18 Aralık 2011

3 Ay-Nur (vol.1 Kanlı Kontes) (part 6 ya da Kanlı Kontesin İntikamı 1)



Nokta cümlenin bittiğini gösterir, sesli okurken duraklarsınız ve bir nefes alırsınız; dinleyiciler cümlenin bittiğini anlar ve yeni bir cümle başlar. Üç nokta ise cümlenin bitmediğini gösterir. Cümlenin sonu okuyucunun hayal gücüne bağlıdır, yine bir nefes alırsınız, dinleyiciler duraksamanızdan cümlenin bitmediğini anlarlar ya da anlamazlar. Peki ya iki nokta? Anlamı yoktur ne cümle bitmiştir ne de cümle okuyucunun hayal gücüne bırakılmıştır. Dilbilgisi kurarları açısından böyle bir surum yanlıştır hatalıdır, daha da uzatalım yapayanlıştır, fakat Nokta, iki nokta, üç nokta arasındaki fark; bitmişlik ve bitmemişlik, bunların yanında anlamlandırılamayana dayanan bir varlık felsefesini içerir..


Aynur ile karşılaşmayalı bir aydan fazla olmuştu, ne sesini duyuyordum ne de varlığına dair herhangi bir iz vardı. Bir anda ortadan yok olmuştu ama o vardı; zihnimdeydi, İkinci Kordon’da yürürken gözlerim onu arıyordu ama yoktu. Sokağın eski tadı kalmamış gibiydi. Ya da değişimleri kabul edemeyen zihnim muhafazakarlaşıyordu sanki, Arnavut kaldırımlarında 10 santimlik topuklularıyla gezmeye çalışan İzmir kızlarına baktıkça gülemiyordum artık, içimden umarım topuğun kaldırıma sıkışır ve düşerken kırılan bileğinden çıkan ses sana ne kadar gerzek olduğunu anlatır diyemiyordum. Can sıkıntısından kendimi bilgisayarın karşısında buluyordum kim nerede ne yapıyor saçmalığıyla beraber facebooktaki tanıdığım dediğim insanları takip ediyor aynı zaman da paralı bir arkadaşlık sitesinde karşımdakiyle konuşuyordum. Kendini erkek arkadaş arayan bir kadın gibi göstermek için para alıyordu. Basit iş; siki beyninde dolaşan salak çoktu ne de olsa. Bir mail atmak için kredi satın almaya hazırlardı, gördüğü resme aşık olan, sürekli kendine baskı edilen aşık olmalısın, sevmelisin ya da sürekli sevişmelisin, dansının dans bilmeyen garip izleyicisi olmaktansa aktif dansçıları olmak istiyorlardı. Nasıl olduysa Seçil’le tanışmıştım, elindeki bilgisayardan sürekli canımlı cicimli mailler atıyordu, kime atıyordu, ne yazdığını biliyor muydu, önemsiyor muydu bilmiyorum. Sanal orospuydu kendi bedenine başka beden yaklaşmıyordu ama karşısındakine karşısındakinin bir kadınla görüşebildiğini, kadınlarla, iletişim sağlayabildiğini artık dansçılar, çapkınlar arasında olduğu izlenimini satıyordu. Ona attığım mailler dikkatini çekmişti, ne anlıyordu maillerimden bilmiyorum fakat hoşuna gidiyordu. Anlamasam bile gülüyorum diyordu, bazen zekice cümleler kuruyordu bazense içinizdeki alevi söndürecek kadar soğuktu. Sistemin nasıl çalıştığını biliyordum, sistemin nasıl çalıştığını bildiğimi biliyordu fakat dolandırıldığımı bile bile neden onunla mailleştiğimi anlayamıyordu. Bir süre sonra belki dolandırılmamı istemediğinden, belki de acıdığından, belki de içersinde ki boşluğu dindirmek için bir fırsat kolladığından, belki de tamamiyle merakını yenemediğinden sanal yaşamın özel tarafında yani facebookta arkadaş olarak ekleyerek bana kendini tanıttı. Karşımda iki tane profil vardı biri paralı sitede ki “işveli” diğeri ücretiz sitedeki “hanım hanımcık” hali. Birinde kırmızı geceliğiyle çekilmiş bir fotoğraf paylaşırken diğerinde evde yaptığı tatlıyı paylaşıyordu. Bu ikilem açıkçası gülümsetiyordu beni, çoğu erkeğin rüyalarını süsleyen yatak odasında fahişe diğer odalarda ev hanımı idealini gözlerime seriyordu. Arkadaş listesindeki kimsenin yaptığı işi bilmediğini söylüyordu ama açıkçası inanmıyordum, garip bir dürüstlük de vardı sözlerinde, dürüstlükte denilemez saflık seziyordum ama saflığı aslında sezdirmek istediği düşüncesini de içimden atamıyordum. İsminin anlamını biliyor musun, önemini, ima ettiklerini, göndermelerini?… Önemsemiyordu. Hayatta dair sorunun var mı diye sordum para vb. klasik şeyler sıraladı, bunlar dışında kendine dert ettiğin herhangi bir soru var mıydı dedim, anlamadı. Bacaklarındaki kılların uzunluğunu, isminin anlamından daha fazla merak ediyordu... Balataları yaktığımı düşünüyordu, hafiften saptığımı; kimi zaman sıkılıp kaçıyordu, kimi zaman tanımadığı insanlarla görüntülü sohbet yapıyordu benimle ilgilenmiyordu. Ev teklif edenler,araba teklif edenler arasında gülümsüyordu, bak diyordu, önüme neler seriyorlar, sana değil vajinana seriyorlar bunları diyordum, vajinan genişleyince yüzünde çizgiler artınca bunların hiç biri serilmeyecek önüne. Biliyordu, farkındaydı da bilmemezlikten geliyordu, bunlar olmadan birini kafalarım diyordu ve belki seni kafalarım diyerek sırıtıyordu.

Devamını oku...

13 Aralık 2011

2 Dışarıda Kilitli Kalmak ya da Sınırın Varlığı


“Sınır (peras) aynı zamanda hem varlığı hem de normu tanımlar.
Sınırsız, sonsuz (apeiron) açıkça tamamlanmamış,
tam halini bulmamış eksik varlıktır.”

Cornelius Castoriadis

Kilitli kalmak ifadesi insan zihninde etrafı çevrili bir alanda kendi rızası dışında kısılıp kalma, “dışarı” çıkamama hali olarak algılanır. İnsan genelde “bir yerin” içinde kilitli kaldığı düşüncesine kapılır. İnsan varlığını çevreleyen “mekan” her şartta bir kısıtlanma hali yaratır. Fiziksel dünyanın insan varlığını çevrelediği her an “kilitli kalma” hissini yaşamak olasıdır. Bu bağlamda insan acaba “içeride”mi kilitli kalır, yoksa “dışarı”da mı? Belki her ikisinde, belki de hiçbirinde.

Kanımca bu soruya verilecek cevap yaşadığımız dünyaya dair mekansal algı biçimimizi de tariflemektedir. Zira modern toplum kamusal alan-özel alan ayrımının en belirgin olduğu toplumsal bir bütüne işaret eder. Bu ayrım dahilinde modern insan açısından toplumsal, ahlaki, kültürel bir çok baskılanmadan kaçabildiği özgürlük alanı genelde kendi özel alanıdır ki, modern mimari bu özgürlüğü “sınırsızca” yaşamak için bize güzel mi güzel evler tahsis etmiştir. Kamusal alan ise toplumsal rollerimizi elimizden geldiğimizce oynamaya gayret ettiğimiz, statülerimizin konuştuğu, başkaları tarafından nasıl algılandığımız yani diğerlerinin tarifleri üzerine varlığımızı inşa ettiğimiz, beklentiler ve kompleks ilişkiler bütünü olarak karşımıza çıkar. Kamusal alandaki ilişkiler genelde belirli bir otoritenin veya iktidarın ve hatta geleneğin, kültürün hükmü ile şekillenir.* Burada bahsi geçen şekillenme, daha çok ilişkilerin, davranışların kurumsallaşmasıyla ilgilidir. Dolayısıyla kamusal alan olarak tanımlanmaya çalışılan, esasen bu modern dualite dahilinde özel alana göre, en kaba haliyle bir esaret alanıdır. Modern insanın mevcut baskılanmalardan kaçabildiği ve kendini “özgür” hissedebildiği tek yer, etrafı dört duvarla çevrilmiş olan ve özel alanı olarak tanımladığı, bir anlamda özel mülkiyet alanı da sayılabilecek şahsi mekanlardır. İnsanın kendisini özgün ve özgür zannettiği, oysa sıradan ve zavallı yaşamını sürdürdüğü mekanlar olan özel alanlar.

Oysa aynı özel alan bireyin kendisini kilitli zannettiği alandır. Dışarıdan üstüne kapı kilitlenen insan, içeride kilitli kalır, ancak kapıyı kilitleyip dışarı çıkan insan kamusalın kurumsallaşmış ve esaret dolu ortamında kendisini “dışarıda kilitli kalmış” halde hissetmez. Oysa içerisi ve dışarısı arasında fiziksel olarak sadece hacim farkı vardır. Dış dünya hacmen geniş olduğu için kilitli kalma hissi sıklıkla yaşanmaz. Ama bir yandan da insan, kilitli kaldığını düşündüğü “içeride”, kendisini “dışarıya” karşı daha özgür ve güvende hissetmektedir. Biraz paradoksal gibi görünmekle beraber benim fikrim iki tarafında kilitli kaldığıdır. Yani insan içeride de, dışarıda da kilit altındadır. Çünkü, temel olarak tartışılması gereken kilidin varlığıdır. Zaten kilitli olan hem içerisi hem dışarısı, ne içerisi ne dışarısıdır. Kilitli olan eşiğin kendisidir. Eşiğin kilitlenmiş olması ve hatta varlığı insanı iç ve dış dünya, özel ve kamusal alan dualitelerine hapseder.

Eşiğin varlığı ve kilitle denetim altına alınmasının daha büyük ölçekli hali için sınır ve ulus-devlet literatürüne kısaca bir göz atılabilir. Zira devlet aygıtı da tıpkı biz insanlar gibi iç ve dış dünya dualiteleriyle hareket eder. Sınırın ötesi ve gerisi birbirinden ayrı kuralların ve yasaların işlediği iki farklı coğrafi mekan olarak karşımıza çıkar. Bugün dünyayı bir bütün olarak değil de ulus-devletlerin toplamı, bir takım sınırlarla bölünmüş coğrafyaların bir aradalığı olarak algılamamız bu yüzdendir. Bir devlete yurttaşlık bağıyla bağlı olan insanlar olarak bu seferde içeride kilitli kalmaktayız sanki ama “özgür” yurttaşlar olarak. Çünkü devlet aygıtı gümrük kapılarıyla eşik bölgelerini kilitlemiş. Sadece legallere veya çıkarına uygun illegallere izin veriyor. Kilit altında “özgürlük” tarihin ironisi olsa gerek.

O zaman son defa soralım. İnsan içeride mi kilitli kalır, dışarıda mı? Yoksa kilidin varlığı yüzünden her şartta esaret altında mıdır ve bu bağlamda modern toplumda özgürlük bir yanılsamadan mı ibarettir? Bir mülkiyet alanı olarak özel alan nasıl bir paradoksa ev sahipliği yapar ki, modern insan kendisini sadece bu alanda “özgür” hisseder, kendi yarattıklarının kölesi olduğu halde. Ya da bu yazı biter mi?


* Elbette özel alan da tıpkı kamusal alan gibi bir takım belirlenimlerle şekillenir. Söz gelimi, daha önce hiç bulunmadığınız bir yabancının evine girdiğinizde çok kısa bir sürede tencerelerin yerini ya da ev sahibinin iç çamaşırlarını kendi elinizle koymuş gibi bulabilirsiniz. Mimari ve ideoloji bu bağlamda başka bir yazının konusu olabilir.

Devamını oku...

28 Eylül 2011

0 Ay-Nur (vol.1 Kanlı Kontes) (part 5 ya da gerç(z)ek)

Cogito ergo sum (Descartes)

mail from bulancak adam to seçil gözde

seni düşünüyorum
senin düşündüğün erkeği düşünüyorum
senin düşündüğün erkeğin düşündüğü kadını düşünüyorum
senin düşündüğün erkeğin düşündüğü kadının düşündüğü erkeği düşünüyorum
senin düşündüğün erkeğin düşündüğü kadının düşündüğü erkeğin düşündüğü kadını düşünüyorum
senin düşündüğün erkeğin düşündüğü kadının düşündüğü erkeğin düşündüğü kadını düşündüğü erkeği düşünüyorum
senin düşündüğün erkeğin düşündüğü kadının düşündüğü erkeğin düşündüğü kadının düşündüğü erkeğin düşündüğü kadını düşünüyorum.
senin düşündüğün erkeğin düşündüğü kadının düşündüğü erkeğin düşündüğü kadının düşündüğü erkeğin düşündüğü kadının düşündüğü erkeği düşünüyorum.
senin düşündüğün erkeğin düşündüğü kadının düşündüğü erkeğin düşündüğü kadını düşündüğü erkeğin düşündüğü kadının düşündüğü erkeğin düşündüğü kadını düşünüyorum.

yok burada bir sorun var.

seni düşünüyorum
senin düşündüğün erkek ya da kadını düşünüyorum
senin düşündüğün erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadını düşünüyorum
senin düşündüğün erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadını düşünüyorum
senin düşündüğün erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadını düşünüyorum
senin düşündüğün erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadını düşünüyorum
senin düşündüğün erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadını düşünüyorum.
senin düşündüğün erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadını düşündüğü erkek ya da kadını düşündüğü erkek ya da kadını düşündüğü erkek ya da kadını düşünüyorum.
senin düşündüğün erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadının düşündüğü erkek ya da kadını düşündüğü erkek ya da kadını düşünüyorum.

yok burada da sorun var

seni düşünüyorum.
senin düşündüğün insanı düşünüyorum
senin düşündüğün insanın düşündüğü insanı düşünüyorum
senin düşündüğün insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanı düşünüyorum
senin düşündüğün insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanı düşünüyorum
senin düşündüğün insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanı düşünüyorum
senin düşündüğün insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanı düşünüyorum.
senin düşündüğün insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanı düşünüyorum.
senin düşündüğün insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanın düşündüğü insanı düşünüyorum.

yok burada da sorun var ama anlatmaya çalıştım.


mail from seçil gözde to bulancak adam

:)) ama benim düşündüğüm biri yok ki...


mail from bulancak adam to seçil gözde

Maile karşılık verirken düşündüğün biri vardı o da bendim,demek ki düşündüğü biri var ve o düşündüğün birinin vazgeçilebilir olan ama tercih nesnesi olamamaktır dileği...


mail from seçil gözde to bulancak adam

Anlamadım,daha açıklayıcı olurmusun...


mail from bulancak adam to seçil gözde

Olamam.


Uyarı=Krediniz yetersiz olduğu için mailiniz seçil gözde kullanıcısına ulaşmamıştır. Lütfen kredi kartınızla kredi satın alınız.
Devamını oku...

26 Ağustos 2011

2 Toplumsalın Delilikle İmtihanı

“Delirmek bazen gerçekliğe verilebilecek en uygun tepkidir."
Philip K. Dick

Kültür vurgusunun ağır bastığı bir nitelemeyle yola çıkıldığı takdirde, içinde yaşadığımız toplumda bir deliden bir de çocuktan hesap sorulmadığı gibi genel bir yargıya varabilmemiz, deliler ve çocuklarla ilgili ortak deneyimlere sahip olduğumuzu düşünürsek, makul görülmektedir. Ancak delinin toplumsalla ve toplumsalın deliyle imtihanını irdelemeden önce bakışlarımızı öznemiz olan deliye çevirelim.

Nedir deli?

“1. Aklını yitirmiş olan, akli dengesi bozulmuş olan, mecnun. 2. Coşkun, azgın 3. Davranışları aşırı ve taşkın olan (kimse), çılgın.” (TDK)

Gayet “aklı selim” bir tanımlama yapmış olan Türk Dil Kurumu’nu kutladıktan sonra yola bu tanımlamayla devam edelim. Deli, görüldüğü üzere sadece bir akıl yitmesiyle, bir oluş hali ile değil aynı zamanda bir duygu durumuyla da tanımlanmaktadır. Hepimiz, zaman zaman delilik düzeyinde olduğunu düşündüğümüz bir duygu durumuyla belki de sonradan utanç verici olarak niteleyebileceğimiz bir takım davranışlarda bulunmuşuzdur. Bu utanca neden olan şeyin, deliliğin aslında delilik olmayanı da, daha düz bir şekilde söylenirse “normal” olanı da tanımlamasında yattığının gizil bir biçimde farkındayızdır. Gündelik hayatlarımıza “normal”in, ki o da toplumsal normlarla belirlenir, izin verdiği ölçülerde devam ederiz.** “Normal” bir biçimde davranma eğilimimiz hayatımızı bir çok alanda kolaylaştırır; onun izin verdiği ve esasen nerede başlayıp nerede bittiği çoğunlukla kestirilebilir olan sınırları sayesinde, türümüzün bir arada yaşama pratiği öngörülebilir bir hal alır. İşte, deliliği tehlikeli ve normalin dışında yapan şey tam da bu öngörülemezlik halidir. Bu noktada bilgi, iktidar, öngörü, Aydınlanma düşüncesi, modernite ve yancı olarak Frankfurt Okulu’yla el ele tutuşarak derin denizlere doğru dalmak, oturup belki bir King çevirmek isterdi yazar ama hem King dört kişiyle oynanıyor hem de böyle bir iddiası yok kendisinin.

Bizimki gibi toplumlarda neden deliye “hoşgörü” gösterilir? Her şehrin, daha büyük şehirlerde ise her semtin bir delisi vardır. Kimi saygı görür, kimisi yüzlerde bir tebessüme yol açar, kimisiyle de dalga geçilir. Delilik hayatın rasyonel ilkelere bağlandığı toplumlarda öngörülemez oluşu ve toplumsal düzeni tehdit eden niteliğiyle 18. Yüzyıldan itibaren duvarlar arasına hapsedilmiştir (Evet, bildin: Foucault). Şimdi resmi biraz tersten görmeye gayret edebiliriz. İddia odur ki, hayatın rasyonel olmaktan uzak ve hatta zaman zaman tamamıyla irrasyonel bir hal aldığı toplumlarda delilik, tolare edilebilir, görmezden gelinebilir ve hoşgörülebilir bir oluş biçimine tekabül etmektedir. John Carpenter’ın o güzel filmi “In the Mouth of Madness”da söylendiği gibi “Herkesin aklını yitirdiği bir dünyada geriye kalan son insanın hali nice olur.” Koca bir toplumun aklını yitirmeye temayül gösterdiği yerde “Avrupa’da bir yılda olan olaylar bizde bir haftada oluyor abi” geyikleri gibi deli hikayeleri de bitmez. Toplum olarak delirmeye bu kadar yakın oluşumuzdur belki de delileri sevmemize neden olan.

Not: Bir Pazar sabahı Kuzguncuk’ta yapmış olduğum güzel kahvaltının ardından beni Üsküdar sahilinde, tüm insanların arasında olduğu sırada sikini çıkarmış eline ve çimlere işeyerek karşılayan deliye ve onu izleyerek gülen benzicideki adama buradan saygılarımı iletiyor ve verdikleri ilham için teşekkür ediyorum.


* Bu yazıda bahsi geçen, özelde Türkiye toplumudur. Öncelikle bunu vurgu yapmak istiyorum ki, yukarıda çizildiği iddia edilen resim daha net bir hal alabilsin. Ayrıca bu yazının içinde Foucault’ya veya Erasmus’a akademik göndermeler yaparak mevzuyu derinlere çekme girişimi olmayacaktır. Delilik üzerine söylenecek sözler gayet sığ ve açıktır.
** Bir not düşelim ki, burada toplumsalın anıldığı yerlerde, aynı zamanda toplumsala dair mekanlardan, yani kamusal mekanlardan bahsedildiği anlaşılsın. Özel alanlarda gerçekleştirilen her türlü “anormal” ya da “delice” davranıştan okuyucuların kendileri mesuldür.
Devamını oku...

27 Temmuz 2011

0 İhtarname

BİR SONRAKİ GÜN; KARAGÖLGE ORMANI

"Fanteziyi gerçeklikten çıkarırsak,bizzat gerçeklik tutarlılığını yitirip dağılır. ‘Ya gerçekliği kabul et ya da fanteziyi tercih et’ arasında seçim yapmak yanlış: Sosyal gerçekliğimizi gerçekten değiştirmek ya da ondan kaçmak istersek, yapılacak ilk şey bu gerçeklikle uyum sağlamamıza yol açan fantezilerimizi değiştirmektir." 
Slavoj Zizek,Yamuk Bakmak

Bir gece önceden gördüğüm rüyaların herbiri bir sonraki güne referans veriyor. Bir önceki gün planladığım şeylerin hepsi bir sonraki güne hazırlık. Bir gece önceden düşündüklerim bir sonraki günde gerçekleşme umudu taşıyor. Fakat bir tek bir sonraki gün var elimde. Soyutlaştırarak, rüya görerek, planlayarak, düşünerek geçirilen bir önceki gün baştan sona gerçekleştirilmiş bir gün olabilir mi? Zaten ondan da önceki gün düşünülmüş müydü?... Sonraki gün planlamalarla geçen önceki günün ardından israf edilmemesi gereken, geriye kalan tek gün mü?...

Bir sonraki gün geldiğinde beyin jimnastiği yapmanın bir anlamı kalmamıştı. Plan, program eşliğinde çıkılan yolda tesiri yüksek ve hayattaki payı büyük “belirsizlik” unsuru herzamanki gibi espiriliydi. Her plan ve düşünce onun nüktedanlığına bağımlı, gergefinde sıkışık, denkleminde basit ve belirli. Öyle miydi?

Bir gece önce planlanan ve o gün geldiğinde belirsiz anların, ruhu allak bullak ettiği bir yürüyüşün hikayesi...

Sabahın erken saatleri İzmir’de ayrı yaşanır. Sabahın erken saatlerini İzmir’de yakalamak kolaydır. İzmir’de “erken” ayrıcalıklıdır. İzmir’de zamanın bu bölümü izmirlilerin çok az kısmına eşlik eder. Bana da eşlik ediyordu. Ağaçlı ve boş yolda ilerlerken baş ucu saati daha çalmamış evlerin sıcaktan açık bırakılmış pencereleri davetkardı. Her pencereden içeri girilebilir, hafif sabah esintisiyle birlikte yumuşak ve deterjan kokan nevresimlerle örtülmüş geniş yataklarda yatılabilirdi. Yürümeye devam ettim!

Bornova’nın en büyük parkına geldiğimde bir önceki geceden hazırladığım 400 gr’lık leblebiyi teker teker ağzıma attığım anların, ruhu dolduran tadını yavaş yavaş hissetmeye başlıyordum. Yol boyunca görebildiğim insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Hayattan tad almanın İzmir’deki ayrıcalıklı zamanı yaşamak olması gerektiğini tercih edenler vardı ve tercihleri bedenlerine yansımıştı. Oradaydılar ve vardılar. Tercih ettikleri “erken” saatte bir elin parmaklarını geçmeyenler kulübünün üyeleri olarak birbirlerini selamlamaları çok normaldi. Ne işe gidiyorlar, ne de bir yere yetişiyorlardı. Gün doğumu ile birlikte uyanmışlar ve Bornova’nın en büyük parkında geziniyorlardı. Aralarındaki tek farklı kulüp üyesi bendim çünkü leblebi artık mideme ulaşmış ve oturmuştu!! Leblebi kuru, leblebi çekici, leblebi davetkar, leblebi tehlikeliydi.

Saat 08:30’da Küçük Park tarafından metroya gitmek isterken beni, küçük parkın küçük dünyasına çeken plan dışı bir arzunun varlığı rahatsız etmeye başladı. Kendimi korunaksız hissediyordum. Bastığım yerin yumuşamaya ve ayaklarımın yere gömüldüğünü farketmeye başladım. Küçük park kafeler girişi önce geniş bir yol ağzı ile başlayan sonra gittikçe daralıp nokta haline gelen bir derinliğin girişi gibiydi. Yumuşak zeminde tökezleyerek, kafamdan ayaklarıma kadar sürekli ve hızlı tekrarla elektrik titreşimleri gönderen bedenimin can havli telaşıyla kendimi karadeliğe doğru tüm enerjimi, tüm yükümü atmak üzere bıraktım. Gözlerimi açtığımda küçük park kafeler sokağında açık olan ve çayı olan tek kafede en dış masada otururken buldum kendimi. Ama kendimi arıyordum hala. Orada olmam dışında nasıl ve neden orada olduğumu bilemedim.

Önümde bir çay ve soğuk su, oturduğum koltuğun yanında sırt çantam ve durmadan kafamdan aşşağı su fışkırtan serinletme fıskiyeleri vardı. Ellerim titriyor, dizlerim bükülmek ve açılmak suretiyle sürekli hareket ediyordu. Ensemden kafenin brandasına asılmış bir pamuk ipliğinin sağlamlılığı kafamı olanca hızla masaya vurmamı engelliyor gibiydi. Bir su bardağına, bir çay bardağına bakan gözlerim arada sarmaldan çıkmak ister gibi boş kafeler sokağını kolaçan ediyordu. Bense bedenimin içinde biryerde oturuyor, dümeni bozulmuş geminin kaptan köşkünü el yordamıyla tanımaya çalışıyordum. İçerden bir ses garsondan istediğim hesabın sesiyle birbirine girdi. Hesap mı istedim yoksa garson mu seslendi?...

Gözlerimi açtığımda aynı şekilde oturuyordum. Elimde su bardağı önümde kolonyalı mendil ve garip birşekilde bana bakan Galatasaray forması giymiş sağ karşı çaprazdaki kafenin garsonu. Arka fonda Amy Winehouse’dan “You know I’m no good ”. Algılar açıktı! Fakat bedenimde hakim olabildiğim tek yer beynim kalmıştı. Artık fiziksel değil zihinsel bir mücadelenin tam ortasındaydım. Aklıma gelen tüm rasyonel içerikler, şiirler, romanlar, sosyal teorinin içinden çıkılması en zor alanları, düşünürler, gazeteciler, yazarlar ve daha onlarca kişi ve kurum zihnimde inanılmaz bir hızla dönmeye başladı. Herbirinin üzerinde duruyor, herbiri ve her konu hakkında kendi yorumlarımı gözden geçiriyor ve bu sırada da çantamdan çıkartıp önüme birşekilde koyabildiğim psikanaliz kitabını okuyordum. Aklımdaki her simge kitaptaki her kavramla eşleşiyor sonra da karşı kafedeki garsonun masaları kullanıma hazırlama gayretine bağlanıyordu. Bunların hepsini yapabildiğime inanmış olmalıyım ki gittikçe hızlanan nabzıma eşdeğer kafeler sokağının insan trafiği teker teker suratlarıyla birlikte zihnime kazınıyordu. Kafeler sokağı benim için bir kara delikti, şimdiyse zihnim etrafımdaki herşeyi yutan kara deliğin ta kendisi olmuştu..! Arka fonda The Doors’tan “The End” çalıyordu.
Devamını oku...

21 Temmuz 2011

1 Ay-Nur (vol.1 Kanlı Kontes) (part 4 Kusursuz Beden ya da Tanımsızlık)

Esin’e saygılarla

Peygamber böceklerinin ilginç bir çiftleşme seremonileri vardır; çiftleşmenin sonuna doğru dişi boynunu arkaya doğru çevirir ve erkeğin başını kopartıp yemeye başlar. Biyologlar bu durumu dölün kaybedilmemesi olarak yorumlama eğilimindedir. Erkeğin kafası kopunca sinir sistemi felç olur ve hareketsiz kalır, böylece dölü dışarı savurma ihtimali yoktur. Bense biyologların bu açıklama eğilimlerinin hayali kan-bağı merkezli ulus devletin etkisi altında olduğunu düşünürüm. Hayvana içgüdü olarak soyuna devam ettirme isteğinin yüklenmesi, içgüdüler sıralamasında annelik içgüdüsünün üstlere konulması doğaya bakışımıza ve doğayı yorumlayışımıza etki eden iktidar yapılarını gözümün önüne getirir. Ulus devlet düşüncesinde dölün kaybolmaması ile erkeğin başının koparılması arasında bir bağlantı kurulabilir fakat ulus devletlerin iflas bayrağını çektiği ve küresel şirketlerin at oynattığı ya da kimilerine göre post-modern olarak damgalanan günümüzde bu durum nasıl açıklanır.

Osmangazi’den pazaryeri yolunu izleyerek Bornova büyük çarşıya giden yolda dolaşmak bir şehrin üç farklı zaman dilimine eşlik etmeye benzer. Aynı zamanda mimarinin zaman içinde neden daha da aptallaştığını sorusunu sordurur. Çirkinleşen binalarla çirkinleşen kent… Büyük çarşının arka tarafı çiftçiler kıraathanesiyle ya da içerisinde bulundurduğu hırdavatçılarıyla, boyacılarıyla tamamıyla eril ortamdır. Kimi zaman ikiyüzlü fakat dertleriyle, kendilerini tanımlamalarıyla son derece dürüst bir yığıntının ortasında kalırsınız. Evine alacağı yeni bir televizyonun dekorasyonunu nasıl değiştireceği değildir muhabbet konuları, banka kredileridir, çocuklarının işsizlik sorunlarıdır. Mutsuzdur insanlar yığıntı haline gelerek mutsuzluklarını da paylaşırlar, kimi zaman başkasının başına gelenden ders çıkartma eğilimi vardır, kimi zaman yol göstermek istenir. Evin iç cephe boyasının hangi renk olacağından çok, boya fiyatları ve boyanın nasıl kullanılacağıdır sorun, yaşamın bir yerlerinde haksızlık vardır ne ensesi kalın akrabaları vardır ne de şans yüzlerine gülmüştür. Anlamadığım nokta ise neden yaşamlarını bir gıdım iyileştirmek yerine yaşama bakışlarını değiştirmekle uğraşmazlar; sorunlarının çözümünün ensesi kalın tanıdık olması ya da bizzat ensesi kalın olmak olmadığını farklı, düşünülmemiş yol, haritasız bir çözüm olabileceğini aklına getirmezler. Takım elbiseli, bakımlı elli, bembeyaz dişli erillik yoktur burada sarı dişli –eğer dişleri kaldıysa- ellerinin derileri çatlamış ve ne modasına ne de uyumuna bakılarak alınmış, bakıldığı ilk şeyin fiyatı ve dayanıklılığı olan kıyafetler. Sonuç olarak dürüsttürler ama aynı zamanda karısına, kızına ya da dışarda sevgilisine karşı efendi; son derece sert ve acımasız. Efendiliklerini sonuna kadar kullanmak isterler, güçlü olduklarını ve kadının tamamıyla onların sözleri altında olması gerektiği vb. sözleri havada uçuşurken dinleyebilirsiniz. İroniktir fakat hangi ortam ironik değildir ki. Feminist arkadaşlarıma çoğu söylemlerinde hak veririm fakat ya erkeğin erkek üzerindeki egemenliğini ve erkeğin gördüğü şiddet. Futboldan anlamıyorsanız, şahinle doğan arasında ki farklı bilmiyorsanız, masada kağıt oynanıyorsa kâğıdı masaya vurarak atmıyorsanız o ortama ait değilsiniz.

Toplasan arabayla 15 dakika mesafede ise küçük park vardır. Lisans dönemlerini bir simülasyonun içine girerek yaşamak isteyen, kendilerini bekleyen sorunlardan kaçmak için gidilen mekanlar öğrencilerle doludur. Öğrenci eşittir cinsellik düşüncesiyle belki iş çıkar mantığıyla gelen bol bol öğrenci olmayan da bulunur. Öğrenciler hangi bölümü bitirirse bitirsinler ya işsiz kalacaklarının ya da devlet memuru olmak için sınavdan sınava koşturacaklarını bilirler, özel sektörde çalışacaklarsa hayatlarının kayacaklarını ve koskoca yaşamda özgür-deli yaşayabilecekleri birkaç seneleri olduğunu bilirler. Diğerleri ise ya işsizdir, ya sınava hazırlıyordur ya da İzmir’in işsizliğinde bulabilmişlerse bir iş bol bol küfrediyorlardır ve bu kaçış ortamı cazip gelir. Öğrencilerin çoğu işsiz kalacaktır çünkü serbest piyasa denen zımbırtıda bu zımbırtıya uygun eleman olarak yetiştirilmemektedirler, etiketleri olan üniversite diplomaları ve aldıkları eğitim serbest zımbırtıya karşı eski ve köhne işe yaramaz kalmaktadır. Ve serbest zımbırtının koca göbeklileri yeni gelen çaylakların hem etinden hem de sütünden faydalanma taraftarıdır ve bu et lafın gelişi et değil kelimenin gerçek anlamında ettir. İzmir’de iş başvurularının sonunda eğer tanıdık çevreniz yoksa işe girip girmemeniz tamimiyle dış görünüşünüze bağlıdır. Prezantabl yani Türkçe anlamıyla gözümüz gönlümüz açılsın cümlesini daha ilk görüşmede duyarsınız. Pazar her yerdedir, et de…

Üzerimde tiksinmekten kendimi alamadığım bir koku vardı oysa her şey mantıklıydı; her şey doğal fakat düşünce ile savunmakla uygulamaya geçmek arasında büyük bir kırılma vardı, ben bu kırılmayı yeni yeni yaşıyordum. Bir noktada bazı prangalar bağlanmıştı ayaklarıma kıramıyordum ne kadar eylem bilinçsiz olsa da ya da bilinçsiz diye kendimi kandırsam da içimde bir yerler alev alev yanıyordu. Bir utanç vardı ve utanmak garip bir duyguydu.
Devamını oku...

7 Temmuz 2011

0 Ay-Nur (vol.1 Kanlı Kontes) (part 3 ya da Kusursuz Bedene Giriş)


Az olan değerlidir görüşüne karşılık topal eşek de değerli midir yanıtı verilir. İlk başta mantıklıdır eğer doğada bulunan az olan değerliyse topal eşeğinde değerli olması gerekir, fakat değerli değildir. Aslında değerlidir der ister istemez içimdeki piç, topal eşeğe tecavüz etmek isteyen bir müşteri bulduğunuzda değerlidir, olay sizin pazarlama kabiliyetinize bakar. Eğer müşteri bulamıyorsan topal eşeğe tecavüz etmenin gençliği geri getireceğine dair bir illüzyonda yayabilirsin, o zaman elindeki eşeğin değeri daha da artar. Bu yalana inanan bulunur mu, bana sorarsanız evet. Kanlı kontesin hikayesi bilinir fakat kanlı kontesten etkilenenlerin hikayeleri çok ama çok az bilinir fakat ya ölen bakireler...

İnsan neden hayal kurar, kimi zaman reklamlar etkisiyle bir ürünü alabilmek için güdülenmiştir -ki bu tip insanlara küfredilir; kimi farklı hayatlarında olabileceğine ve içinde bulunulan sistemin değiştirebileceğine dair hayalleri vardır ve hayallerinin peşinden koşar - ki bu insanlara sadece saygı duyulur; büyük bir kısımda vardır ki gündelik yaşamdaki acısını dindirmek için hayallerine sığınır -ki bu insanlara kaçtıklarının gözüne sokmak istenir.

Alsancak’ta ara sokaklardan birinde üç mekanın dizilişi varoluşumuz ironisini; acizliğimizi habersizce anlatır. Bir tarafta düşler yakası, karşısında hayalbaz ve mask müzesi ya da başka bir ifadeyle belediyenin çakma bir uygulaması. Üç tip hayalperestinde fragmanlarını görebilirsiniz, fakat bir yerlerde açıklayamadığınız belki de açıklamaktan çekindiğiniz bir şeyler vardır. Sanki izlemek bile istemediğiniz bir oyun vardır ve bu oyunun bir parçası olmuşsunuzdur ve içinizden bir yer oyuncu olduğunuzu ve bir bakıma iki yüzlü olduğunuzu hatırlamak istemez. Fakat bazen küçük bir olay oynanan oyunu kaçışları yüzünüze çarpar ve utanırsınız.

Elinde henüz bir iki aylık köpeğiyle bir çocuk masanıza yaklaşır ve abla sevmek ister misin diye sorar, zaten müşterisini bakışlarından yakalamıştır, köpeği sevme ihtimali olana daha da yaklaştırır fakat bu yaklaştırma sırasında parayla diye de eklemeyi unutmaz. Yavru bir kopeği severken aldığınız sadece yavru bir köpeğin tüylerinde dolaşan parmaklarınızın beyninizde yarattığı sinirsel etkileşim değildir. Hayvan severlik, anaçlık vb. o anı izleyenlerin size dair oluşabilecek tüm izlenimleri de satın almış olursunuz. Çocuğa parasını verdikten sonra ise güçlenen fragmanınızın etkisiyle mask müzesinin önünde; insanların ikiyüzlülüklerine, yaşamı birbirimize ne kadar zorlaştırdığımıza ya da o sıralar konuşulması popüler olan konulara dair söyleminize devam edersiniz. Bazı zamanlar çocuğa ödemeyi yapanlar ise köpeği seven kadın değil de köpeği seven kadını izleyenlerdir, fakat onların ödemeyi yaparken satın aldıkları köpeği seven kadını izlemek değildir, bonkörlük, paylaşımcılık vb. fragmanlarını güçlendiren izlenimlerdir. Bu alışverişten en karlı çıkan köpeği sevdiren çocuktur hiç bulunmayan bir şeyi satmıştır ve tecavüze uğrayan köpek ise uğradığı tecavüzden habersiz sahibine bakmaktadır.

Aynur'u düşündüm köpeği seven kadını izlerken; sattığı sadece bedeni miydi, o bedeni kiralayan biri o bedende hangi anlamları görüyordu; neleri satın alıyordu ve fragmanı nasıl güçlendiriyordu.

Mekanlar arasında dolaşmaya başlamıştım. önünde kalabalık gördüğüm mekana dalıyordum. Kimseyle konuşmak ya da tanışmak değildi niyetim sadece izliyordum; mekanlardaki müzikler sikimde bile değildi müzikten anlamasam da en azından müzikle eğlencenin bir ve aynı olmadığını ve bu mekanlarda müzik değil eğlence satıldığını bilecek kadar ayıktım. Fakat abartılı gülüşmeler zihnimi rahatsız ediyordu, en son bu rahatsızlığı bir travestinin yanından geçerken hissetmiştim iki defa üst üste patlattığı çikletin etkisiyle ona düşmeyen bakışlarımı üzerine düşürmekti amacı, görülebilir olmak o an onun pazarlama stratejisiydi fakat sadece o muydu bu stratejiyi kullanan, çevremde bu stratejiyi kullanmayan var mıydı. Zihnimde ise hem Aynur vardı hem de köpeği seven kadın, hikayeleri nelerdi iki farklı insanı zihnimde birleştirmeye çalışıyordum acaba yan yana gelmişler miydi bu sokaklarda. Kimlerin gençlik aşıları uğruna ölen bakireler arasına katılmışlardı ya da kimleri öldürmüşlerdi. Birbirlerini öldürmüşler miydi; acaba Aynur köpeği seven kadının giydiği çiçekli elbiseyi giymek istemiş miydi, çiçekli elbisesiyle etrafındakilerin başını döndüren kadın acaba Aynur’un kıyafetleriyle nasıl algılanırdı, boktan bir kumaş parçası kutsal ve murdar olanın farkını mı gösteriyordu ve neden biz aciz kullar, aciz tüketiciler hem kutsala hem de murdara karşı aynı seremonileri sergiliyorduk. Çiçekli elbiseli kadın aldığı hep çok güzelsin övgüsünden gururlanıyor muydu, Aynur acaba parayla ilişkiye girmediği birinden bu sözü duymuş muydu? Ya da diyordum parayla girilen ilişki ile parayla girilmeyen ilişki arasında ne fark vardı. Benzer pazarlama usulleri varsa kutsallıkla murdarlık neredeydi; Aynur’un kutsalı ile çiçekli elbiseli murdarı nasıl ortaya çıkardı. Aynur’a takılmıştım acaba ismindeki çelişkiler yumağından haberdar mıydı, bir tarafta temelleri pozitivizmden alması gerekirken temel kayması nedeniyle zorla inşa edilmeye çalışılmış ve bu nedenle kutsalını gizil bir yerlerde bulmuş ay’da cisimleştirmiş ve o gizili bayrağına taşımış; yaratılanların hepsinin yaratılıştan eşit olduğu düşüncesiyle birlikte nuru nur olanı da nur’un iktidarını da bünyesinde barındıran bir dinde ki tartışmaların ortasında Aynur’un kendine koyduğu isim onun küfürlerindeki ve kıyafetlerindeki sığlığın ve yavanlığın ötesinde şu an adını koyamadığım bir gizeme ve içinde bulunduğum zihinsel arada kalmışlığa mı işaret ediyordu. Aynur bilinçli olarak tüm müşterileriyle dalga mı geçiyordu. Sarhoş zihnimden çiçekli kıyafetli kadını da çıkaramıyordum; alın ey gerzekler mi diyordu sizin kadın olarak görmek istediğiniz bu; sizi eğlendiren fragmanlarınızı göstermenize olanak sağlayan küçük bir köpeği sevmesiyle bile bende görmek istediğiniz anlamları sizin gözünüzün içine sokan ve bu eylem içinde ödeme yapan ey erkekler mi diyordu; sizin ciğerinizi bilirim diyerek haykırıyor muydu. Acaba diyordum içimden satın aldıklarından haberdar olmadan bana mı izlettirdi kendini yoksa orada onu izleyen tüm erkekler gibi benimde acizliğimi bana mı gösterdi. Giydiği çiçekli elbisenin anlamlarını düşünürken kanlı kontesin parmaklarını boynumda hissediyordum ve o an ölen bendim. İkisi de kutsalı ve murdarı gözümün içine sokacak kadar hem kutsallıklarıyla hem de murdarlıklarıyla barışık hem de sınır tanımaz özgür kişiler miydi? Düşüncelere daldıkça hem Aynur’a hem de çiçekli elbiseli kadına olan hayranlığım artıyordu onlara hayranlığım arttıkça kendimi küçümsüyordum sığ beynim iki kadının eylemlerini çözümleyememişti, zihnim pes etmişti kendimle savaşıyordum.

Devamını oku...

9 Mayıs 2011

1 Ay-Nur (vol.1 Kanlı Kontes) (part 2 ya da arada kalmak)

Bir insanı tanımaya çalışmak aslında kendi iç dünyanda dolaşmaya çıkmaktır bu nedenle bazı insanları tanımaya çalışmak tehlikelidir, dokunmaya korktuğun noktalarına dokunursun. Kimi zaman unutmaya çalıştığın anıların canlanır kimi zaman ise utançlığın, acizliğin, korkuların. Belki bu nedenle insan kendisinden korkan tek canlıdır.

Uzun zaman tanımaya çalıştığım eylemlerini anlamaya çalıştığım bir kadınla buluşacaktım Bostanlıda. Muhabbet konuları belliydi, biraz siyaset, biraz sanat, biraz gündelik yaşam. Yaklaşık iki saate ne sığdırılırsa. Birbirimize ayırabildiğimiz zaman sadece iki saatti, gündelik yaşamında olmayan bir insana ayrılan zaman. Gündelik yaşam-yaşam arasında yaptığımız tutarsız ayrımda özel alanlarımıza ne kadar sıkıştığımızın ve özel alanlarımızdan çıkınca ne kadar boşa yaşadığımızın kanıtı konuşma konuları ve süresi…

Bostanlı İzmirin en iğrenç, iğrenç olduğu kadar ironik yeri. Elit bir yer olduğu illüzyonunu yaratmış ve bu illüzyona inanan salakları bulmuş bir bölge. Kendilerini hala aydın sanan bir insan kalabalığı; güvenli, güvenli olduğu kadar yapay. Herhangi bir mekana oturduğunuzda çalışanların ve müşterilerin eylemlerinden kendi kendinize baskı kurarsınız, özgür olduğu iddiasındadır fakat mahalle baskısının daniskası vardır. Sanırım elitizmin başkentidir. Böyle bir bölgede buluştum tanışmak istediğim fakat bir o kadar korktuğum kadınla. Küçük bir mekana oturduk fakat huzursuzdum bu buluşma huzursuz etmişti beni. Bir yandan garsona söylediğimiz 35liği ve zeytinyağlıları beklerken kabaca sanat eserimi vardır sanat ürünümü tartışmasına girmiştik, üretilmiş iki bedenin jack daniel’s reklamının altında çarpık zihniyle giriştiği çarpık tartışma. Zeki Demirkubuz filmlerindeki kadın karakteri gibiydik bir yanı güçlüyken bir o kadar da zayıf olan kadın. O kadar güçlüydük ki en soyut konuların içerisinde yüzüyorduk fakat bir o kadar zayıftık kendimizi gösteremiyorduk. Sadece an’da beliren rollerimizi oynuyorduk, ne olduğumuzdan çok karşımızdakine ne olduğumuzu düşündürmemiz daha önemliydi. Ortamdan tiksinmeye başladığım kadar kendimden tiksinmeye başlamıştım ne işim vardı benim burada, bu insanla, neyi konuşuyorduk, bu ne sikim bir muhabbetti. Muhabbetin ortalarına doğru çocuklara dair konuşurken çocuk istediğinden bahsediyordu. Okuldu, meslekti kendini toparlama süresi derken yaşı otuza gelmişti ve aslında yalnızdı. Hızlı bir yaşamın içerisinde yüzüyordu ve bir yandan bu yaşamı sürdürmek isterken bir yandan kadın ve hanım arasında çizilen ve çizildiği için büyük baskı unsuru oluşturan istekleri vardı. Fakat bu istekler bir bakıma ağır bir sorumluluk getirecekti ve bir o kadar yaşama eylemi başkası için yaşamaya dönüşecekti. Hem büyük bir korkuyu hem de büyük bir isteği içerisinde barındırıyordu. Gösterdiği parıltılı, kültürlü, başarılı eğlenmeyi seven maskesinin ardında büyük bir yalnızlığı taşıyordu. Hem bu yalnızlığı göstermek istiyor hem de bunun görülmesinden korkuyordu.

İki saatin ardından koşarcasına uzaklaşmak istiyordum bu yer yavanlığıyla sinirlendirmişti. Bindiğim 121’in bir an önce beni evime atmasını bekliyordum nefes alamıyordum. İster istemez yanımda oturan bir çiftin muhabbetini dinliyordum. Bir erkek sevgilisine, sevgilisinin yeni aldığı gözlüğün ona ne kadar yakıştığını söylüyordu, erkeklik görevi sayılan iltifatları da bulunmayı da ihmal etmiyordu. Sana daha olgun bir hava kattı gibi bir sözün kızda yaratığı gülümseme kadar bende bu çifti boğma isteği uyandırıyordu. Geçmişimde böyle salakça bir duruma düştüm mü diye düşündüm ve mutlaka düşmüştüm belki gözlük olmasa da başka bir nesneye dair, o zaman kendimi de boğmalıydım, zaten boğmuyormuydum… Gözlüğe takıldım sonra icat edildiği dönemde devrim olarak kabul eden nesnenin günümüzdeki anlamına bakıyordum. Doğanın zorunluluğu altında olmadığımızın, zamanla oluşan bedensel değişimlere bağımlı olmadığımızın simgesi. 12.-13. Yüzyılda ortaya çıkmış ve insan kurgusunda devrim yaratmış nesne şimdi sadece güzel olmanın nasıl görüldüğünün göstergelerinden biri olmuştu. İlk modelleri hatalı, ağır, odak noktası kusursuz görmeyi sağlamaktan uzak olsa da yüzyıllar içerisinde kusursuzlaştırılmıştı fakat onu kullanan insan bir o kadar aptallaştırılmıştı.

121’de o kadar bunalmıştım ki yanlış durakta indim, eve gitmem için Bornova Sokağından geçmem gerekiyordu. Bilenler bilir Alsancağın arka sokakları Beyoğlunun arka sokaklarından bile tehlikelidir. Bornova sokağı da bu sokaklardan biridir. Bunları biliyor musunuz diye reklam yapan İzmir Büyükşehir Belediyesi Bornova Sokağı gibi ayrıntıları gözden kaçırır, keşke “Türkiye’nin en tehlikeli arka sokaklarına sahip olduğumuzu biliyor musunuz” şeklinde slogan yapsa, belki oyumu alırdı. Fakat ne kartpostallarda görülür bu sokaklar ne de anlatılır. İzmirin kızı anlatılır, kordon vb. övülür fakat o anlatılan kızlar genellikle Çamdibi gibi Bulgaristan, Yugoslav göçmenlerinin yaşadığı mahallelerde yaşar. Çamdibine hiçbir kartpostalda rastlayamazsınız. Uzun+zayıf=güzel algısının bir sonucudur, İzmir kızları batılılaşma projelerinin öngörülmeyen sonucudur. Şarkılarda Karşıyaka kızları geçse de barbie bebek özentisidir, sarışın ve salak… Kumrusu da övülür fakat en güzel kumru bu görülmeyen sokaklarda yapılır, kumru ekmeği ikiye ayrılır ve bir parçanın üstüne peynir konulur ve taş fırın odun ateşinde ekmeklerin hafiften kızarmasına ve peynirin erimesine kadar beklenilir. Taşfırından çıkarıldıktan sonra peynir üstüne konulan incecik domates parçasıyla size verilir. Arka sokaklar ne kadar kartpostallarda gösterilmese de yaşamın vitrindeki manken gibi donuk, sessiz, ürkütücü şekliyle değil de daha kanlı-canlı olduğu sokaklardır. Arka sokaklar zihnimizdeki arada kalmayı gözünün içine sokar…

Bornova Sokağında tekrar rastladım Aynura ama bu sefer ilk gördüğüm gibi sessiz sakin değildi neden çıktığını anlamadığım bir kavganın içindeydi. Takım elbiseli bir adama sayıp sövüyordu. O küfrettikçe sesi şiir gibi geliyordu. Zorla incelttiği sesi bozuk plaktan çıkan duymak istenilmeyen bir tondaydı, yapaylığın ortasında o yapaylığı doğal kabul edenler için yapay kalıyordu, belki de küfürleri o yapaylığın ortasında en doğalıydı. Köşeye geçip uzun uzun izledim, mafya özentisi olduğu belli olan bir adamın üzerine yürüyordu, arkadaşları ise sürekli çekiştiriyorlardı. Kavga bitip adam gittikten sonra Aynur da yavaş yavaş köşesine doğru ilerliyordu ben de hafiften ilerlemeye başladım ve yanından geçerken sinirden alev alev gözlere bakıp bu sefer ben gülümsedim.
Devamını oku...

27 Nisan 2011

2 Ay-Nur (vol.1 Kanlı Kontes) (part 1)

Kilise sokağından evime doğru ilerlerken bir travestinin “Aynur seninkisi geliyor” sözüyle irkildim. Aynur’u ilk o zaman fark ettim, kim bilir burada kaç defa yanından geçmiştim, kim bilir kaç defa yok gibi davranmıştım. O an ise “yok” bir anda bir travestinin sesiyle “var” olmuştu, o artık yok değildi etten kemikten canlıydı, kendi kişisel tarihi olan, kendi kişisel tarihini anlamlandırmaya çalışan.

Lafı atan travesti daha önceden hareketleriyle dikkatimi çekmişti. Diğerleri gibi estetik yaptırmamıştı, göğüsleri yoktu, genelde cılız bacaklarına fileli çorap giyerdi, giydiği deri etekten erkek olduğunu rahatlıkla anlardın. Diğer travestiler müşteri bulmak için hemen hemen her geçen arabaya iş atarken (kimileri sokak lambasıyla boru dansı yapsa da) o diğerlerinden uzakta kimi zaman ayakta dimdik kimi zaman ise yolun kenarındaki güvenlik demirlerine otururdu. Sürekli efes içerdi, kimi zaman polislerle kavga ederdi. Sanırım en büyük vukuatı bizim alt komşuya kızıp giriş kapısının camlarını indirmesiydi. O yok değildi, bir şekilde eylemleriyle, öfkesiyle kendini “var” etmişti, kimi zaman yeni ösym binasının önünde içerken gözgöze gelirdik, elindeki şişeyi bana bulaşmayın dercesine sallardı. Ne kadar makyajın altına gizlense de sanırım çok büyük acılar çekmişti, nefret yumağı olmuştu.

Aynur’un yanından her zamanki sessizliğimle geçtim, sokağın karşısından apartman kapısına doğru ilerliyordum, oda kapıya doğru ilerliyordu, elbet ortada bir yerde yolumuz kesişecekti, laf atmak istiyordu, tepkisizliğime tepki vermek istiyordu. Arkamda kalan güvenliğin irkildiğini hissediyordum, her ne kadar oturduğu yerde güvenlik yazsa da ete süte karışmayan bir tipti, kaç defa güvenlik kabininin camının kırıldığını gördüm. Tek görevi vardı etraftaki dükkanların mallarına zarar gelmesini engellemek ve birkaç eve göz kulak olmaktı. O an travestiyle herhangi bir sorun yaşansa devreye girmek zorundaydı, bunun için yardımlaşma derneğinden maaşını alıyordu ama korkaktı.

Kapının önüne benden önce gelmişti ve iki adım ilerde bekliyordu, bir tepki bekliyordu varlığının onaylandığının tepkisi ya da varlığından nefret duyulduğunun tepkisi ama sadece bir tepki, kim bilir ne kadar görmezden gelinmişti, görülebilir olmak için kim bilir kaç yeri birbirine katmak zorunda kalmıştı.

Hani eve girerken yaşlı bir teyze görürsün ve gülümseyip iyi akşamlar dersin ya ona benzer bir gülümsemeyle iyi akşamlar dedim. Yavaşca eğilip kapıyı açmaya uğraşırken yanıma ilişmişti. Doğrulduğumda ise burun burunaydık. Belki de bakışlarımı kaçırmamı bekliyordu bense onun bakışlarına odaklanmıştım, daha derini görmek istiyordum, neleri taşıdığını. Şaşırmıştı ama gizlemeye çalışıyordu. Sürdüğü parfüm ise midemi bulandırıyordu, oldum olası o kadar ağır koku süren kadınlar midemi bulandırır. Ne zaman yanımdan burnumun dibini sızlatan bir koku sürmüş kadın geçse ya parfümcüde parfüm satıyor ya da burada kendini satıyor diye düşünürdüm. Bu seferki gerçekti, karşımdaki kendini satıyordu, saatine elli lira verene her şeyi yapıyordu ama yaparken de korkuyordu, elinin uzanacağı bir yerde mutlaka bir jileti vardı. Kimi zaman savaş alanı bile travestilerin bir gecesinden daha güvenli canlanır gözümde. Arkamdan topuklu seslerini duyuyordum. Aynur’du gelen, belki olay çıkmasını engellemek belki de şenliğin bir parçası olmak istiyordu. Bense en az 30 saniyedir karşımdaki gözlere bakıyordum.

Geceni daha iyi geçirteyim uzun saçlı dedi, ne cevap vereceğimi düşünürken gayrı ihtiyari elimdeki poşeti gösterip bu gece yalnız takılacam dedim. Elini mi sikecen diye önceden hazırlanmış bir cevap verdi. Sinirlenmemi istiyordu çünkü gel bu gece takılalım demeyeceğimi biliyordu, kışkırtmak istiyordu. Seni sikmekten daha zevklidir demek istedim sustum, Aynur ikimizin arasındaydı derin derin sigarasını çekiyordu, bir yandan da neden burada diye düşünüyordum, hafifçe yan dönüp kapıya doğru adım atarken sana hayırlı işler dedim. Kapıyı yavaşca kaparken Aynurun gülümsediğini gördüm, o gülümserken ben kendimi hapsediyordum…
Devamını oku...

26 Nisan 2011

1 Sosyal Meydan

Oy pusulasında sadece iki seçenek varken “Yetmez ama Evet” ve “Boykot” seçeneklerini de ekleyerek dört seçenekli bir hale soktuğumuz referandum sürecinde çok net bir şekilde gördüğümüz bir şey vardı: Sosyal paylaşım ağlarından propaganda yapmak. Şimdi her demokratik seçim öncesinde olduğu gibi çok ciddi bir sınav içindeyiz hepimiz. Artık meydanlarda olmak, kahvehaneleri dolaşmak yetmiyor. Partilerin, adayların twitter adresleri, facebook sayfaları, web adresleri var. Blog oluşturacak, youtube’a video yükleyecekler biraz daha geri kalmış adaylar ICQ üzerinden soruları yanıtlayacak. Bu esnada biz yandaşlara da önemli bir görev düşmekte: Tabi ki PROPAGANDA!

Bugünlerde twitter en popüler sosyal paylaşım ağlarından biri. Özellikle 3G’nin ülkemize girişiyle ve operatörlerin faturaya yansıttığı cihaz kampanyalarıyla herkes her yerde paylaşım yapabilmenin heyecanını yaşıyor. Bu “herkes”in bir kısmının “herkez” yazdığını düşünürsek olay can sıkıcı bir hal alabiliyor. Fakat twitter kuşunun bir güzelliği var. Birilerinin neler yazdığını görebilmek için onunla arkadaş olmak zorunda değilsiniz. Facebook gibi insanların paylaşımlarını görmek için arkadaş olmak zorunda olduğunuz ortamlarda ters bir etki söz konusu çünkü. Beğendiğiniz, görüşünüze yakın bulduğunuz bir insanla arkadaşlık kurabildiğiniz gibi arkadaşlıktan çıkardığınızda kırabileceğiniz (arkadaşlıktan çıkarmak istemediğiniz) bir arkadaşınızın ilginç(!) gelebilen paylaşımlarına da katlanmak zorundasınız. Şahsen benim sayfamda “Bor” madeninin ne denli önemli olduğunu anlatan Banu Avar videoları, 3 yaşındaki kızımdan kötü kompozisyon yazan Yılmaz Özdil’in yazıları paylaşılabiliyor. Bu bende “Yılmaz Özdil’e bir miktar katlanabilirim belki ama o koyduğun fotoğraf nedir?” sorusu eşliğinde çıldırmalara yol açıyor.

Enformasyon kesinlikle insanların (toplumun) evrimleşebilmesi için gerekli durumlardan biri. 20 yıl öncesinde Emniyet Müdürlükleri ve okullara bilgisayar girdiğinde bu tarz bir gelişim yaşayacağımızı, ben de dahil olmak üzere, bir çok kişi öngörememişti. Ama çok hızlı modernleşen toplumumuz hemen internet propagandasına adapte oldu. Tamamen siyasi, tarihi, toplumsal bilgilerden uzak olarak paylaşım yapmak bilgi kirliliğinin en güzel örneklerinden biri olsa da, siyasi kavramlardan bahsetmenin ölümlere yol açtığı ülkemizde bu kadar rahat bir biçimde konuşabilmek ve fikir belirtmek bir nebze de olsa sevindirici.

Ancak paylaşım ağlarının propaganda aracı olarak kullanılmaya başlandığından bu yana beni rahatsız eden bir şey var. Hoşuna giden bir yazıyı paylaşan ya da paylaşılmış bir yazıyı beğenen (onu RT eden) birinin kendisini İncil’i almanca basmış Luther havasında görmesi haliyle çok tehlikeli. Aktivizmin, propagandacılığın böyle bir şey olarak düşünülmesi sokağa çıkabilen aktivistler açısından da tehlikeli. 80 sonrası sokakta slogan atan herkesin “anarşik” olarak nitelenip terörist damgası yediği ülkemizde bu önyargı halen var. Naif bir bakış açısı olarak görebileceğiniz bu tehlikeyi anlamak için sokaklarda slogan atarken ya da kapılarda yandaşı olduğunuz kişileri beklerken çevrenizden geçenlere ya da civar esnafı özenle kesmeniz önerilir.

Kaldı ki yıllardır “sol” cenahın yürüyüş ve eylemlerinde daha yaratıcı olması gerektiğini söyleyen biriyimdir. 2/4’lük ritimden uzaklaşılması gerektiği, kalıplaşmış bazı sloganlardan (Susma sustukça vs.) kaçınılması gerektiğini söyler dururuz. Biraz daha yaratıcı olmanın, daha farklı eylem koymanın net sesler çıkardığını, daha çok ilgi çektiğini “Genç Siviller”in eylemlerinde ya da lisesilerin son yaptıkları “YGS” eyleminde gördük. Sosyal paylaşım ağları, video paylaşımı, şarkı göndermek ulusalcılardan biraz daha yaratıcı olan biz sosyalist cenahın (sol demeye dilim varamıyor) sıkı kullanması gereken şeylerden. Bloglarımız, viral reklamlarımız, tivitlerimiz, facebooktaki eylemlerimiz daha sıkı olmalı. Her Banu Avar videosunun altına “Peki siz Sierra Leone örneğini biliyor musunuz?” yazsanız bile çok şey kazanıyoruz. En önemlisi daha iyi bir mizah anlayışımız olduğu gerçeğini de saklamamış oluruz elbette.

Eh herhangi bir parti liderinin birileriyle sevişirken çekilmiş videolarını paylaşacak kadar seviyesiz olamayacağımıza göre, hakaretamiz, aşağılayıcı, küçümseyici, ırkçı bir dil kullanamayacağımıza göre; insanlara yanlış bildikleri sosyalizmi, ırkçılık ile aynı denize dökülen bir nehir olan milliyetçiliği, beni uykularımdan uyandıran kabuslara neden olan laikliği, gelirse hiç de fena olmayacak olan demokrasiyi sosyal paylaşım ağlarından yavaş yavaş anlatalım. Onları güldürelim, eğlendirelim bir yerlere ilgiyi çekelim… Twitter, facebook üzerinden eylemlerimizi duyuralım, insanları çağıralım…

Ve daha iyi bir önerim daha var:

Sosyalistler meydanlarda olurlar. Bir sosyalist öğrenci olabilir, sanatçı olabilir, öğretmen olabilir, doktor ya da avukat olabilir, mühendis olabilir, işsiz olabilir. Sosyalist, 1 Mayıs’larda meydanlarda olur. Bayrağını, yoksa bir kumaş parçasını alır, şarkılarını söylemek için meydanlara çıkar. Çünkü bir sosyalistin işçilerin uğradığı haksızlıklara, ülkesindeki düzensizliğe, antidemokratik uygulamalara, işkenceye, hukuksuzluğa, katliama, ırkçılığa, kadına şiddete, homofobiye ve daha nice eşitsizliğe söyleyecek bir şeyi vardır. Günümüz sosyalisti bu 1 Mayıs’ta da meydanlarda şarkı söylemeli, eylem fotoğraflarını da facebooktan paylaşmalıdır. Twitter da olur.

Not: Yazının 1 Mayıs’ta alanlara hangi kıyafetle gelinmesi gerektiğini söyleyen kısmını Melis Alphan’a bırakacaktım ama dünya hümanist bilim çevrelerinde çok daha fazla saygı gören bir “kamusal alan” uzmanı olan Felix Sarotti’ye devrettim.
Devamını oku...

22 Şubat 2011

0 Sosyal Bilimsel Bir Kavram Olarak Temizlik

“Dokunduğumuz her şey taşıdığı
tüm mikroplarla bizi takip ediyor.”*

Köklerini Aydınlanma düşüncesinde bulan modern toplum, dinselliğin egemen olduğu bir dönemin kapanışının da temsilidir aynı zamanda. Bu açıdan bakıldığında gündelik hayattan iktisadi yapılara kadar devrimci temayüller içerir. Modern toplumun en belirleyici özelliği Ortaçağın dinsel değerlerini reddederek yerine aklı egemen kılmasıdır.

Avrupa’da temizlik kültürünün modern tarihi, aynı zamanda temizlik ile ilgili süreçlerin de akılcılaşması ve bilimselleşmesinin tarihidir. Ünlü antropolog Mary Douglas’ın Saflık ve Tehlike isimli çalışmasında ifade ettiği gibi günümüz Avrupasına özgü kirlenme fikirlerimizle “ilkel” kültürlerin kirlenme fikirleri arasında göze çarpan iki ayrım bulunmaktadır. “Bunlardan ilki, kirden sakınmanın bizim için bir hijyen ya da estetik meselesi olması ve mensup olduğumuz dinle ilintili olmamasıdır.”1 Bu anlamda kir anlayışımızın dinden ayrılmasının altında toplumsal yaşamın ve kültürün sekülerleşmesi yatıyor gibi gözükmektedir. “Söz konusu ikinci ayrım ise, bizim kir anlayışımızın patojenik organizmalara ilişkin bilgimizin tesiri altında olmasıdır.”2 Hastalıkların bakteriler ve mikroorganizmalar yoluyla bulaştığının keşfi aynı zamanda modern tıbbın da yükselişe geçtiği dönemdir ve bu keşif tıp tarihinin en kökten devrimlerinden birini yaratmıştır. Öyle ki, tıp bilimi de bu dönemden sonra bilimin teknokratikleşmesine paralel olarak bu niteliği taşımaya başlamıştır. Avrupa’da özellikle Ortaçağda salgın hastalıkların yarattığı korkunun tortuları** 20. yüzyıla kadar etki etmiştir. Michel Foucault Kliniğin Doğuşu’nda doktorların, tıpkı idari yöneticiler gibi konumlandırılarak toplumsal pratikleri belirleyen ve ağızlarından çıkacak her sözün dinlendiği bölge yöneticileri haline gelişini aktarır.

Neticede 18 ve 19. yüzyılda tıp biliminde gerçekleşen bir takım dönüşümler ve gelişmeler tıbbı bir denetim aracı olma yönünde evriltmiştir. Nitekim doğanın nesneleştirilmesi ve denetim altına alınmasının, (örtük olarak) ona içkin olan insanın da denetim altına alınmasına dair bir gerekliliği içerdiği savı Aydınlanmanın radikal eleştirisi içinde hala yerini korumaktadır. Doğası gereği bu gün yine birçok radikal düşünür tarafından da denetimin ve tahakkümün egemen olduğu bir toplum biçimi olarak tanımlanan modern toplumda, tıbbın da bu denetim ve tahakküm mekanizmasının dışında kalması beklenemezdi. Nitekim 21 yüzyılın ilk on yılını geride bırakmış olsak dahi, salgın hastalıklar karşısında hala bir teknokratlar sınıfı olarak doktorlardan ve modern tıptan haliyle medet ummaktayız. Geçen yıl ortaya çıkan ve küresel bir salgına dönüşmesine ve milyonlarca insanın ölümüne neden olmasına kesin gözüyle bakılan H5N1, ya da en bilinen adıyla Domuz Gribi karşısında tüm dünyada ortaya çıkan ortak refleks bu durumun en önemli kanıtlarındandı. Oysa aynı Domuz Gribi’nin adı bu gün hiçbir yerde telaffuz edilmiyor. Öyle ki, anti-bakteriyel ürün pazarının adeta patlaması ile bu korku ve panik döneminin yükselişi de aynı sürece denk geldi. Bu gün hala, başta televizyon olmak üzere birçok iletişim kanalı yoluyla insan hayatının bakteriler ve mikropların saldırısı altında olduğuna dair ciddi bir yönlendirme yapılmaktadır. Anti-bakteriyel kategorisinde sunulan sabunlar, mendiller, kıyafetler, yataklar ise “hastalık terörü”nün yarattığı bu pazarın hiç de küçümsenmemesi gerektiğini göstermiştir.

Hayatın tıbbileşmesi karşısında insanoğlu yaşamını sürdürmenin gereği olarak doktorların ağzından çıkması beklenen sözlere biat eder oldu. Bu doğrultuda içinde yaşadığımız toplumda temizlik kültürünün tıbbi terimlerle açıklanan bir pratikler bütününü işaret ediyor olması şaşırtıcı değildir. Tabi, temizlik ürünlerinin tıbbi malzemeler gibi sunulması da… Günümüzde temizlik ürünleriyle ilgili hangi reklama bakılırsa bakılsın içinde mutlaka bir doktor figürü kullanılmaktadır. En temel temizlik pratiklerimize ve malzemelerimize müdahale eden bir doktorlar takımı mevcut artık. Ve temiz olmamız için neler tüketmemiz konusunda en yetkin kişiler onlar.

Sonuç Yerine

Suyun kutsal sayıldığı için vücudun hiçbir yerine değdirilmediği, ziyan edilmemesi gerektiği için ağza alınan suyun püskürtülerek yıkanılma işleminin gerçekleştiği dönemlerden, temizlenmenin hak olarak adlandırıldığı, estetik kaygıların bir parçası olduğu dönemlere uzanan süreçte birçok zihinsel ve fiziksel pratik haliyle dönüşüme uğradı. Bu dönüşüm içinde kapitalizmin ve modernite düşüncesinin devrimciliği, şu zamana kadar olmadığı biçimde bütün edimlerimizi, eski alışkanlıklarımızı alt-üst ederek, yaşamın her alanını rasyonalize etme çabasında yatar. Ancak asıl sorun tüm bu rasyonalitenin bir şekilde yine sistemin doğası gereği irrasyonaliteye dönüşmesidir. Tüketimin kutsadığı bir toplumsal kültür içinde tüketim pratiklerinin sürekli bir tatminsizlik üzerine kurulmasından temizliği hedef alan süreçler de bu bağlamda oldukça etkilenmiş durumdadır. Esasen hiçbir zaman tam anlamıyla temiz olamayacağımız fikri, mütemadiyen temizlenmek zorunda olduğumuz ve hep daha da temiz olmamız gerekliliğine dayanan diğer fikirlerimizle paralellik göstererek tatminin hiçbir şekilde mümkün olmadığı bir sürecin önünü açar. O halde temizlik ürünlerinin hep daha fazlasını vaat ettiği, her zaman daha temiz ve daha az kirli olmamıza hükmedeceği bir süreçten kaçınmak için temizliğe dayalı pratiklerimizin tarihsel ve kültüre dayalı, sembolik köklerini hatırlamak bir nebze de olsa kurtarıcı olacaktır.

* Anti-bakteriyel bir ürünün televizyon reklamından.
1 Mary Douglas, Saflık ve Tehlike, Metis yay., s.58
2 Mary Douglas, a.g.e., s.58
** Günümüzde de bu tortunun etkisiyle salgın hastalık korkusunun devam ettiğini ya da ettirildiğini düşünüyorum.
Devamını oku...

15 Şubat 2011

7 Uzay Yolu Dizisine Dair Çözümleyici Bir Deneme

“Gittiğimiz yere acı ve dert götürüyoruz. Uzayda ne işimiz var?
Yararlı bir iş mi yapıyoruz? Ne yararı? Uzaya zarar veriyoruz.” *

Hemen hepimizin haberdar olduğu, ilk bölümü 1966’da yayınlanan Uzay Yolu dizisi, klasik bilim-kurgu hikâyelerinin hemen her özelliğini bünyesinde barındıran bir dizi olagelmiştir. Yayınlandığı dönem çok fazla ses getirmeyen ancak yirmi birinci yüzyıl tüketim toplumunun muhalefet dâhil her şeyi pazarlayan piyasasında kendisine alıcı bulmuş ve aşama aşama bir fenomene dönüşmüş bir dizidir Uzay Yolu. Dizi, “Atılgan” isimli ve neredeyse tamamı insanlardan oluşan bir mürettebatla uzak gezegenlere seyahat eden bir geminin, dizinin tanıtımında dediği gibi “beş yıllık görevi boyunca” amacı “yeni dünyalar keşfetmek” ve “yeni hayat ve medeniyetler bulmak” olan hikâyeleri üzerine kuruludur. Atılgan gemisinin kaptanı tipik bir WASP (White, Anglo-Sakson, Protestant) olan, her şeyin kendisinden sorulduğu, hem akıllı hem de kendi dönemi için “ideal” sayılabilecek bir “erkek” olan James T. Kirk’tür. Kirk’ün en yakın arkadaşlarından biri Atılgan’ın doktoru olan Leonard McCoy’dur. İkilinin eskiye dayanan bir dostluğu vardır. Ancak aralarındaki sıkı dostluğa rağmen Kirk her zaman Kaptandır ve aralarında yaşanan ufak çaplı gerilimler sırasında bir iktidar odağı olarak Kirk, Kaptanlığını McCoy’a hissettirmektedir. Birbirlerine isimleriyle hitap eden ikilinin bu hitap şekilleri kısa dönemli gerilimlerde Kaptan ve Doktor olarak değişmektedir. McCoy sadece bir tıp doktoru değil aynı zamanda bir danışman, bir çeşit terapisttir. Gemide sıkıntısı olanlar (genelde sıradan mürettebattan çok güvertedekiler) “günah çıkarmak” için çoğunlukla McCoy’a görünmektedirler. Genel tıbbi tedavileri zaten son derece teknolojik bilgisayarlı cihazlar yapmaktadır. McCoy esasen bir vicdan temsilidir.

Dizinin kilit karakterlerinden bir diğeri ise yine Kirk’ün yakın dostu olan Mr. Spock’tır. Mr. Spock Atılgan gemisinin tek “öteki”sidir. Gemi, insan ırkı bağlamında tek bir kültürel bütünlükten mürekkep olarak tanımlandığında Mr. Spock bu bütünlüğün içinde süs bitkisi muamelesi gören bir Volkanyalıdır. Güvertenin ana karakterlerinden, siyah bir kadın olan teğmen Uhura’yı tenzih etmek gerekirse metaforik olarak Spock bir anlamda geminin tek zencisidir. Spock’ın diğer bir belirleyici niteliği insani duygulardan yalıtık olmasıdır. Bu durum dizide “insan olmaması”nın bir karşılığı olarak sunulmaktadır. Çünkü her türlü durumu, adeta bir makine edasıyla “mantıklı” ya da “mantıksız” kalıpları içinde değerlendirmektedir. Öyle ki, bu özelliği Spock’ı rasyonel aklın göstergesi yapmaktadır. Kirk ise vicdan temsili McCoy ile rasyonel aklın temsili Spock arasındaki bu dengede yolunu bulan esas figür olarak lider konumunu sürdürmektedir.

Dizinin temsil ettiği unsurlardan biri diğeri de çok kültürlü ve çok etnili bir mürettebata sahip olmasıdır. Bir WASP olan Kirk’ün kaptanlığı ve emri altında güvertede bir siyah olarak görev alan Teğmen Uhura, bir Asyalı olan Sulu, Slav aksanlı Chekov ve dizinin diğer bölümlerinde ekrana gelen diğer farklı etnik gruplardan insanlar totalde insan ırkının bir göstergesi olmaktan çok, farklı etnik grupların yurttaşlık bağıyla bağlı olduğu iddiası üzerine inşa edilmiş olan Amerikan toplumunun göstergesidirler. Özellikle kaptan James Kirk bu önermeyi pekiştiren bir figür olarak ön plana çıkmaktadır. Söz gelimi 1960’ların korku klasiklerinden, Georg A. Romero’nun tüketim toplumu ve modernite eleştirisi olarak okunabilecek filmi Night of the Living Dead filminde esas karakteri canlandıran Duane Jones bir siyahtır. Oysa Kirk Amerikan toplumunun kurucu unsuru olan bir beyazdır.

Dizinin Amerikan değerleriyle örülü olduğu iddiasını destekleyebilecek örneklerden biri de uzay gemisinin adıdır. Geminin adı Türkçeye Atılgan olarak çevrilmiş olmasına rağmen Enterprise’ın tam çevirisi “Girişim”dir. Amerikan toplumunda girişim, toplumsal ve kültürel değerler bağlamında bireylerin sahip olabileceği en önemli niteliklerden biri şeklinde tanımlanabilir. Zira Enterprise gemisi de tüm girişimciliği ile yeni medeniyetler ve uygarlıklar bulmak amacıyla yeni dünyalara seyahat etmektedir. Ancak seyahat ettikleri dünyalar ve medeniyetlere dair geliştirdikleri bakış açısı tamamen dünyevi değerler etrafında kurulmuştur. Buna ek olarak dizinin özellikle birinci sezonunda ziyaret ettikleri hemen her gezegende bazen bir araştırma ekibinin üssü, bazen de yine insanın ırkının işlettiği ve o gezegenin kaynaklarını sömüren bir maden üssü görmek olasıdır. Farklı türlerin yaşadığı gezegenlerde bile herkesin İngilizce konuşması ise yayılmacı anlayışın ve insanoğlunun geldiği tek tip halin adeta göstergesidir.

Sonuç Yerine

İnsanoğlunun teknolojik ve bilimsel ilerlemeyle ilgili tahayyülü, genellikle ortak ve tek bir kültür çerçevesinde şekillenmiş bir geleceğe dairdir. Bu tip bir ilerlemenin insan toplulukları arasındaki kültürel, dilsel veya toplumsal bir takım farkları ortadan kaldırması ve insanlık paydasında buluşulacağına dair bir öngörüdür söz konusu olan. İnsan olmaya dair ortak bir paydada buluşmanın tek tipleşmeyle ve daha da dikkat çekici olanın batı merkezli bir tek tipleşmeyle vuku bulmasına dair bir beklenti, kültürel görelilik özelinde düşünüldüğünde tam bir çıkmaz sokaktır. Her ne kadar her kültürün kendisine özgü olduğu fikri içinde yaşadığımız kimlikler çağında özel bir anlam taşısa da, ilerlemeci ve evrenselci bakış açısı birçok alanda hala ağırlığını hissettirmektedir. 1960’larda gösterime giren bir televizyon dizisi olmasıyla tarihsel açıdan Uzay Yolu belki mazur gösterilebilse de, 2000’li yıllarda da bilim-kurgu sinemasında değişen pek fazla bir şey olmadığını sezmek zor değildir.

* The Naked Time isimli bölümde asabi bir mürettebatın sitemi.
Devamını oku...
SST Atölye