10 Kasım 2009

2 Gündemden!


Şampuanlara Dikkat!

Ulusalcı Dermatologlar Birliği’nin yapmış olduğu bir araştırma tüm gerçeği gözler önüne serdi. Prof. Dr. M. Aydın Türk başkanlığında yapılan açıklamaya göre yurtdışında üretilen ve saçları canlandırdığı ileri sürülen şampuanlar, duş sırasında vücudumuzdan akıp giderken yüz kılları ve erojen bölgelere de temas etmekte ve vatandaşlarımızın saçları sıklaşırken diğer tüyleri de farkında olmadan gürleşmektedir. Saçlar ile beraber diğer kılların da güçlenmesi jilet tüketimini arttırmakta ve ülkemizi jilet sektöründe dışa bağımlı hale getirmektedir. Bu durumdan faydalanan çok sayıda şirket ve kişi mevcut olmakla birlikte geçen yıl kurulan Açık Jilet Enstitüsü’nün de Ulusalcı Dermatologlar Birliği’nin şikâyeti üzerine müfettişler tarafından incelemeye alındığı kaynaklara ulaşan haberler arasında. Profesör Aydın açıklamasında ayrıca bunun dış mihrakların bir oyunu olduğunu ve ülkemizi bölmeye çalışan bir grup aydının da bu şampuanlara gazetelerinden destek verdiğini söyleyerek konuyu meclis taşıyacaklarını ifade etmiştir. Ulusalcı Dermatologlar Birliği’nin bu amaçla bir yürüyüş düzenleyeceği ve Anıtkabir’e giderek durumu Ata’ya şikâyet edeceği de haber ajanslarının edindiği diğer bilgiler arasında.

Tepkiler Durmuyor!

Ulusalcı Dermatologlar Birliği’nin yapmış olduğu açıklamaya akşam saatlerinde bir destek de Ulusalcı Keller Birliği’nden geldi. Yapılan açıklamada ülkemizin birliği ve bütünlüğü için kel kalmaya hazır olduklarını ifade eden birlik üyeleri basın açıklaması sırasında bir koli saç güçlendirici şampuanı yere boca etti ve beş kutu yabancı marka jileti kameralar önünde kırdı. Ulusalcı tepkilerin bu derece yoğunlaşması ve halkın infial durumuna gelmesi üzerine Komuta Kademesi de bir bildiri yayınladı; yayınlanan bildiride ülkemizin tarihindeki en zor sınavlardan birini verdiği, gerekirse bir neslin sadece sabun kullanarak kendini feda edebileceği, şampuan krizi karşısında birliğe ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulduğu ifade edildi. Bakanlar Kurulu’da yaptığı açıklamada konuyu incelemeye aldıklarını duyurdu. Muhalefet Partisi ise jilet ve şampuan kullanımı üzerinden ortaya çıkacak bu toplumsal tepkinin insanları sakal bırakmaya ve kellik yüzünden takke takmaya iteceğini savunarak bunun gerici odakların bir oyunu olduğunu açıkladı. Meclise genetiği değiştirilmiş soru önergesi veren muhalefet partisi, Komuta Kademesi’nin bu oyuna gelmemesini ve en kısa zamanda sürece müdahale etmesini ve kendilerinin demokrat insanlar olduğunu ifade etti. Ayrıca Muhalefet Partisi’nin Sosyalist Enternasyonel’den atıldığı da açıklamaya eklenen bilgiler arasında.

Tepki Sahalarda!

Futbol Federasyonu’nu da yaptığı bir açıklamayla ülkemiz üzerinde oynanan bu oyunları kınadığını belirterek, Milli Takım’ın elemelerde başarı gösteremediği halde davet edildiği Dünya Kupası’na gitmeyeceğini ifade etti. Açıklama "Türkün Türk’ten başka dostunun olmadığı bir dünyada dünya kupasını ne yapalım? Biz kendi kendimize oynarız" cümleleriyle son buldu. Ayrıca Roberto Carlos’un 50 yaşına kadar Türkiye’de futbol oynamak istediğini söylediği iddia edildi.
Devamını oku...

16 Ekim 2009

4 Mal Sahibi, Mülk Sahibi Hani Bunun İlk Sahibi?

“Papalagi (beyaz adam) türlü türlü yollarla zihin bulandırır,
sonra da kendine, insan nasıl yemeden yaşayamazsa
‘şey’siz de olamaz der.”

Samoa’lı şef Tuiavii


Mülkiyet duygusu kapitalizmin beslendiği en önemli kaynaklardan biri olması sebebi ile oldukça büyük bir önem arz eder. Onun bir “duygu” olarak tanımlanıyor olması bile kavramın aslında ne kadar hastalıklı olduğunun bir göstergesidir. İnsana, bırakın duygusal olarak, rasyonel açıdan bile içkin değildir. İnsanlık tarihi içindeki uzun serüvenini anlatmaya gerek yok (tarım, hayvancılık, artı-değer vs.). Farklılık, kapitalizmin mülkiyet üzerindeki belirleyici etkisinde ve yaptığı atıflardadır. Mülkiyetin olmayacağına dair bir tahayyül beraberinde, paylaşıma odaklı bir pencere açmaktadır insanoğluna. Atıflar bu noktadan hareketle yazılmıştır.

• “İnsan bencildir” (Varoluşa atıf)
• “Şimdi biri gelip senin malını alsa, al mı diyecen?” (Gündelik atıf)
• “Doğada bile yok” (Doğaya atıf)
• “İçgüdüseldir” (Güdüyle karıştırılır ve varoluşa atfın bir başka biçimidir)
• “Karıları da paylaşacan mı? (Çok ayıptır ve cinsiyetçi bir atıftır)
• “Ben o kadar çalışmış almışım niye vereyim?” (Artı-değere atıf)

Bu sıra uzar da gider. Ancak şöyle bir ayrıntı söz konusudur. Mülkiyet duygusunu ya da sahiplenme denilen güdüyü ortadan kaldıran iki önemli nokta vardır kanımca. Bunlardan birincisi her şeye sahip olabilecek derecede maddi olanaklara ve araçlara sahip olmak, ikincisi ise hiç ama hiçbir şeye sahip olmamak. Söz gelimi Bill Gates için biz orta sınıfların (orta sınıf diye bir şey olmadığını ben de biliyorum) değer verdiği hiçbir şey değerli değildir. Ne aptal bir cep telefonu, ne yeni aldığın sırt çantan, ne araban, ne de ayakkabın… Zaten istesen fabrikasını bile alırsın. Oysa bizim için tüm bunlar tatlıdır. Onlara iki dakikada sanki hep varlarmış gibi sahip çıkabiliriz. Bu tıpkı, 1 lira verip oyuncakçıdan alabilecekken, gidip hani şu lunaparklarda daha fazla paraya jeton atıp kancalı bir mekanizmayla almaya çalıştığın ve senin için artık 1 liradan çok daha değerli küçük tüylü oyuncaklara karşı duyduğun yakınlık gibidir. Tıpkı Bill Gates gibi sokakta yaşayan bir ideal tip olarak şarapçı amca da (Bill Gates de burada bir ideal tiptir) mülkiyet duygusundan, mülkiyetçilikten arınmıştır. Temel insani ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak durumda olması onu işlevsel kılmış ve ihtiyacını karşılamayacak hiçbir şeye orta sınıflar gibi saldırmamasını sağlamıştır.

Herkesin zenginleşmesi kapitalizm karşıtı mücadele açısından pek mümkün bir yöntem olarak görünmediğine göre, hadi hep beraber şarap içmeye…
Devamını oku...

10 Ekim 2009

5 Akan Koku

Evet, maddenin beşinci halini sizlere sunmaktan gurur duymaktayız; “akan koku”. Hem akar hem kokar üstelik akarken kokar. Yani hem akıcı hem uçucu. Bir madde bu haldeyken ne yapmaz ki?

Maddenin form değiştirdiği bu hallerde zihnimizin değişkenliği üzerine
denemelere çıkmışken, dilimizin zihinsel dönüşümüne ilişkin de bazı çıkarımlarda bulunmadık değil. Örneğin Türkçe'ye yeni bir tamlama biçimi kazandırdık ki ortalama bir Türk vatandaşının bu tamlamayı günde en az 10 kere kullandığı söylenebilir: Zincirleme küfür tamlaması. Ör: Ayan beyan a.q. Dipçik not (tokat gibi hesabı) : Söz konusu şey ayan beyan fakat koyulması gereken bazı hususlar olmadan sıfatımız tamamlanmış olmuyor. Burada özne çok gizli, yüklem gelecekte, olacak yani geriye kalan tek şey ayan beyan biyerlere koymak. Kesinlikle muhteşem. Başka örnekler de verilebilir mesela; apaçık (Apış arasından türemiştir), açık seçik biçimde “akan koku” da tümcelerinin içinde gizli özne ve gizli küfrü taşımaktadır. Zaten akan bir kokuya neden olan bir insan bir an önce gizlenmelidir.

Bir diğer nokta, popüler temaşaların merkezine yolculukla alakalı. Tepkilerimizi gözden geçirirken farkettik ki popülerlik, refleksif tepkilerimizle birleşmiş. Örneğin” wipe out” izlerken çok fazla tüh tüh diyebiliriz. Bu durumda “Wipe out tüh tüh!!” tam bir tepki cümlesidir. Kaldı ki akan kokuyu gören her canlı “wipe out tüh tüh” demekten başka ne yapabilir ki?


Akarı yok, kokarı yok kadar tüyler ürpertici. Durumun bu vahameti ortadayken, lazım olan tek şey musluk başlığıydı oysaki. Neticede takılınacaktır. Takılan takılır… Tüm birbiri ardına takılan sözcüklerin fail-inin meçhul olması gibi. Varılan sonuç ise: “Yapan yapar yapan yapmaz”. Neden meçhul olduğu ortada değil mi sayın okuyucular. Üstelik “gel dedim gelmedin gelmezsen gelme dedim” cümlesine alternatifte olabilecekken. Bir gazete de bunun üzerine şöyle bir manşet atmış: “Oralı değil analı nereye otur ben yaptım sen yapma” olacak iş değil. Esefle kınıyoruz. Ki zaten kına kına içmekle ilgili bir şey sonuçta.

Velhasıl yukarıdaki konudan eğitim sistemimizde yapmayı düşündüğümüz değişikliği ifade etmek istiyorum siz okuyucularımıza. Artık yeni çocuk tekerlemeleri istiyoruz. Bizim önerimiz ise şudur:
Biz buralarda takılıyoruuuuz
Gel polis amca gel polis amcaaa

Bunu sabah akşam bir kere okuyan çocuk daha da davos a gitmeyeceği gibi bir dakikadan (one minute!) fazla ingilizce konuşabilecektir.
Buradan tayyipe sesleniyoruz ve tüm arkadaşlarımızı bu sloganı her tuvaletten sonra bir kere balkona çıkıp bağıra bağıra söylemelerini istiyoruz: “Bluetooth’um Yoksa Ben de Yooookum!!!”

Sonuç olarak herkesin açılıp saçıldığı bir ortamda, bizim önerimiz şudur: “Doğ bebek doğ doğ doğ neeee yusuf yusuf yusuf!!!” ve bizce tayyipin sloganı şu olmalı: “Açılın! BEN geliyorum!” Bizzat kendisi müdahale edecektir. Peki her şeyin bir bedeli olacak mıdır?


Kuşkusuz ki burada anarşizmin ve kapitalizmin temelleri sorgulanmalıdır. Nedir kuzum bu temeller?

Anarşizmin temeli: Ödemeyen hakyemez!
Kapitalizmin temeli: Ödeyen de varyemez.

Bakın evde böyle düşünün neler değişecek. Tabi komünizmin temelini unutmayalım. Buna göre “sensiz yanak binbir çeşit”. Muazzam!!!!


Son olarak ileriki günlerde yapacaklarımıza dair ajandamızdan (gizli gündem) bir notu yayınlıyoruz.

“Analı kızlı çorbanın muhteviyatı araştırılacak, İstanbul vapurlarını zapturapt eden psikopat diş hekimine dikkat çekilecek!”

Bol saplantılı günler...
Devamını oku...

29 Temmuz 2009

8 İnsan Kadar Taş Yağsın Başınıza

Yüzyıllardır filozofundan yogisine, spiritüelinden din adamına "yok insan böyledir yok şöyledir" diyerek beynimizi yediniz. Benzetmediğiniz hayvan, börtü böcek kalmadı. Bir rahat vermediniz. Yetmedi ikiye böldünüz, bilinç ve beden diye ayırdınız. O da yetmedi, dur işleri daha fazla karıştıralım, kimse ne dediğimizi anlamasın deyip, bir de başımıza bilincin yönelimsellik (intentionalité) ilkesini çıkardınız. Ego mego, ben men yok büyük-harfle-yazılan-ben (bknz. Ben) derken, insan ne olduğunu unuttu; "yerler insanın ne olduğunu neysek oyuz işte" dedi ve uzaklaştı.

Halbuki hakikat göründüğünden daha basitti (dikkat: bu cümle görüngülerle özlerin bir olduğunu iddia etmiyor) : insan alışan bir varlıktır. İnsan herşeye her koşulda alışır. Sıcağa, soğuğa, yalana, acıya, hazza, ezmeye ezilmeye, çakallığa kurtluğa, lükse sefalete, kuzu tandıra veya poğacaya.

Ancak alıştıklarının alışkanlığa dönüşmesi ayrı meseledir. Alıştıklarımızı muhafaza etme isteği ve çabası tutuculuktur. Bu bağlamda insan budur şudur demek (tabii ki insan alışan hayvandır dışında) tutuculuktur. Ne bir eksik ne bir fazla tam anlamıyla tutuculuk.

Şimdi soracak olursanız nasıl her türlü insan üzerine yapılan önerme senin eleştirine hedef oluyor da bir seninki olmuyor diye cevabım şudur: "insan alışan hayvandır" önermesi insan ne o dur ne budur hem odur hem budur kadar kaypak bir önermedir dolayısıyla insan kurttur, politik hayvandır gibisinden önermelerle aynı eküriden değildir. Bir kere içinde zaman mefhumu, değişim idesi vardır. Diğerleri sabittir, dün bugün yarın insan ne ise odur onlar için. Ancak can alıcı soru şudur: bir gün insan alışmamaya alışabilir mi? (kendi kendini olumsuzlama dedikleri bu mu?) Cevap evet ise benim bu insan tahayyülüm, diğerlerinden farklı olmak bakımından galip gelir. Aksi taktirde diğerlerinden bir farkı kalmaz yalan olur.
Devamını oku...

22 Temmuz 2009

4 Bulanık Sularda Tatlı Su Balığı Olmak

“Tencere yuvarlanmış seninki benden kara”
Şarapçı Vecihi

Pek muhterem Dr. Heimat Lose arkadaşımın yazmış olduğu vicdan sızlatıcı sözleri esefle kabul ediyorum. Hatta sevindim demeliyim…

Aklıma matruşka bebekleri geldi Dr.’un yazıyı okuyunca. Eleştirinin eleştirisinin eleştirisi ve uzayan giden iç içelik. Aynı açtıkça bebek içinde bebek gördüğümüz matruşka bebekleri. Yazının bundan sonrasında Dr. Heimat Lose arkadaşıma matruşka diyeceğim çünkü ismi uzun.


Marx’tan bahsedilirken son dönemlerde genellikle tüketim kültürü ve meta dolaşımına ilişkin vurgular yapılır. Fakat bilinmelidir ki marksist teorinin “izm” olmadan çok önce bizzat Marx’ın yapıtlarında vurguladığı asıl konu üretimin metalaşması değil üreticinin yabancılaşması ve aynı zamanda metalaşmasıdır.
Herşey alınıp satılabileceği gibi bu çarkları döndüren asıl mevzu alınıp satılan ürünlerin yaratıcılarının “emek”lerinin bir kar olarak gasp edilmesidir. Velhasıl tüketim ancak ve ancak üretim sürecindeki emek gaspının devamı olursa ayakta durabilir. Dolayısıyla matruşka eleştirdiği konuyu kendisi bizzat yaşamaktadır. Bir tüketim kültürü vurgusudur alıp başını gitmektedir.

Bir diğer nokta Matruşka üzerinden okuma kültürüdür. Son yüzyıldır okuma kültüründe temel yapıtlar hep başkalarının yorumlarıyla okunur. Başkalarının düşünceleri temel yapıtın kendisinde varolan düşüncelermiş gibi gösterilir. Bu olsa olsa gerçeğin kötü bir kopyası olabilir ve Matruşka kardeşimiz de eminim zamanı gelince yorumları yerine Marx’ı okumayı tercih edecektir. Ne de olsa akıllı çocuktur.

Benim ise asıl dertli olduğum konu üretilen fikirlerin çoğu zaman paradigmaların esareti altında yapılmasıdır. Her fırsatta vurguladığım birşey var; kavramlar ve kelimeler aklımızın araçlarıdır, eğer doğru yerde doğru aracı kullanmazsak sonuçları karmaşıklaşan bulanıklıklara sürüklenebiliriz. Nitekim bulanık sularda tatlı su aydını olmak da buna benzer. Sonuç olarak kavramların (popüler kültür, popüler olmak, eleştirinin eleştirisi kisvesi vs..) içeriği fikirlerimizi değil fikirlerimiz kavramların içeriğini belirlemeye başlamıştır. Asıl bu popüler olmanın bir numaralı karakteristiğidir.

Son olarak eğri oturup doğru konuşmak lazım. Marx’ın dediği gibi: “Yaşamın hiçbir ayrıntısını kaçırmamacasına ona ilgi duyan onu anlamakla yetinmeyip onu değiştirmeye çalışan bilinçli insan etkinliği” yani praksis.


Matruşka’ya sorarım; hani eylem hani icraat efendiiii!

Devamını oku...

18 Temmuz 2009

0 Bulanık Sularda

“Üstü kalsın…”
Anonim

Marx “Kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser” derken, muhtemelen içinde yaşadığı ve içinde yaşadığımız iktisadi heyulanın her şeyi metalaştıran yanına işaret etmeye çalışıyordu (Bkz. Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İletişim Yay.) Kapitalizmin üzerinde uzmanlaştığı en büyük alanlardan biri hiç kuşku yok ki bütün “şey”leri birer meta haline getirmekti. Fakat burada ıskalanmaması gereken bir nokta daha vardı. Ticari ürün haline gelen her şeyin aynı zamanda bir de son kullanma tarihi, ya da bir başka deyişle kullanım (geçerlilik) süreleri vardı ve hala var. Bu kullanım süresini ortadan kaldırmanın ya da bir metadan olabildiğince faydalanmanın en verimli yolu ise o metayı tekrar ve tekrar üretmekten geçmekte (re-production). Popüler kültür üzerine konuşmak veya şimdilerde Maykıl Ceksın üzerinden popüler kültür eleştirisi yapmak da, popüler kültürün bir parçası haline gelmiş durumda. Eleştirinin eleştirisi… Yadsınmanın yadsınması… Bu durum, kapitalizmin kendisine sunduğu her şeyi reddederek ormanda bir kulübede yaşayan ve ABD’de kendi manifestosunu önemli tirajları olan gazetelerde yayınlatmak için kamusal alanlara bombalı mektuplar yollayan, Harvard’lı eski matematik profesörü Unabomber lakaplı Theodore John Kaczynski’nin yakalanmasının ardından tatil amaçlı üretilen ve “Unabomber” adıyla piyasaya sunulan seri üretim kulübeleri anımsatıyor. Popüler kültür kendi eleştirisine izin verirken bu eleştiri sürecini de içselleştirerek pazara sunuyor. Hem de olabilecek en devrimci eleştirileri bile. Seri üretim devam ediyor. Her şeyin devamı çekiliyor. Bu yazı dâhil her türlü eleştiri kolayca eritilebiliyor. Tanrı Kur’an’da şöyle bir kelam ediyor: “Benim hakkımda ne düşünüyorsanız, bilin ki ben o değilim.” Kendisine dair bütün tasavvur ve tasvir yollarını kapatıyor. Cümlenin sonuna nokta koyuyor. Devamının çekilmesi olanaksız bir filmi icra ediyor sanki. Akıllıca olması gerekir, ancak sadece kutsal. Yaptırım gücü sorgulanamaz bir unsurun ürünü. O yüzden re-prodakşını bırakın, sadece prodakşın (dıkşıın dıkşıın…) bile mümkün değil.

Maykıl Ceksın bir pop-kültür ürünüydü ve kullanım süresi bir zaman önce doldu. Biz onun hakkında ne düşünüyorsak o öyleydi. O şekilde pazarlanmıştı. Kapitalizm önce gölgesini sattı o ağacın. Onu satamayınca ise kesti. Şimdi de ölümü üzerinden bir pazar yarattı. O ölüm ki, sayesinde üzerine konuşulacak bir şeylerimiz oldu sanki; siyah-beyaz, alt-kültür üst-kültür, popüler kültür, çocuk hakları ve sömürüye kadar uzanan bir konular çeşitlemesi, hakkında yapılan güzellemeler veya yergiler de cabası. Sanki herkes bu ölümü bekliyordu. Evet, belki de bekliyordu. En ağır entelektüel şekillisinden, bol kelime oyunlu ve dokunaklısına kadar şimdi her köşe başında adına yazılmış bir yazı (Bkz. Maykıl Ceksın: İkoncandan Çizgi Kahramana). Popüler kültürün ya da daha büyük bir resmin tamamına bakmak isteyenler için kapitalizmin ibret-i vesikası.

Velhasıl mevzu haddinden uzundur ve sanki yazar bu yazısında hem kapitalizmi, hem Babaa’yı hem de popüler kültürü eleştirmiştir gibi geliyor bana (yoksa şüphen mi var?). Ha bir de eleştirinin bizatihi kendisini...
Devamını oku...

14 Temmuz 2009

4 Kasvetli Bir Günün Öğle Arası

Ana bilgisayar arkamda, durmak bilmeyen fanıyla sabrımı aşındırıyor. Kasvetli, orta halli bir mahallenin ortasında, bilgisayar sanki benim yerime sıkıntıdan üflüyor. Mahalleden geçen seyyar satıcıların megafonlarından çıkan sesler cama çarpıp içeriye boğuk, anlamsız ve bezgin bir şekilde düşüyor. Sıkıntıdan yerimden kalkıp ileri geri giderken üstlerinden geçiyorum, farkında bile değilim; sadece bir ara anlamsızca bakıyorum onlara, onlar da bana; mat, donuk ifadelerle… Satıcının gırtlağından çıkan o gür, bezgin ve hırslı ses şimdi ayaklarımın dibinde baygın bir şekilde yatıyor, camın ardında bıraktıklarının eksikliğiyle… Çocuklar geçiyor sonra, seyyar satıcılardan sonra, kuran kursuna giden çocuklar. Başlarını örtüyor kız çocukları, kurstan çıkınca açacaklarını bilmenin hızıyla. Çocuklar kuran kursuna gidiyor… “böyle bir mahallede, böyle bir şehrin böyle bir mahallesinde… böyle bir ülkede... başka ne var ki…” diye geçiriyorum içimden. Seyyar satıcıların aksine çocukların megafona ihtiyacı yok. Camiden çıkınca bakkala koşuyor bazıları, içi gün ışığı almayan, rafları seyrek, kiler kokan bakkala. Ellerinde aldıklarıyla dışarı çıktıklarında başka bir şeyin heyecanı içindelermiş gibi dönüyorlar eve, belki de “sokağa çıkmak” için. Zaten camiye gittikleri için, kurs, ifa edilmiş bir zaman dilimi olarak kalıyor arkalarında, ailelerini sakinleştiren, memnun eden bir zaman dilimi… Kadınlar pencerelerde, karşılıklı konuşuyorlar. Dinliyorum konuştuklarını, bu keşmekeşe ait konuşmalar değil… tıpkı içinde yaşadıkları mahalleleri gibi, bu şehre ait değil. Kadınlar konuşuyor pencerelerde, bilmek istemediğim, gömdüğüm bir dilde… Sonra gözden kayboluyor insanlar; kadınlar, çocuklar, seyyarlar… yavaş yavaş sessizleşiyor mahalle, içinde bulunduğum ofis gibi, herkes kendine çekiliyor. Pazar günlerinin ikindisi gibi, geride kalan günün esrikliği ve yarının iticiliği çöküyor ağır ağır… çocukluğum geliyor birden aklıma; aklım sıkı sıkı tutunuyor bana, gitmemek için, oraya… yanından geçip umarsızca dönüyorum geri, aklıma, mahalleye, ofise. Yine fan, bu sefer başka, tozlarını uçuruyor, eskinin. Dışarıya bakıyorum, sessiz yine, mahalle kendi kendiyle. Dışarıya bakıyorum, camın ardında bıraktıklarımın pişmanlığıyla…
Devamını oku...

13 Temmuz 2009

1 Bir Düş Yolculuğunun Şaşırtıcı İzleri

Neyin ne olduğunu bilmediğimiz zamanlardan ağır ağır uzaklaşıyorum. Zihnimin en derin köşelerinde biriken tortular devingen bir hareket içinde. Sessizlik sarmaya başladı bile tüm vücudumu. Uzun tasvirlerle kendini tarife zorlayan yolun her bir kavisi hatırlatıyor geçmişte olan bitenleri. Gittikçe derinleşen felsefi mülahazaların çıkış noktaları beliriyor.

Hatırlıyorum…


Elma bahçelerinin tam ortasında uzanmış, başımda tarım ilacı şapkası, nereden gelip nereye gidiyoruz sorgulamalarıyla kendimden geçtiğim zamanları görmeye başladım. Tarımdaki kapitalistleşme kendimizi doğaya verelimciliği hepten aşmışsa da, bir takım alametler hala yerli yerinde.

Serada geçirdiğim üç günün sonunda bütün olan biten daha da belirginleşti. Gübre almaya gittiğimiz ilçe pazarında tüm bir sıradanlığın içinde ayırt etmenin zor olduğu dükkân bir anda karşımda belirivermişti çünkü. Burada işler bu şekilde yürümekteydi. Hiçbir şey kendini ortaya çıkarmaz. Debdebeli bir kentsel cümbüşün kapsadığı yaşam formlarından yol alan birinin bu küçük dünyanın izlerini çözmesi bu yüzden pek kolay değildir. Karmaşaya alışık bünyeyi bir anda umutsuzluğa sevk edecek bir taşra sıkıcılığı ve durağanlığı beliriverir ensende. Ama bu kapalı dünyanın yarattığı asık ifadeyi bir anlığına bırakıp, yüzyıllardır oluşmuş bellek katmanlarında kozmik bir seyahate kendini bırakabilirse insan, işte o zaman bu havanın gerçek yükünü hissedebilecektir.

Sanırım ortaokul yıllarıydı. Yani zihinsel ve bünyesel absürdlüklerin insanı tüm yaşam evreninden soğuttuğu gri dönemsellik. Geçiş sureti taşıdığından değil, sırf gri pantolonlardan dolayı bu böyleydi. Zaten birçok şeyin utanç abidesi olarak hayatınızda dikildiği bir dönemde o gri pantolonlar tüm mana dünyanızı zapturapt altına alır. Amma velâkin işlerin tesadüfî ve harikulade biçimde farklı bir güzergâhta geliştiği de olmuştur.

Misal, bellek zamanlarından kopup gelen bu dükkân gibi. Zihin dünyalarımı açmamda hem tuhafiye hem kırtasiye olarak hizmet veren bu dükkânda gördüğüm kitapların tuhaf biçimde etkisinin olduğunu söyleyebilirim. O kadar sıradan, o kadar tantanasız ki, Sızıntı dergisinin vakti zamanında verdiği ağlayan çocuk resmi hala duvarında asılı. Hâlihazırda Simmel okumalarımda bana bir uğrak olarak beliren Henri Bergson’la ilk tanışıklığım da burada başladı. 1950 Konya Ülkü Basımevi künyeli “Bergson ve Proust, Marceline Valmore, Ekzistansiyalizm Yaratıcısı Arthur Rimbaud” ve MEB baskılı “Yaratıcı Tekâmülden Hayatın Tekâmülü” kitaplarına bu tuhaf dükkânda rastlamıştım. Takviye vites Ferguson’un üstünde cangılı cangılı sallanarak yayla yolunu tutmuşken başladım okumaya. Bu Ferguson’ların lastik üstleri yampiri olduğundan düşeyazdım. Kolcağzım azıcık incinmişti. Bende o akşam yaylaya gitmek yerine köyde kalıp muhtarın eve televizyon izlemeye gittim. Çok sonraları hafızamda kalan görüntülerden adını çıkardığım Ingmar Bergman’ın Smultronstället filmi oynuyordu. Neyi nasıl anladık gene ayrı konu amma Bergson’dan aklıma çalınan şuurun idrakı, yekpare zamanın faraziyeleri gibi meselelerle çağrışımlar kurmaya çalışıyordum, bir süre sonra kahveye gittik, oralet içip dost kazığı oynadık. Yeni bir dünyanın eşiğinde hissediyordum kendimi. Daha fazlasını arzuluyor, içim içime sığmıyordu. 


Sabah ezanıyla ilçe kütüphanesine doğru yol aldım. Mütemadiyen kapalı, uğrayanının da nadir olduğu kütüphanede şansıma görevli memuru bulmuş ve Bergson’un kitaplarını sormuştum. Bana çocuk kitapları şu köşede demişti. Bu tür küçük yerlerin kütüphane memurlarının halet-i ruhiyesi apayrı bir enteresanlık taşır zaten. Ziyaretçilerden pek memnun olmazlar. Durduk yere bir dolu mesele, getirdiydi getirmediydi üzerime zimmetliydi falandı filandı derken canları sıkılır. Memurun bu gergin bakışları altında eski yazıyla basılmış “Şuurun Bilâ Vasıta Mu'taları Hakkında”yı bulmuş ve muhakkak bir kitabının her evde bulunduğu Yusuf Tavaslı üzerinden öğrendiğim elifbe ile sökmeye çalışmıştım bu eseri. Ninem elimdeki eski yazı bu kitabı görünce “hafız olcak bu çoccak” demişti. Eski yazı ya, isterse Bakunin’in “Tanrı ve Devlet”i olsun hiç fark etmez. Hoş, Bergson’un bu topraklardaki okuma biçimi çok da farklı sayılmaz. Şimdilerde Deleuze üzerinden okusam da, o zamanlar Tavaslı üzerinden okumayla ne anladım pek emin değilim ama vardığım yer koca bir hiçlik oldu. Öte yandan Tanpınar tasvirli bir huzurun serencamı içindeydim. Yüzümdeki yarı metafizik yarı salakça gülümsemeyle gün boyu nohut yoluyordum tarlada. Nohutları derleyip pazara götüreceğimiz zaman gelip çatmıştı. Hemencecik gittim tekrardan o tuhaf dükkâna. Hayat o kadar kaotik ki, Lenin’in “Materyalizm ve Ampriokritisizm”ine rastladım. Kitabı iki pötiböre kıstırdığım güllü lokumun eşliğinde okumama rağmen mistik dünyama bir hançer gibi saplanmıştı. Korkmuştum hem isminden hem cisminden. Kitap ikinci eldi ve üzerinde “1978, Isparta” diye not düşülmüştü. Bir gizli mesaj mıydı yoksa o kitabı belki de Isparta’da okumuş ilk ve tek insana mı rastlamıştım bilmiyorum. Sorular çok karmaşık bir hal almaya başlamıştı. Bir tarafta nice baskı yapmış, on milyonun üzerinde satışla memleketin en çok satan kitabı konumundaki Yusuf Tavaslı’nın “Tam Namaz Hocası”, diğer tarafta muhtemelen dönemin siyasal atmosferinden etkilenen Burdurlu bir köy öğretmeninin gazete kağıdıyla kaplayıp okuduğu ve daha sonra korkuyla elinden çıkardığı Lenin’in “Materyalizm ve Ampriokritisizm”i. Sosyal gerçekliğin kaotik varoluşu beni derinden yaralamıştı. Kitabın süt kamyonuyla buralara gelmiş olabilme imkânının sosyo-politik çıkarımlarını düşündüm. Düşündüm, düş kurdum.

Geldiğim noktada, belki de Bergman, Bergson ve Massey Ferguson arasındaki sıra dışı bileşkede varettiğim sürreal bir düşten uyanıyordum. Ama hissettiklerim gerçekliğini ispat edercesine sessizdi.

Hatırlıyorum…


“Bir düşün peşinde başlayan bu bellek yolculuğu bir düşten uyanarak kendi serüvenini tamamlamıştır.”








image source: 
1- Farm 02 by Guimarconi on Deviantart http://delacorr.deviantart.com/art/Farm-02-27998635
2- Farm Life by Mrichston on Deviantart Clytie by Catipher on Devianart http://mrichston.deviantart.com/art/Farm-Life-22153339
Devamını oku...

1 Maykıl Ceksın: İkoncandan Çizgi Kahramana

Popüler kültürün seçme şansı var derler. 80’lerde seni seçmişlerdir maykıl buna inan. “Seni seçtim pikaçu” demişlerdi sana ve sen de tüm marifetlerini dünya ringinde eşe dosta düşmana gösterdin. Dönerek, ayda yürüyerek, 60 derece dikine yatarak ve her türden afilli hareketleri yaparak sen seçilmiş kişiydin maykıl.

Baban seni sopayla döverken aklından geri geri kaçmak geliyordu. Arkanı dönüp kaçamazdın bu intihar olurdu sen de ayda yürür gibi kaçtın. Sonra sen milyonlarca insanın karşısındayken baban Papanın ilahi bekçileri razzilere “onu sadece sopayla dövdüm o yüzden bu kadar yetenekli oldu” gibisinden fütursuz ve şuursuz açıklamalar yaptı. Sense mahşer-i cümbüşte siyahtan beyaza, insandan başka bi şeye dönüşüyordun.


Pop’un kralı olduğun gibi kraliçesi neden olmasın dedirttin. Anlıyorum siyah olmak iyi değildi fakat daha iyi veya kötü gibi herhangi bir ahlaki değer taşımayan bir şey oluvermiştin. Sen artık bir ikondun. Kitlelerin patavatsızca benimseyecekleri tüm yasadışı duygularını senin üzerine kusacakları bir pinokyo. Popüler iplerin olduğu gibi bu ipleri tutan hayranların vardı. Bir de “Ceksın’ın 5’lisi”


69-75 arası 13 albüm çıkarmıştınız. O kadar çok çalışıyordun ki yıldızlı döner toplardan yansıyan ışık gece klüplerinde senin için yanarken sen artık sadece MAYKIL’dın. Bir de ayda yürürdün. Astronotlar kendileri için küçük insanlık için büyük adımlar atarken sen her konserinde onlardan binlercesini attın. Ay’da ayak basmadık yer bırakmadın sonra dönüp ayak uçların üzerinde duruyordun. Yerçekimi olmayan bir kültürde ayaklarının üzerinde yine de duruyordun. Sonra birden çizgi kahraman oldun.


Bedeninden kopup giden sen, milyonların şehvetli arzularına dönüvermiştin. Karizma bir ceket, beyaz bile olmayan bir ten, siyah şapkanın altında kara kalem bir çalışma oluvermiştin. Ressamın seni önce siyah çizmişti sonra beğenmeyip beyaza boyamaya, sağını solunu silip düzeltmeye başladı. Fakat resim yapmakta başarılıyken silmekte o kadar yeteneksizdi. Artık buruşturulup çöpe atılacak bir eskizdin sadece. Öldüğünde kimse şaşırmadı. Çocuklara bile zaaflı gösterilen, bir öcü gibi kara maskeyle dolaşan ağır ağır ağrı kesicilerle beslenen bir “şey”din.

Bir efsane gibi doğdun bir efsane gibi mumyalandın. Ressamın seni silmek zorunda kaldı. Ve evet dediğin gibi oldu: All I wanna say is that They don’t really care about us! Seni kimse umursamamıştı.

Tam zamanında öldün yoksa BugsBunny gelip kocaman çekiciyle seni toprağa gömücekti. Milyonlarda buna gülecekti.

Devamını oku...

2 Temmuz 2009

3 Oh God!

“Bir ekmek, iki yumurta, bir de kısa vinstın. Ne ediyor usta?”


Çoğu acayip yakışıklı, tamamı fazlaca güzel. Hepsinde aynı hava var, aynı ağırlık, benzer ses tonları ve havalı duruş. Üstünde “Ben sıçmam, sıçandan haz etmem” büyüsü olan tuhaf insanlar. Ne Bim’den ucuz şokella almışlıkları var, ne de işkembe çorbasına bolca sirke dökmüşlükleri. Muhtemelen kremalı bisküviyi ikiye bölüp, önce içindeki kremayı yemenin yarattığı tuhaf duygusallıktan da bihaberler. Evlerinde bakkala gitmek için kullandıkları arkasına basılmış ayakkabı görmek de olası değildir (Bkz. Kamusal Alanda Arkasına Basılmış Ayakkabı). Gerçekten çok büyülülerdir ve bizi buna öyle bir inandırırlar ki, hiç birinin bildiğin insan olduğu, hatta bazen cırcır olduğu aklımıza gelmez. Öyle ki, bana bu cümleyi kurdururken “hatta” dedirtmektedirler. Onlar Amerikan filmlerinin kararlı ve gururlu, mağrur aktörleridir.

Maddi problemleri yoktur. Taksiye para verdikten sonra “üstü kalsın” muhabbeti çekmek onlara özgüdür. Çünkü her daim aceleleri vardır. İneceğin yere yaklaştıkça minibüsçüye verdiğin on milyonun üstü gelmediği için artan tedirginliğinden yoksundurlar. Senin, üstünü bahşiş diye bıraktığın tek şeyin kimsenin umurunda olmayan hayatın olduğunu bilmezler.

Sürekli büyük idealler peşinde ve ulvi amaçlar doğrultusunda koştururlar. Suç da büyüktür, kahramanlıkta. Kötülerin denyoluk seviyeleri ile dünyayı ele geçirme potansiyelleri ters orantılıdır ve o denyoluk seviyesi hep üst düzeydedir. Dünyayı kurtarmakla okula gidecek parayı denkleştirmek arasındaki seçimde, senin hangisinden yana hak kullanacağına dair fikirleri yoktur.

Dünyanın neresine gitseler kendi dillerini konuşacak birini bulmanın özgüveniyle başka hiçbir dile ilgi duymazlar. “Yuvarla gitsin” lafındaki derin mana ve ehemmiyeti çözemeyişleri bundan ötürüdür. Kendini bilmez insanlardır. Sürekli bağırarak konuşurlar ve (şüpheli) bütün duygusal tepkileri garip biçimde çok abartılıdır. “Aman Tanrım! Lanet olsun plan suya düştü” yerine “Allah belasını versin! Ha siktir, işte şimdi sıçtık” demenin kabalığına vakıf olamazlar.

Yemekleri kimin hazırladığı hep meçhuldür. Genelde hep sofrada, çok kibar görünürler ve bütün gün aç kalmanın yarattığı hayvanlıkla ekmeği kırmanın ve yemeğin suyuna banmanın estetiği karşısında donup kalmazlar. Yemek sonrası bir keyif sigarası yakmadıkları gibi, yakılan ender sigaraları asla tabakta söndürmezler. Buna müteakip, yemeğin üstüne piknik tüpünün üstünde demlenen çayı içerken az bulaşık çıksın diye beş bardağa kimse bir çay kaşığı getirmez evlerde.

Her gün aldıkları duşta sanki bir şelalenin altında gibidirler. Elektrikli şofbenin sigortayı her an attırma ihtimali yoktur kafalarında. Bu yüzden duşta sevişebilirler bile.

Velâkin mevzu haddinden uzundur ve yazar bu makalesinde kültürel görecelikten bahsetmiştir sanki. Gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var?
Devamını oku...

30 Haziran 2009

5 Tüm Kalbinin Sesini Dinleyenlere

Ekip toplanmış, muhabbete dalınmıştı. Yavaş yavaş projeler, sıkıntılar, çelişkiler dökülmeye başlamıştı. Ama ekibe yeni girmiş bir zibidi lafa daldı. Sesinde en ufak bir anlama gayreti olmadan, hunharca söyleyiverdi o sözleri: “abi kasma ya -s'yi bastırarak- içinden ne geliyorsa onu yap”.

Sözün muhatabı durdu ve düşündü: “lan benim içimden ne geliyor?” Bunu sorduğunda muhabbet çoktan 'fatih terim ingilizcesi'ne kaymıştı. Dolayısıyla orada burada, yerli yersiz “kalbinin sesini dinle!... hayat kısa içinden ne geliyorsa onu yap” gibi teranelerle kendilerini ve çevrelerindekilerin aptallaştıran bu çakma-gönül-adamlarına sormak istediklerini o masada soramadı... Sorabilseydi muhtemelen sorular söyle olacaktı:


• Senin kalp, can, iç deyipte doğru düzgün tarif edemediğin şey esasen nedir? Bi deyiver yeğenim. Duygu mu?, Arzu mu?, ne ? Her ne ise o şey senin çevrenden, ait olduğun sınıftan, izlediğin mtv kliplerinden etkilenmiyor mu?

• İçimden gelen dediğin şeyin tam olarak nerenden geldiğini nasıl anlıyorsun? Hadi anladın nasıl emin olabiliyorsun?
• Kalbinin, kapasitenin veya gerçeğin ötesinde bir şeyler istediği olmuyor mu? Bu kadar mı fakir senin kalbin?
• Kalbinden çıkan sesler hiçbir zaman çelişmiyor mu?
• Haydi diyelim senin kalbinden çıkanlar ne çelişiyor, ne gerçeküstü hayallere kapılıyor, ne de beyninden ve çevreden etkileniyor; şüphe edemeyeceğin bir şekilde senin ve çevren için iyi olanı sana buyuruyor. Bir dur da düşün bakalım 'iyi' dediğin şeyin bilgisine sahip olmak bu kadar kolay mı?
• Tüm muhabbetleri şu anlamsız laflarla son buldurmaktan nasıl bir keyif alıyorsun?
• Kalbimden sana ana avrat küfretmek geliyor meşru mu?
• Bu kadar muğlak, bu kadar yuvarlak, bu kadar anlamsız bir laf etmek için harcadığın efora değer mi be yavrum? Sussan daha iyi değil mi?
• Hafta da en az 3 kere “kalbinin sesini dinle” diyorsun millete, çok yeni, çok matah bir şeyler söylermiş gibi, ama şu sorulardan bir tanesini kendine sormayı bir kez olsun akıl edemiyor musun?
Devamını oku...

21 Haziran 2009

2 Postmodern Hakikatler

Geçen hafta Deryalı günler programında evimizdeki fazla tuzlukları nasıl fallus olarak değerlendirebiliriz üzerine yapılan tartışma, medya ve yazın dünyasını meşgul etmeye devam ediyor. Programa katılan İslamcı yazar ve bitki uzmanı Mahmut Kesersapı dinen bunun mekruh olduğunu söylese de, kahin olduğunu iddia eden Dürdane Hoşbilir Lacan’ı ebced hesabıyla okumak gerektiğini belirtip, marsın venüse değdirmesinin tuzluğun gösterenlerini etkilemesiyle kişiye hakikati bulma çabasında yol gösterebileceğini iddia etti. Gündelik yaşam koçu ve erkek dergilerine hayran pilates uzmanı Süreyya Concon da, tuzlukla yapılabilecek beden hareketlerini ve feng shuisel bütünlüğe ulaşma yollarını keşfetmeyi göstermişti. Yayına telefonla katılan alternatif tıp uzmanı ve ufo bilimcisi Tansu Fezagördü ise, konuya bambaşka bir açıdan yaklaşarak sınırları aşın, aşın yaaa dedi.

Ardından Cultural Studies and Media Analysis bölümünden Dr.Kazım Colin’in, Muhalif gazetesinin pazar ekinde programdaki tartışmaları cinselliğin nesnesel formlarına bakmak açısından oldukça verimli bir alan olarak gördüğünü belirtmesiyle konu yazın dünyasında da hararetli biçimde tartışılmaya başlandı. Programın alt metninin iyi okunması gerektiğini söyleyen Colin, modernliğin tuzluğu paratoner olarak gören yapısının deforme edilmesinin, Marcel Duchamp’dan sonra yeni bir devrimci reprodüksiyon olduğunu kaydetti. Daha önce “İffet mekanik temizleme tozu” üzerine semiyolojik analizleriyle dikkati çeken feminist edebiyat eleştirmeni Hayriye Hayrola’da tuzluktan akan her bir tuz tanesine bakakalan kadının hipnotize gerçekliğin seyrine kapıldığını ve bunun eril simülarkların içgüdüsel komplikasyonlarını yeniden biçimlendirdiği noktasından yaklaştı.

Tüm bu tartışmaların seyri, çağın problemlerini anlamada yogacısından tokacısına, akademiden sabah kuşağına herkesin kendi söylencelerinin birbirine karışmasıyla yepyeni bir sinerjinin mana dünyalarımızı ferahlattığını göstermektedir. Şimdi ele ele tutuşalım ve hep beraber halooow diyelim.
Devamını oku...

20 Haziran 2009

3 Bir Çocukluk Tahayyülü Olarak Uçurtma

Şayet uçurtmaya dair çocuk zamanlardan rivayet edeceğiniz bir tahayyülünüz yoksa, asla düşleriniz yeterince özgür olamaz. Özellikle hafta sonları kenar mahalle olarak adlandırılan, oysa ki genelde o şehrin en tepe noktalarına hakim orta halli, sıradan ya da yoksul mahallelerde gökyüzünde dans eden uçurtmaların salınımları, tüm bir kenara itilmişliğe meydan okumadır. Uçurtma kesinlikle bir jonglörlük hadisesi değildir, yoksul mahalle çocuklarının yükselen düşleridir. Başka bir şey, gökyüzüyle temas kurarak ruhunu şenlendirecek başka bir hayal dünyası yoktur çünkü…

Kargılardan ve mümkünse jelatin kaplıklardan, yoksa poşetlerden müteşekkil uçurtmayı gökyüzünde arz-ı endam edecek ruha büründürmek ve dengesel ritmi bulmak kolay bir meşgale olmasa da, bir mühendislik hadisesi de değildir. Olsa olsa mahallenin bu işte ustalaşmış büyüklerinden öğrenilebilecek bir zanaat olarak görülebilir. Ha, bir de kuyruğu vardır ki en mühim nokta burasıdır. Gazetelerin renkli hafta sonu eklerinin ya da bunları biliyormuydunuz gibi köşelerle çocukları gerizekalı yapmaya yeminli kardeş dergilerinin sayfaları yırtılıp güzelce bir kuyruk yapılırdı. Dekontrüksiyonel bir eylemdir aynı zamanda, özgürlük fikrini içselleştiren bir eylemin doğal sonucudur.

Uçurtma, tüm bir çocukluğu eve hapse edebilecek bilumum video/pc game çağının dışındadır. Sokağa çıkma, kırlara yayılma, serbest bir salınımla düş kurma devridir. Programlanmış kurguların sinsi emellerine alet edilemez. Çıkarsın sokağa (aşşaya inmek), dizayn edip bir asmanın gölgesinde, rüzgarı hissedersin (şu an kaç çocuk bunu yapabilir!), bulutlara değdirmeye çalışıncaya kadar yükseltirsin ve sonra gün boyu seyre dalarsın düşlerinin. O arada da, toplarsın börtü böceği kavonozlara, iki salladıktan sonra kapağı açıp kafaları bi dünya olmuş böceklere bakarsın. Ot falan toplarsın. Temel botanik bilgisi için de değildir hani. Misal pisi pisi otunu avuç içinde gezdirmeden, milletin saçına, tişörtüne saplamaya kadar değişik işlevlere büründürme çabası içinde olunabilir. Yaparım sapanı atarım topanı otu, bubi tuzağı ısırgan otu, saat yapılan ot gibi değişik alanlarda uzmanlaşmış otlarla yaratıcılıkta sınır tanınmaz. İşte tüm bu meşguliyetler esnasında birisi (bu birisi genelde düz çizgili takım forması giymiş kişidir, bir nevi birisinin uçurtması kaçsında iki eğlenelim tribi içindedir) –la koş uçurtman kaçıyo diye seslenir. O an yıkılırsın belki ama aslında bunun bir özgürlük vaadi olduğunu da bilirsin. Uçurtmadır o, muhakkak kaçar. Düşlerindir çünkü o senin, nasıl dursun ki yerinde…
Devamını oku...

16 Haziran 2009

0 1 Varmış, 1 Yokmuş...

“Bir varmış, bir yokmuş.” Her şey önce böyle başladı. Varlık sorunu “bir”e mi aitti? “Bir var mıydı, yok muydu? Yoksa varlığın kendisi mi görünüp kayboluyordu? Bir var olup, bir de yok olan şey neydi?

Kafamdan bu sorular geçtiği vakitlerde oynadığımız tek ve belki de hayata en yakın oyun minibüsçülüktü. O yıllarda bildiğim tek hat Topkapı-Aksaray ve bir abiye sahip olduğumdan yükselebileceğim tek mevki yolcu ya da en iyi ihtimalle muavinlik olduğundan sürekli bu şekilde bağırırdım.
Abim tek kişilik koltuğun en ön safında oturup minibüsü yola hazırlarken ben sürekli Topkapı-Aksaray diye bağırıyordum. Abimden bir yaş küçük benden bir yaş büyük kuzenim bize geldiğinde ise yaş hiyerarşisi ve çocuk kanunları gereği en alt sıfat olan yolcu konumuna geriliyor ve oyun boyunca sadece “kardeş bir Topkapı uzatır mısınız” diyordum. O sırada abim ağzımın sularını akıtırcasına minibüsün vitesini ileri itiyordu. Çünkü çocuk aklı gereği ileri giden bir aracın vitesi sürekli ileri itilmeliydi. Abim minibüsü kullanırken bu sorular geçiyordu kafamdan: Bir var mıydı, yok muydu? Ya da bir var olup bir yok olan şey neydi?

Sonra yeni bir oyun icat olundu bizim âlemde: Kurbancılık. Geleneksel olarak sadece kurban bayramlarında ve bayram namazına müteakip, hemen kurbanın kesimi ardından oynanıyordu. Dedemlerin, sadece bayramlarda açılan, yaz-kış soğuk ve kahverengi, üstü örtülü mobilyalarla kaplı, nem kokulu, dünyanın en çirkin vitrinine sahip salonunda eyliyorduk tüm oyunu. Oyun üç kişilik olduğundan ve işin içine amcaoğlu da girdiğinden yine bildik hiyerarşi gereği bana en berbat rolü yazıyorlardı: Kurban. Abim satıcı, amcaoğlu ise alıcı rolündeydi. Ben ise rolüm gereği oyun boyunca dört ayak üstünde meeeliyordum. Huşu içinde izlediğim pazarlık süreci bittikten sonra amcaoğlu gözlerimi kolpadan bağlıyor ve o zevksiz salonun ortasında beni yere yatırıp, bıçak şeklini verdiği elini boğazıma dayıyordu. Her bayram oynandığı halde, yine her bayram aynı dehşet içinde tekbir getiren amcaoğlu, dualar eşliğinde beni kesiyordu ve ben kesilirken aklıma yine o bildik, ilk soru geliyordu: Bir var mıydı, yok muydu? Bir varsa, bir var olup bir var olmayan şey neydi?
Devamını oku...

14 Haziran 2009

4 Kaktüsün Sadakati

“Modern yaşamda hayatımızı sürdürebilmek için binlerce insana ihtiyaç duyarken ömrümüz birkaç dost edinmeye ancak yeter.”
Adam Smith

Smith haklı mıydı? Bunca kalabalık en beylik tabiriyle insanı yalnız mı bırakıyordu? Bir arada yaşayan yalnızlar güruhu olarak hayatını sürdüren homo-modernicus yaşadığı gibi de ölüyordu. Smith haklıydı. Yalnızlığın bireyin üstüne örttüğü kabuk yüzünden kendi gibi olamayan homo-modernicus girift kimlikleriyle yaşayıp gidiyordu. Kendi çıplaklığını ortaya çıkaramadığından olsa gerek, sadakat en büyük sorunlardan biri sayılmaktaydı. Herkesin olmadığı gibi davrandığı (daha kaba anlamıyla yalancı olduğu) bir dünyada kim, bir diğerine ne kadar sadık olabilirdi ki? Homo-modernicus’un hayvan ve bitki besleme, onu kendisine sadık kılma çabası da bu arayışın ürünü olarak ortaya çıktı. En sadık hayvanın ya da bitkinin (aslında köle olmaya en yakın adayın) en sevilen canlı sayılması boşunda değildi.

Kaktüs bunlardan biriydi. Homo-modernicus’un sadakat arayışının en metaforik örneği sayılabilirdi. Unutuldukça var olan bir bitkiydi. Dirayetli, inatçı, dayanıklıydı. O yüzden de homo-modernicus tarafından unutulmasına inat varlığını en güç koşullarda bile sürdürebiliyordu. Bakımsızlık ya da ilgisizlik ona içkin değildi. Unutulsa da, bakılmasa da, bir kenara da itilse varlığını sürdürebildiği için “sadık” sayılıyordu. Homo-modernicus’un bencilliğine, şişkin egolarına rağmen oradaydı. “Ben unutsam da, o beni unutmaz”dı. Kaktüs, “ben herkesi unutabilirim, ama kimse beni unutmamalı” mottosunun temsiliydi adeta. Aranılan sadık kölenin karşılıklarından biriydi.

Kardeşim bu homo-modernicus ne lanet bir şey ya. Of; yazdıkça nefret ettim.
Devamını oku...

1 Paralaks

Teorik olarak paralaks iki farklı noktadan gözlenen cismin değişen konumunu ifade eder. Bariz bi değişkendir aslında. Yukarıdaki kendiliğinden resim de aynı meziyetlere hasıl olmuş “şaşı bak şaşır” temaşasıdır.

Günlerden sıcak bir gün sürreal helüyalara gark olmuş iki kafe esiri gencin mevzubahis mekanda zikrettikleri zihin temaşası böyle bir şekle vakıf olmuştur. Konu görsel şiir, hikaye şuursuz anlar, yöntem metaforik cıvıtmalar. Yukarıda gördüğünüz resim böyle bir minvalde iki kişinin (biri konuşurken, öbürü resmederken) bünyeye hasıl ettiği bir tabiri caizse zortlatmadır. Resmin bilfiil analizini yapmak şu dakikadan sonra zorunlu hale gelmiştir ki, zaten paralakstan kasıt iki kişilik bu eserin kişilerden birinin bakış açısıyla değişken ve cıvık konumunu tespit etmektir. Analiz daha çok bu iki kişinin hangi rüyalarda olduğuna ilişkin önermelerde bulunacaktır.

Görünen o ki bu insanların kafası “zaman”la baya bir meşguldür. Aynı zamanda buna benzer resimlerin nette çokca olması bu insanların internet kurdu olma havlesine geldiğini de kanıtlar. Bu adam sürreal bir adamdır. Zaten üzerinde de yazmakta olduğu gibi “supermen” kırması “sürrealman” telaşındadır. Fakat etiketten de anlaşılacağı üzere satılığa çıkmış bir gerçek üstü kahramanla karşıkarşıyayız. Belki bunu çizen insanlar piyasaya gönülden bağlı olmayan umut canavarlarıdır ki böylece “ne yardan ne de serden geçirtirler” gerçeğini kabul etmişlerdir.

Kahramanımızın bünyede yer yer bulunan çızıkları ise damar veya bilimum sinir sayısını ifade etmektedir. İlk akla gelen “zıçan adam” olsa da “zıçmış adam” resmini tahayyül etmek daha gerçekçi bir gerçeküstülük olacaktır. Netekim bu iki insanın yaşam çizgileri avuçlarından çok belli olmayınca tarot falının gölgesinde bir zar atmadır alır başını gider. Geleceği belirsiz, sinir kat sayısı yüksek, karekök içinde yarıya bölünmeyi bekleyen tek şey umut hedehödösüdür. Netekim resmin matematiksel analizi şöledir: Öte yandan kahramanımızdaki zaman mefhumu, yaratıcılarının da etkisiyle öğlen vaktinden eksik kalmıştır. Üç, altı, dokuz olmasına rağmen on iki yoktur. Zamanı sonlandırmak istenmemektedir içten içe ve aynı zamanda. Gerçek üstü kahramanımızın bir de sosyal içerikli mesajları vardır.

İlk mesaj şudur: “Hiçbir derdim yok, senin gibi dört adam daha olsa beş olurdu.” Bu gayri safi fikirler ışığında denilebilir ki tez zamanlı gerçek üstü super sür kahramanımız. At arabasını dört kişini üzerine daha sürmektedir. Yazık!!!

Bu temel mesajdan hemen sonra pratik çözüm önerileri gelmektedir. Kahramanımızdan bir ses duyurur: “Yiyin Efendiler, Cocostar Yiyin” netekim bu Ahmet Davutoğlu’ndan alıntı bir sesleniştir. Burada ulusa seslenilmekte ve “ulu”sun korkma kastedilmektedir. Netekim tüm bunların pdf haline www.hayatbayramolsa.org adresinden de ulaşılabilmektedir. Ki zaten annelerimiz yeni dersten çıkmışlardır. Yavrularına kıyamayan anneler, çocukları için ders dinlemekte, not almaktadır. Belli bir suuure sonra kahramanımız ana stratejisini şu sözleri alıntılayarak açıklar: “Adam Olun; Titre ve Çaldır” A. H. Tanpınar.

Resimimizde kahramanımızın yanında ürkek gözlerle kahramanımızı kesen bir goca parmaklı elemanımız vardır. Ve suddenly azından bir cümle kopuverir: “Noooldu Lan!!!” Çok ilginçtir ki bu sayede Nooolmuştur? Bilinmez!!! Zaten Meloksikam etken maddeli Melcam ilacı modern tıptır. Sonuç itibariyle deva getirir. Bu aslında hedef gözetmektir ki anlamı diva Bülent Ersoy’un gurbanlık musiki şarkılarında gizlidir.

Velhasıl analizin sonunda soru şudur: “O Değilde Nasıl Olcak?” Dikotomik paralaks kuasarlarının epistemik şarabilizasyonundan çıkan vertigo kaotizmi böle bir şeydir.
Devamını oku...

1 Eurovision Hadisesi

Eurovision denilen saçma sapan hadise neresinden baksanız yalamadır. Kötü bir kitle manipülasyonudur. Gereksizdir. Derhal gündemden çıkarılmalı ve unutulmalıdır. Peki patlamalar ve hezeyanlar içinde bu hadise hakkında niye şimdi yazı yazıyorum? Çünkü diş ağrım geçmedi. O gece benim için her şey tam sakinleşmişken tvyi açtığımda gözüme ilişen Eurovision, alt dişimin üst dişime sert bir teması suretiyle diş ağrımın azmasına sebep oldu. Uzun zamandır unutmak için çaba sarfettiğim bu hadisenin yarattığı durumu tam olarak şöyle ifade edebilirim: kanal tedavisi gereken bir dişin Bim’den alınan %5 fındıklı, bir o kadar kakao, geri kalanı da azcık tadı olsun bari diye ucuz şekere abanılmış Sayley ile fırçalanması, sonrada pekmez ile gargara yapılması, boşlukların da soho ile de tamamen kapatılmasının yaratacağı buhran durumu. Tahribat çok açık…
Nedir kardeşlerim bana bir anlatıverin bu eurovisionun bu kadar gündem olmasını. Popüler kültür malzemesi olamayacak kadar küflü. Şarkılar desen içi geçmiş bir pop... Şov desen anca 50’lerde yaşasaydık vay be dedirtebilir. Ayrıca yeterince erotik de değil kitlelere mashar olsun. Politika, lobicilik vs. sanılanın aksine hiç tutmaz. Soğuk savaş dönemi propaganda araçları daha gelişkindir. Bir takım az gelişmiş ülkeler dışında kimin umurunda biri söylesin allahaşkına. Bir popüler kültür tantanası bile olamayacak kadar kötü, içi geçmiş ve küflü… O halde bu hadise salt bir travmanın ürünüdür. Çocukluğumuz boyuınca tek kanalın pompaladığı bu saçmalığın eziklikle birlikte beyinlerimize sirayet etmesi bir yere kadardır. Birinci de olduk. Daha ne istiyorsunuz. 1. Türkiye 2. KKTC! 3. Azerbaycan olacak şekilde ilk üçü zaptedinceye kadar bu fuzuli tantana sürecek mi acep. Olmadı seneye mutlu insan Salimi çıkaralım ve tamamına erelim. Salim yaa! dünyanın en mutlu insanı olması muhtemeldir. Tüm dünya milletlerine haloo desin. Bitsin bu ızdırap. Misal seneler sonra şöyle diyaloglar yaşansın:
-abi hatırlarmısın yürovizyon diye bişi vardı
–yok be hacı o neydi ki
–ya ne bilim ben de pek hatırlamıyom ama ölesine bişeydi işte, neyse karo papazını kim attı la…
Bunu en içten dileklerimle istiyorum. Yaşamak, görmek istiyorum. Bu yazının da kısa bir süre sonra kendini imha etmesini diliyorum. Yarınlarımız daha bir eurovisionsuz olsun. Şayet hala adını anıp muhabbet dergahına sokacaksak bu hadiseyi, topluca kulaklarımıza tornavidayı saplayalım. Bu bizim ayinimiz olsun…
Bak! Electronic Supersonic sesleri zihnimde beliriyor tekrardan. 2004 de Eurovision’a yok ülke Molvanya adına katılacaklarken Atatürk Havalimanında kokainle yakalanıp sınır dışı edilen, 2005 de ise Anti-Pope parçasıyla katılmak isterlerken diskalifiye olan Zlad’ı tekrardan analım. Bir travma nasıl son bulur dersler çıkaralım. Ben şahsen başlangıç olarak, geçenlerde Bimden Sayley değil elektronik keyboard aldım. Bir başka çocukluk arzusu orgumla mutlu ve mesut bir hayatın kıyısındayım artık.


Devamını oku...
SST Atölye