30 Haziran 2009

5 Tüm Kalbinin Sesini Dinleyenlere

Ekip toplanmış, muhabbete dalınmıştı. Yavaş yavaş projeler, sıkıntılar, çelişkiler dökülmeye başlamıştı. Ama ekibe yeni girmiş bir zibidi lafa daldı. Sesinde en ufak bir anlama gayreti olmadan, hunharca söyleyiverdi o sözleri: “abi kasma ya -s'yi bastırarak- içinden ne geliyorsa onu yap”.

Sözün muhatabı durdu ve düşündü: “lan benim içimden ne geliyor?” Bunu sorduğunda muhabbet çoktan 'fatih terim ingilizcesi'ne kaymıştı. Dolayısıyla orada burada, yerli yersiz “kalbinin sesini dinle!... hayat kısa içinden ne geliyorsa onu yap” gibi teranelerle kendilerini ve çevrelerindekilerin aptallaştıran bu çakma-gönül-adamlarına sormak istediklerini o masada soramadı... Sorabilseydi muhtemelen sorular söyle olacaktı:


• Senin kalp, can, iç deyipte doğru düzgün tarif edemediğin şey esasen nedir? Bi deyiver yeğenim. Duygu mu?, Arzu mu?, ne ? Her ne ise o şey senin çevrenden, ait olduğun sınıftan, izlediğin mtv kliplerinden etkilenmiyor mu?

• İçimden gelen dediğin şeyin tam olarak nerenden geldiğini nasıl anlıyorsun? Hadi anladın nasıl emin olabiliyorsun?
• Kalbinin, kapasitenin veya gerçeğin ötesinde bir şeyler istediği olmuyor mu? Bu kadar mı fakir senin kalbin?
• Kalbinden çıkan sesler hiçbir zaman çelişmiyor mu?
• Haydi diyelim senin kalbinden çıkanlar ne çelişiyor, ne gerçeküstü hayallere kapılıyor, ne de beyninden ve çevreden etkileniyor; şüphe edemeyeceğin bir şekilde senin ve çevren için iyi olanı sana buyuruyor. Bir dur da düşün bakalım 'iyi' dediğin şeyin bilgisine sahip olmak bu kadar kolay mı?
• Tüm muhabbetleri şu anlamsız laflarla son buldurmaktan nasıl bir keyif alıyorsun?
• Kalbimden sana ana avrat küfretmek geliyor meşru mu?
• Bu kadar muğlak, bu kadar yuvarlak, bu kadar anlamsız bir laf etmek için harcadığın efora değer mi be yavrum? Sussan daha iyi değil mi?
• Hafta da en az 3 kere “kalbinin sesini dinle” diyorsun millete, çok yeni, çok matah bir şeyler söylermiş gibi, ama şu sorulardan bir tanesini kendine sormayı bir kez olsun akıl edemiyor musun?
Devamını oku...

21 Haziran 2009

2 Postmodern Hakikatler

Geçen hafta Deryalı günler programında evimizdeki fazla tuzlukları nasıl fallus olarak değerlendirebiliriz üzerine yapılan tartışma, medya ve yazın dünyasını meşgul etmeye devam ediyor. Programa katılan İslamcı yazar ve bitki uzmanı Mahmut Kesersapı dinen bunun mekruh olduğunu söylese de, kahin olduğunu iddia eden Dürdane Hoşbilir Lacan’ı ebced hesabıyla okumak gerektiğini belirtip, marsın venüse değdirmesinin tuzluğun gösterenlerini etkilemesiyle kişiye hakikati bulma çabasında yol gösterebileceğini iddia etti. Gündelik yaşam koçu ve erkek dergilerine hayran pilates uzmanı Süreyya Concon da, tuzlukla yapılabilecek beden hareketlerini ve feng shuisel bütünlüğe ulaşma yollarını keşfetmeyi göstermişti. Yayına telefonla katılan alternatif tıp uzmanı ve ufo bilimcisi Tansu Fezagördü ise, konuya bambaşka bir açıdan yaklaşarak sınırları aşın, aşın yaaa dedi.

Ardından Cultural Studies and Media Analysis bölümünden Dr.Kazım Colin’in, Muhalif gazetesinin pazar ekinde programdaki tartışmaları cinselliğin nesnesel formlarına bakmak açısından oldukça verimli bir alan olarak gördüğünü belirtmesiyle konu yazın dünyasında da hararetli biçimde tartışılmaya başlandı. Programın alt metninin iyi okunması gerektiğini söyleyen Colin, modernliğin tuzluğu paratoner olarak gören yapısının deforme edilmesinin, Marcel Duchamp’dan sonra yeni bir devrimci reprodüksiyon olduğunu kaydetti. Daha önce “İffet mekanik temizleme tozu” üzerine semiyolojik analizleriyle dikkati çeken feminist edebiyat eleştirmeni Hayriye Hayrola’da tuzluktan akan her bir tuz tanesine bakakalan kadının hipnotize gerçekliğin seyrine kapıldığını ve bunun eril simülarkların içgüdüsel komplikasyonlarını yeniden biçimlendirdiği noktasından yaklaştı.

Tüm bu tartışmaların seyri, çağın problemlerini anlamada yogacısından tokacısına, akademiden sabah kuşağına herkesin kendi söylencelerinin birbirine karışmasıyla yepyeni bir sinerjinin mana dünyalarımızı ferahlattığını göstermektedir. Şimdi ele ele tutuşalım ve hep beraber halooow diyelim.
Devamını oku...

20 Haziran 2009

3 Bir Çocukluk Tahayyülü Olarak Uçurtma

Şayet uçurtmaya dair çocuk zamanlardan rivayet edeceğiniz bir tahayyülünüz yoksa, asla düşleriniz yeterince özgür olamaz. Özellikle hafta sonları kenar mahalle olarak adlandırılan, oysa ki genelde o şehrin en tepe noktalarına hakim orta halli, sıradan ya da yoksul mahallelerde gökyüzünde dans eden uçurtmaların salınımları, tüm bir kenara itilmişliğe meydan okumadır. Uçurtma kesinlikle bir jonglörlük hadisesi değildir, yoksul mahalle çocuklarının yükselen düşleridir. Başka bir şey, gökyüzüyle temas kurarak ruhunu şenlendirecek başka bir hayal dünyası yoktur çünkü…

Kargılardan ve mümkünse jelatin kaplıklardan, yoksa poşetlerden müteşekkil uçurtmayı gökyüzünde arz-ı endam edecek ruha büründürmek ve dengesel ritmi bulmak kolay bir meşgale olmasa da, bir mühendislik hadisesi de değildir. Olsa olsa mahallenin bu işte ustalaşmış büyüklerinden öğrenilebilecek bir zanaat olarak görülebilir. Ha, bir de kuyruğu vardır ki en mühim nokta burasıdır. Gazetelerin renkli hafta sonu eklerinin ya da bunları biliyormuydunuz gibi köşelerle çocukları gerizekalı yapmaya yeminli kardeş dergilerinin sayfaları yırtılıp güzelce bir kuyruk yapılırdı. Dekontrüksiyonel bir eylemdir aynı zamanda, özgürlük fikrini içselleştiren bir eylemin doğal sonucudur.

Uçurtma, tüm bir çocukluğu eve hapse edebilecek bilumum video/pc game çağının dışındadır. Sokağa çıkma, kırlara yayılma, serbest bir salınımla düş kurma devridir. Programlanmış kurguların sinsi emellerine alet edilemez. Çıkarsın sokağa (aşşaya inmek), dizayn edip bir asmanın gölgesinde, rüzgarı hissedersin (şu an kaç çocuk bunu yapabilir!), bulutlara değdirmeye çalışıncaya kadar yükseltirsin ve sonra gün boyu seyre dalarsın düşlerinin. O arada da, toplarsın börtü böceği kavonozlara, iki salladıktan sonra kapağı açıp kafaları bi dünya olmuş böceklere bakarsın. Ot falan toplarsın. Temel botanik bilgisi için de değildir hani. Misal pisi pisi otunu avuç içinde gezdirmeden, milletin saçına, tişörtüne saplamaya kadar değişik işlevlere büründürme çabası içinde olunabilir. Yaparım sapanı atarım topanı otu, bubi tuzağı ısırgan otu, saat yapılan ot gibi değişik alanlarda uzmanlaşmış otlarla yaratıcılıkta sınır tanınmaz. İşte tüm bu meşguliyetler esnasında birisi (bu birisi genelde düz çizgili takım forması giymiş kişidir, bir nevi birisinin uçurtması kaçsında iki eğlenelim tribi içindedir) –la koş uçurtman kaçıyo diye seslenir. O an yıkılırsın belki ama aslında bunun bir özgürlük vaadi olduğunu da bilirsin. Uçurtmadır o, muhakkak kaçar. Düşlerindir çünkü o senin, nasıl dursun ki yerinde…
Devamını oku...

16 Haziran 2009

0 1 Varmış, 1 Yokmuş...

“Bir varmış, bir yokmuş.” Her şey önce böyle başladı. Varlık sorunu “bir”e mi aitti? “Bir var mıydı, yok muydu? Yoksa varlığın kendisi mi görünüp kayboluyordu? Bir var olup, bir de yok olan şey neydi?

Kafamdan bu sorular geçtiği vakitlerde oynadığımız tek ve belki de hayata en yakın oyun minibüsçülüktü. O yıllarda bildiğim tek hat Topkapı-Aksaray ve bir abiye sahip olduğumdan yükselebileceğim tek mevki yolcu ya da en iyi ihtimalle muavinlik olduğundan sürekli bu şekilde bağırırdım.
Abim tek kişilik koltuğun en ön safında oturup minibüsü yola hazırlarken ben sürekli Topkapı-Aksaray diye bağırıyordum. Abimden bir yaş küçük benden bir yaş büyük kuzenim bize geldiğinde ise yaş hiyerarşisi ve çocuk kanunları gereği en alt sıfat olan yolcu konumuna geriliyor ve oyun boyunca sadece “kardeş bir Topkapı uzatır mısınız” diyordum. O sırada abim ağzımın sularını akıtırcasına minibüsün vitesini ileri itiyordu. Çünkü çocuk aklı gereği ileri giden bir aracın vitesi sürekli ileri itilmeliydi. Abim minibüsü kullanırken bu sorular geçiyordu kafamdan: Bir var mıydı, yok muydu? Ya da bir var olup bir yok olan şey neydi?

Sonra yeni bir oyun icat olundu bizim âlemde: Kurbancılık. Geleneksel olarak sadece kurban bayramlarında ve bayram namazına müteakip, hemen kurbanın kesimi ardından oynanıyordu. Dedemlerin, sadece bayramlarda açılan, yaz-kış soğuk ve kahverengi, üstü örtülü mobilyalarla kaplı, nem kokulu, dünyanın en çirkin vitrinine sahip salonunda eyliyorduk tüm oyunu. Oyun üç kişilik olduğundan ve işin içine amcaoğlu da girdiğinden yine bildik hiyerarşi gereği bana en berbat rolü yazıyorlardı: Kurban. Abim satıcı, amcaoğlu ise alıcı rolündeydi. Ben ise rolüm gereği oyun boyunca dört ayak üstünde meeeliyordum. Huşu içinde izlediğim pazarlık süreci bittikten sonra amcaoğlu gözlerimi kolpadan bağlıyor ve o zevksiz salonun ortasında beni yere yatırıp, bıçak şeklini verdiği elini boğazıma dayıyordu. Her bayram oynandığı halde, yine her bayram aynı dehşet içinde tekbir getiren amcaoğlu, dualar eşliğinde beni kesiyordu ve ben kesilirken aklıma yine o bildik, ilk soru geliyordu: Bir var mıydı, yok muydu? Bir varsa, bir var olup bir var olmayan şey neydi?
Devamını oku...

14 Haziran 2009

4 Kaktüsün Sadakati

“Modern yaşamda hayatımızı sürdürebilmek için binlerce insana ihtiyaç duyarken ömrümüz birkaç dost edinmeye ancak yeter.”
Adam Smith

Smith haklı mıydı? Bunca kalabalık en beylik tabiriyle insanı yalnız mı bırakıyordu? Bir arada yaşayan yalnızlar güruhu olarak hayatını sürdüren homo-modernicus yaşadığı gibi de ölüyordu. Smith haklıydı. Yalnızlığın bireyin üstüne örttüğü kabuk yüzünden kendi gibi olamayan homo-modernicus girift kimlikleriyle yaşayıp gidiyordu. Kendi çıplaklığını ortaya çıkaramadığından olsa gerek, sadakat en büyük sorunlardan biri sayılmaktaydı. Herkesin olmadığı gibi davrandığı (daha kaba anlamıyla yalancı olduğu) bir dünyada kim, bir diğerine ne kadar sadık olabilirdi ki? Homo-modernicus’un hayvan ve bitki besleme, onu kendisine sadık kılma çabası da bu arayışın ürünü olarak ortaya çıktı. En sadık hayvanın ya da bitkinin (aslında köle olmaya en yakın adayın) en sevilen canlı sayılması boşunda değildi.

Kaktüs bunlardan biriydi. Homo-modernicus’un sadakat arayışının en metaforik örneği sayılabilirdi. Unutuldukça var olan bir bitkiydi. Dirayetli, inatçı, dayanıklıydı. O yüzden de homo-modernicus tarafından unutulmasına inat varlığını en güç koşullarda bile sürdürebiliyordu. Bakımsızlık ya da ilgisizlik ona içkin değildi. Unutulsa da, bakılmasa da, bir kenara da itilse varlığını sürdürebildiği için “sadık” sayılıyordu. Homo-modernicus’un bencilliğine, şişkin egolarına rağmen oradaydı. “Ben unutsam da, o beni unutmaz”dı. Kaktüs, “ben herkesi unutabilirim, ama kimse beni unutmamalı” mottosunun temsiliydi adeta. Aranılan sadık kölenin karşılıklarından biriydi.

Kardeşim bu homo-modernicus ne lanet bir şey ya. Of; yazdıkça nefret ettim.
Devamını oku...

1 Paralaks

Teorik olarak paralaks iki farklı noktadan gözlenen cismin değişen konumunu ifade eder. Bariz bi değişkendir aslında. Yukarıdaki kendiliğinden resim de aynı meziyetlere hasıl olmuş “şaşı bak şaşır” temaşasıdır.

Günlerden sıcak bir gün sürreal helüyalara gark olmuş iki kafe esiri gencin mevzubahis mekanda zikrettikleri zihin temaşası böyle bir şekle vakıf olmuştur. Konu görsel şiir, hikaye şuursuz anlar, yöntem metaforik cıvıtmalar. Yukarıda gördüğünüz resim böyle bir minvalde iki kişinin (biri konuşurken, öbürü resmederken) bünyeye hasıl ettiği bir tabiri caizse zortlatmadır. Resmin bilfiil analizini yapmak şu dakikadan sonra zorunlu hale gelmiştir ki, zaten paralakstan kasıt iki kişilik bu eserin kişilerden birinin bakış açısıyla değişken ve cıvık konumunu tespit etmektir. Analiz daha çok bu iki kişinin hangi rüyalarda olduğuna ilişkin önermelerde bulunacaktır.

Görünen o ki bu insanların kafası “zaman”la baya bir meşguldür. Aynı zamanda buna benzer resimlerin nette çokca olması bu insanların internet kurdu olma havlesine geldiğini de kanıtlar. Bu adam sürreal bir adamdır. Zaten üzerinde de yazmakta olduğu gibi “supermen” kırması “sürrealman” telaşındadır. Fakat etiketten de anlaşılacağı üzere satılığa çıkmış bir gerçek üstü kahramanla karşıkarşıyayız. Belki bunu çizen insanlar piyasaya gönülden bağlı olmayan umut canavarlarıdır ki böylece “ne yardan ne de serden geçirtirler” gerçeğini kabul etmişlerdir.

Kahramanımızın bünyede yer yer bulunan çızıkları ise damar veya bilimum sinir sayısını ifade etmektedir. İlk akla gelen “zıçan adam” olsa da “zıçmış adam” resmini tahayyül etmek daha gerçekçi bir gerçeküstülük olacaktır. Netekim bu iki insanın yaşam çizgileri avuçlarından çok belli olmayınca tarot falının gölgesinde bir zar atmadır alır başını gider. Geleceği belirsiz, sinir kat sayısı yüksek, karekök içinde yarıya bölünmeyi bekleyen tek şey umut hedehödösüdür. Netekim resmin matematiksel analizi şöledir: Öte yandan kahramanımızdaki zaman mefhumu, yaratıcılarının da etkisiyle öğlen vaktinden eksik kalmıştır. Üç, altı, dokuz olmasına rağmen on iki yoktur. Zamanı sonlandırmak istenmemektedir içten içe ve aynı zamanda. Gerçek üstü kahramanımızın bir de sosyal içerikli mesajları vardır.

İlk mesaj şudur: “Hiçbir derdim yok, senin gibi dört adam daha olsa beş olurdu.” Bu gayri safi fikirler ışığında denilebilir ki tez zamanlı gerçek üstü super sür kahramanımız. At arabasını dört kişini üzerine daha sürmektedir. Yazık!!!

Bu temel mesajdan hemen sonra pratik çözüm önerileri gelmektedir. Kahramanımızdan bir ses duyurur: “Yiyin Efendiler, Cocostar Yiyin” netekim bu Ahmet Davutoğlu’ndan alıntı bir sesleniştir. Burada ulusa seslenilmekte ve “ulu”sun korkma kastedilmektedir. Netekim tüm bunların pdf haline www.hayatbayramolsa.org adresinden de ulaşılabilmektedir. Ki zaten annelerimiz yeni dersten çıkmışlardır. Yavrularına kıyamayan anneler, çocukları için ders dinlemekte, not almaktadır. Belli bir suuure sonra kahramanımız ana stratejisini şu sözleri alıntılayarak açıklar: “Adam Olun; Titre ve Çaldır” A. H. Tanpınar.

Resimimizde kahramanımızın yanında ürkek gözlerle kahramanımızı kesen bir goca parmaklı elemanımız vardır. Ve suddenly azından bir cümle kopuverir: “Noooldu Lan!!!” Çok ilginçtir ki bu sayede Nooolmuştur? Bilinmez!!! Zaten Meloksikam etken maddeli Melcam ilacı modern tıptır. Sonuç itibariyle deva getirir. Bu aslında hedef gözetmektir ki anlamı diva Bülent Ersoy’un gurbanlık musiki şarkılarında gizlidir.

Velhasıl analizin sonunda soru şudur: “O Değilde Nasıl Olcak?” Dikotomik paralaks kuasarlarının epistemik şarabilizasyonundan çıkan vertigo kaotizmi böle bir şeydir.
Devamını oku...

1 Eurovision Hadisesi

Eurovision denilen saçma sapan hadise neresinden baksanız yalamadır. Kötü bir kitle manipülasyonudur. Gereksizdir. Derhal gündemden çıkarılmalı ve unutulmalıdır. Peki patlamalar ve hezeyanlar içinde bu hadise hakkında niye şimdi yazı yazıyorum? Çünkü diş ağrım geçmedi. O gece benim için her şey tam sakinleşmişken tvyi açtığımda gözüme ilişen Eurovision, alt dişimin üst dişime sert bir teması suretiyle diş ağrımın azmasına sebep oldu. Uzun zamandır unutmak için çaba sarfettiğim bu hadisenin yarattığı durumu tam olarak şöyle ifade edebilirim: kanal tedavisi gereken bir dişin Bim’den alınan %5 fındıklı, bir o kadar kakao, geri kalanı da azcık tadı olsun bari diye ucuz şekere abanılmış Sayley ile fırçalanması, sonrada pekmez ile gargara yapılması, boşlukların da soho ile de tamamen kapatılmasının yaratacağı buhran durumu. Tahribat çok açık…
Nedir kardeşlerim bana bir anlatıverin bu eurovisionun bu kadar gündem olmasını. Popüler kültür malzemesi olamayacak kadar küflü. Şarkılar desen içi geçmiş bir pop... Şov desen anca 50’lerde yaşasaydık vay be dedirtebilir. Ayrıca yeterince erotik de değil kitlelere mashar olsun. Politika, lobicilik vs. sanılanın aksine hiç tutmaz. Soğuk savaş dönemi propaganda araçları daha gelişkindir. Bir takım az gelişmiş ülkeler dışında kimin umurunda biri söylesin allahaşkına. Bir popüler kültür tantanası bile olamayacak kadar kötü, içi geçmiş ve küflü… O halde bu hadise salt bir travmanın ürünüdür. Çocukluğumuz boyuınca tek kanalın pompaladığı bu saçmalığın eziklikle birlikte beyinlerimize sirayet etmesi bir yere kadardır. Birinci de olduk. Daha ne istiyorsunuz. 1. Türkiye 2. KKTC! 3. Azerbaycan olacak şekilde ilk üçü zaptedinceye kadar bu fuzuli tantana sürecek mi acep. Olmadı seneye mutlu insan Salimi çıkaralım ve tamamına erelim. Salim yaa! dünyanın en mutlu insanı olması muhtemeldir. Tüm dünya milletlerine haloo desin. Bitsin bu ızdırap. Misal seneler sonra şöyle diyaloglar yaşansın:
-abi hatırlarmısın yürovizyon diye bişi vardı
–yok be hacı o neydi ki
–ya ne bilim ben de pek hatırlamıyom ama ölesine bişeydi işte, neyse karo papazını kim attı la…
Bunu en içten dileklerimle istiyorum. Yaşamak, görmek istiyorum. Bu yazının da kısa bir süre sonra kendini imha etmesini diliyorum. Yarınlarımız daha bir eurovisionsuz olsun. Şayet hala adını anıp muhabbet dergahına sokacaksak bu hadiseyi, topluca kulaklarımıza tornavidayı saplayalım. Bu bizim ayinimiz olsun…
Bak! Electronic Supersonic sesleri zihnimde beliriyor tekrardan. 2004 de Eurovision’a yok ülke Molvanya adına katılacaklarken Atatürk Havalimanında kokainle yakalanıp sınır dışı edilen, 2005 de ise Anti-Pope parçasıyla katılmak isterlerken diskalifiye olan Zlad’ı tekrardan analım. Bir travma nasıl son bulur dersler çıkaralım. Ben şahsen başlangıç olarak, geçenlerde Bimden Sayley değil elektronik keyboard aldım. Bir başka çocukluk arzusu orgumla mutlu ve mesut bir hayatın kıyısındayım artık.


Devamını oku...
SST Atölye