmış, bir şekilde biz istemiştik. Başkaları yapıp bize sunmamıştı. Bir de ne olursa olsun, kaldırımların altında gerçekten kum vardı yani bu şairane ruhlu bir 68’linin hayal dünyasından kopup gelmiş bir aforizma değildi. Kaldırım taşlarının altına bakmaya cesaret edebilmiş herkesin deneyimlediği bir olguydu. Yani tıpkı halının altında toz olması, ayranın içinde yoğurt ve su olması gibi bir şeydi.
Ardından şaşırma meselesini bir kenara bırakıp, kumsalın ne olduğunu düşünmeye başladım:
Kumsal nedir? Mekân. Nasıl bir mekân? Ortak duyu ve egemen sosyolojinin klişe sınıflandırması olarak kent (modern yaşam) ve kırsal (pre-modern yaşam) alan geldi aklıma… İkisine de pek benzemiyordu.
Kumsal bir imkânı, bugüne kadar tadını ara sıra aldığımız, kısmen sezebildiğimiz ve hiçbir zaman ne olduğunu tam olarak bilemediğimiz bir mekânsallık -ve dolayısıyla yaşam biçimi- olanağıydı. Bir kere, zamansallığı kentinkinden oldukça farklıydı: Kent koşuşturma, yetişme ve gecikmeyle akarken, kumsalda yatılır, kitap okunur, gölgede sohbet edilirdi. Kentte kol saatlerimize bakarken, kumsalda güneş zamanın göstereni olur. Muhtemelen bu nedenle de kumsalda çekilen uyku kol saatlerimiz için 20 dakika iken, bizim için 2 saattir. Yaşama ritmini verenler de yine saniyelerin tiktakları değil, dalga sesleridir.
Şehirde biriktirirsin, biriktirmek istersin, biriktirmeye gayret edersin ama kumsalda hiçbir şey birikmez. Her şeyin garip bir uçuculuğu vardır: kumdan yaptığın kale ertesi sabah orada olmayacaktır, kuma yazdığın yazıyı ya dalga ya rüzgâr alıp götürecektir. Sen onları kalıcı olsun, yatırım olsun, ileride çoluğa çocuğa kalsın diye yapmazsın. Yapmış olmak için, beraber vakit geçirmek için, eğlenmek için yaparsın. Bu aynı zamanda toplumsal örgütlenmenin temel taşlarından mirasın kumsalda yavaş yavaş eriyeceğinin habercisidir. Ardından aile çökecek, genel ahlak buharlaşacaktır muhtemelen. Ama yerine ne geleceği, nasıl geleceği hala meçhuldür. Meçhul olduğu için, henüz belirlenmemiş olandır. Henüz belirlenmediği için de nasıl istersek öyle olabilecek olandır.
Yalnızca davranışlarımızı ve düşüncelerimizi değil, düşünme biçimlerimizi de belirleme gayretinde olan bu sistemin içinde kumsal, sistem ve ondan nemalanan aktörler ne kadar güçlü olursa olsun, “hala her şey kaybedilmiş değil, hala başka olan bir yaşam biçimi düşleyebilir ve onu gerçekleştirmek için mücadele edebiliriz” diye bağırır. Dolayısıyla “yapçak bir şey yok”ların, “işin fıtratında var”ların, “kısmet, nasip”lerin, “başa gelen çekilir”lerin ülkesinde kumsal candır. Tıpkı haziran direnişinin, toplumun her noktasına nüfus etmiş siyasi sinizme büyük bir darbe vurup, mümkün değil denilen birçok şeyin mümkün olabildiğini göstermesi gibi...
* Kaldırım üzerine yapılan sosyolojik tartışmalara giriş niteliği taşıyan F.Sarotti’nin “Kaldırım Sosyolojisi” isimli makalesine buradan ulaşabilirsiniz.
image source: http://www.glaudinet.org/wp-content/uploads/2010/07/souslespaveslaplage-72dpi.jpg
Yine doyurucu ve kafa tırmalayıcı, zihin açıcı, iç gıdıklayıcı bir Prometheus yazısı. Özlemişiz.
YanıtlaSil