Alışamamıştı, alışamıyordu. İçine
hapsedildiği küçük dershane odasında yüzyıllar önce dedelerinin uğradığı
haksızlıkları sürekli sürekli Yavuz Sultan Selim’in başarısıymış gibi anlatmayı,
karşısındaki sevimli gözleri yaşanılanlardan bihaber yetiştirmeyi ve buna
zorunlu kılınmayı kaldıramıyordu. Yaşamlarının
en güzel dönemlerinde olan öğrencilerinin gözlerinin içine bakarak onlara yalan
söylediği her an ruhundan bir parça koparılıyordu. Arada; acaba diyordu bu
gözlerin arasında benim çocuk bakışlarım da var mı? Aile içinde anlatılanlarla okulda
anlatılanlar arasında yaşadığım gerginliği yaşayan bir göz. Arkadaşlarına
bakarak benim bildiklerimi bilmiyorsunuz diye düşünen, benim bazı şeyleri
bildiğimi bilseniz beni dışlarsınız korkusunu yaşayan küçük bir el. Ağzından
yanlışlıkla bir şey çıkarmamak için çocukluğu bile yaşayamayan susan bir
dil.
Hatay’da küçük bir odada başlayan
yaşamında, yanlış bir ülkede tarih öğretmeni olmak için yanlış etnisiteden ve
yanlış mezheptendi Yasemin. Vergi
verdiği devletin akrabalarına karşı savaş hazırlığı içinde olması bile yaşamdan
ve andan yeterince tiksindiriyordu. Fakat günde on saat ders anlatma, yüzlerce
test sorusu hazırlama arasında yaratabilirse bir nefeslik an ve bulabilirse
birkaç dost yürekle karşılıklı atılacak birkaç kadeh bile neşesini ve yaşam
enerjisini geri getirebilecek kadar da yaşam doluydu. Ona bile el uzatılmaya başlanmıştı, küçük
nefes alma isteğine, sığındığı ince uzun kadehlere.
Yaşayabilmek için çalışmak
zorundaydı, kardeşlerine düzenli harçlık göndermek zorunda olmasa belki de çoktan
bırakmıştı dershaneyi. Fakat sürekli şişen kredi kartlarının gölgesinde her
sabah yeni bir güne değil yeni bir çalışma gününe uyanıyordu. Gene şişmişti kredi kartları ve müşteri
hizmetlerini arayıp limit artışı talebinde bulunması gerekiyordu, “umarım”
diyordu içinden “işlemimi hızlı sonuçlandırırlar”, yeni taşındığı evin
depozitosunu ve taşınma masraflarını ödeyebilmek için kuyumcudan altın almak ve
daha sonrada gidip o altını başka bir kuyumcuya satmak zorunda bile kalmıştı.
Öğrencilerine dağıttığı testlerin çözülmesini beklerken zihninde müşteri hizmetleriyle
nasıl konuşacağını defalarca yaşıyordu.
O an bankanın müşteri
hizmetlerinde karşısındaki numaralara bakıyordu Alper, hiçbir zaman
sıfırlanmayacak olan sırada bekleyen müşteri sayılarına. Telefonun diğer
ucundakiydi O, her zaman aradığınız tüm küfürleri etmeyi hak gördüğünüz,
bankanın şeytani yüzü. Büyük bir
insansızlaştırma ve böylece daha fazla kar etme politikasının görmediğiniz
mağduru. Boktan bir çay molasında bile süpervizörü tarafından lokmaları
boğazına tıkılan beden, sürekli konuşmaktan geceleri rüyasında bile konuşan
ses. Anlamını bile bilmeden iktisat bölümünü seçmiş ve sonucunda sekreter olmuş
beyin. 40. müşterisini bekliyordu, küçük
bir açılma sesi ve daha sonrasında derdini anlatmaya başlayan bir ses, sorulan
sorular vb. sürekli sürekli içine hapsolduğu döngü.
“Buyrun ben Alper nasıl yardımcı
olmamı istersiniz” cümlesiyle başlamıştı tekrar konuşmaya, arkasından uğultulu
bir ses olan bir kadın derdini anlatmaya çalışıyordu, önce kimlik bilgilerini doğrulaması
için ezberlediği soruları sordu.
“Buyrun” dedi “Yasemin hanım size
nasıl yardımcı olabilirim”
“Kredi kartı limitini arttırmak
istiyorum”
“Ben başvurunuzu ilgili birime
iletiyorum”
“Bir de” durdu biraz bekledi Yasemin “iletişim adresimi güncellemek istiyorum”.
İletişim adresini güncellerken
bir tuhaflık fark etti Alper, apartman adı, sokak, “ama” diyordu içinden “bu
benim apartmanım”, Yasemin daire
numarasını söylediğinde küçük çaplı bir şok yaşadı Alper daha geçen günlerde
karşısına taşınan kadındı telefondaki ses. 1.65 boylarında ince ve zarif
fiziğiyle oldukça güzel bir kadın. İçinden küçük bir muzurlukla son ekstre
bilgilerine baktı, kadın hakkında daha fazla bilgiye sahip olmak istiyordu.
Evet diye düşündü, bilmem ne kuyumcusunda yüklü bir alışveriş demek ki altına
ve takıya düşkün bir tip, uzak durmakta yarar var. Birkaç mağazanın taksitleri,
bol bol dedi kıyafet alışverişi tam çıtkırıldım yani, uzak duran ayaklarım daha
uzak durmalı.
Günü yoğun geçmişti Yaseminin bir
yandan yeni taşındığı ve yeni taşındığı için alışamadığı evi yerleştirirken bir
yandan da bölüm başkanının istediği soruları hazırlıyordu. Kaçamak zamanlarında
ise facebookda birkaç eş dosta laf atmak istiyordu. Facebook’u açtığında tam
olarak kavrayamadığı bir şeyler paylaşılıyordu, sürekli bir isyan hali, önemli
çok önemli bir şey olmalıydı. Televizyonu açtı, haber kanallarına dolaştı büyük
bir olaydan bahsedilmiyordu, arada penguenlere daldı gözü eskiden de izlediği belgesele.
Paylaşılan bir fotoğraf neler
olduğunu anlatmaya başlamıştı Yasemin’in yorgun zihninine “devrim televizyonlardan yayınlanmayacak”
yazıyordu fotoğrafta. Yaralı milletvekilinin durumuna dair paylaşımları görünce
koca bir oha sesi çıkardı, başka bir milletvekilinin ise herhâlde gazı
özlemişlerdir şeklinde yaptığı yorum ise sinirlerinin daha da gerilmesine yol
açmıştı. Televizyondan bir şey gösterilmese de oradan buradan canlı yayın
şeklinde paylaşımlar yapılıyordu. Alsancak’tan yayın, İstiklal’den yayın. İnsanlar an’ı paylaşmaya başlamışlardı,
tomalar altında kalan eylemcilerin haberleri, yaralıların haberleri, avukat
numaraları. Devasa bir ağın içinde kaybolmuştu, neler kaçırmıştı ki neler
olmuştu, bir süre sonra düşen bir fotoğraf olayların nedenini anlamasına
yetmişti, kırmızı kıyafetli bir kadının yüzüne sıkılan biber gazıydı
fotoğraftaki an. Sinirlenmişti, hafiften avuçları terlemiş bir şeyler yapmak
istiyordu, bir şeyler yapabilmek. İnsanlar
bir yerlerde acı çekiyordu ve televizyonlar hiç bir şey göstermiyordu, büyük
bir sessizliğin içine gömülmüştü –an-.
Paylaşılanları o da paylaşmaya başladı, eğer varsa yaşanılanları
bilmeyen birileri belki değebilirdi,
olaylara dair her videoyu, her fotoğrafı paylaştı, o an elinden başka bir
şey gelmiyordu, sadece izlemek ve paylaşmaktı etkisi.
Karşı dairede Alper’in ise
aklındaki tek soru neden televizyonların sessiz kaldığıydı. Medyaydı ya bu
amacı olanı olduğu gibi anlatmak olmayan, aksine olayı yönlendirmek olan ağ
sessiz kalmıştı. Bu sessizlik içine şüphe düşürmüştü Alper’in, acaba diyordu
içinden bu sessizleşme; korkudan ziyade olayları daha da alevlendirmek için
atılan bir adım mı? Avrupa borsaları dalgalanmaktaydı ve dolar müdahaleyi
gerektirecek sınıra yaklaşmıştı, altın hızla düşerken bir yandan da FED’in
açıklamasına göre insanlar pozisyon almak için beklentideydi. Medyada
anlatılanların aksine diken üstündeydi ekonomi çevreleri ve her an kriz
yaratan, krizden beslenen bir sistemin şiş göbekleri ise ufak bir hareketlilik
bekliyorlardı. İçinde daha da büyük bir şüphe oluşuyordu düşünceler arasında
dolaşırken, acaba polislerin şiddeti, anlamsız şiddeti ve insanları sinirden
köpürten hareketleri medyanın duruşuna paralel olabilir miydi? Bilmeden,
istemeden de olsa bu olayları daha da büyütmek için hareket ediyor olabilirler
miydi yoksa direk olayları alevlendirin emirlerini mi almışlardı?
İnsanlar sokaktaydı, insanlar
medyaydı, insanlar aktifti, insanlar alevlenmişti, olayları anlayamıyordu Alper
beyni iflas ederken küçük bir bira molası vermek istedi. Soğuk bir bira belki
düşüncelerini toparlamaya yeterdi. Mutfağa
doğru ilerlerken kapısı çalındı gelen Yasemin’di eğer varsa bir miktar türk
kahvesi istiyordu. Uzun zamandır unuttuğu bir hareketti bu karşı komşunun bir
şeyler istemesi, kadının hareketi ve kahveyi isterken ki nezaketi tuhaf
gelmişti. Bankada bilgilerine baktığında zihninde yarattığı imgeden daha farklı
bir boyuttaydı sanki kadın, öz hakiki tük kahvecisi Mehmet efendi kahvelerinden
iki fincanlık kadar verip Yasemini uğurladıktan sonra odasına geçip birasını
yudumlarken “İnsanlar can çekişiyor bu
haspam kahve peşine düşmüş” diyordu.
Türk kahvesi içine atılan gribinle
uykuyu açma taktiğini babasından öğrenmişti Yasemin, içinden bir şeyler uyumasını
istemiyordu. Uyumaya karşı savaşmak, gelen haberleri yayma görevini hakkını
vererek gerçekleştirmek istiyordu, hiç bilmediği cafelerin, iş yerlerinin wifi
şifrelerini, o an güvenli olabilecek yerleri paylaşıyordu. Bir isyanın içinde
olmasa da adım adım yaşıyordu, isyanın ateşi sarmıştı bedenini ve isyan anında
uykuya yer yoktu.
Yasemin’in paylaştığı her ileti
her durum güncellemesi sıkıştığı yalnız olduğuna inandığı hayatında yalnız
olmadığını bağırır nitelikteydi. “Rahatsız olan, içinde öfke barındıran sadece
ben değilmişim” diye düşünüyordu.
Sinirlendikçe rahatlıyor, rahatladıkça içini büyük bir heyecan
kaplıyordu. Nasıl ama nasıl hareketlenmişti insanlar, tepki duyduklarını
hatırlıyordu, başbakanın ağzından çıkan her sözün nasıl yaşam alanına müdahale
ettiğini, televizyonda gösterilen rezistans reklamlarını, iki kelimeyi yanyana
getirip cümle kuramayan milyonerleri,
cemaatçilik ayağıyla zengin olanları, kpss sınavında, üniversite
sınavında yaşanılan kopya skandallarını, yakınında herkes işsizken sürekli az
gösterilen işsizlik oranlarını, her gün bir yerde ortaya çıkan kadın
cinayetlerini ve en önemlisi her gün özgürlüğünden kopan parçaları. Yaşamına
bakıyordu ilk gençlik yıllarında kurduğu hayallerden geri kalan kırıntılara, öğrencilerinin
gözlerine utangaç bakışlarını hatırlıyordu onları bekleyen daha fark
etmedikleri korkunç geleceği. Belki gelecek için bir şeyler yapılabilirdi
artık. Biz kaybolsak da onlar için direnebilirdik.
Direnmek, baskıya karşı direnmek.
Değişik yerlerden yapılan canlı yayınları izlerken umarım diyordu Alper
gençlerin başına beklemedikleri olaylar gelmez. Camilerin altına yapılan
marketleri bile yandaş cemaatlere kiralayan bir anlayışın ellerindeki din
pazarını kaybetmemek için askerlerini alanlara dökmemesi beklenemezdi.
Ellerinde sopalar ve tekbir sesleriyle mahallere kontrolsüz dağılmış bir
kalabalık kulaklara imkansız gelse de çok ama çok daha kötüsünü yaşamıştı bu toprakların
sakinleri, 6-7 eylülü, darbeleri... Her
acıdan bir parça kalmıştı bu topraklarda. Sosyal medyada takip ettiği farklı
politik görüşlü insanlardan benzer iletiler gelmesine şaşırıyordu. Aynı masada,
aynı tabağa kaşık daldırmayacak kadar nefret dolu insanlar öfkede
ortaklaşmışlardı. Bir öfke patlamasıydı sanırım yaşanılanlar. Öfkeyi patlatan
gezi parkı mıydı yoksa bilerek mi patlamıştı bilmiyordu ve içinden umarım
diyordu kendiliğindendir bu hareket. Kendiliğindense birçok anlamı barındırır içerisinde.
Cumhuriyet mitinglerinden kalma
bir bayrakla sabahın ilk ışıklarıyla sokağa attı kendini Yasemin, hedefinde Taksim vardı, ara sıra
arkadaşlarıyla takılmak için gittiği Taksim’e bu sefer onu almaya
gidiyordu. Nasıl alacaktı, başına neler
gelecekti bilmiyordu tek isteği orada olmaktı, orada direnişin içinde olmak.
Mustafa Kemal’in askerleriyiz sloganını atan kalabalığın içine daldı, Mustafa
Kemal birçok insandan daha farklı anlamlar taşıyordu onun için, çoğu insanın
bilmediği tarih kitaplarında geçmeyen bir iç savaşı bitiren adam. Dedelerinin komşuları tarafından katledilmesini
ya da tersini engellemişti. Gizli kapalı da olsa onun açtığı yol sayesinde
ibadetlerini rahatça gerçekleştirebiliyorlardı. Kötü günler unutulmuştu fakat
kadim korku vardı hem kendisinde hem de tüm akrabalarında. O kadim korkunun
alevlendiği günlerde sarılacak tek kişi vardı onun gözünde Mustafa Kemal.
Gözüne çarpan pankartlarda algı
yönetiminin ters tepişini okuyordu Alper
taksime çıkmaya savaşırken. Uludureyi
unutturmak için kullanılan kürtaj tersine çevirerek pankartlaştırılmıştı. Neydi
ki Uludere, hükümet yandaşlarının iddia ettikleri gibi iyice köşeye sıkışan
Pkk’yı kurtarmak için uzaktan bir dokunuş muydu yoksa pek dile getirilemeyen
kaçakçılık yollarına ve böylece kaçakçılık üzerinden güç dağılımına yön vermek
için yapılan bir devlet müdahalesi miydi? Cevapları pek bulunamazdı belki de basit bir
kazaydı. Arkadan gelen grup Mustafa
Kemal’in askerleriyiz sloganlarına karşılık kimsenin askeri değiliz sloganının
atıldığı kalabalığın ortasındaydı. Hiç kimsenin askeri değilim kardeşim diyordu
içinden, sizin bu zihniyetiniz yüzünden şu an bu acıları yaşamıyor muyuz? Tek
dil, tek bayrak, tek din. Olmuyordu, oturmuyordu zorlamayla tek tipleştirmeye
çalıştılar ama olmadı. Elit bir kesim
yaratıldı, o elit kesim kaybetti gücünü, şimdi ise Mustafa Kemal’in askerleriz
sloganıyla eski gücünüzü geri almak istiyoruz ama yemezler. Daha dün akşamki kravatlı halini hatırladı, o
halinden çok uzakta bir gecede öğrencilik yıllarına hızlı bir dönüş yapmıştı. Çakma bir maske ve solüsyonla daha da öne
geçmek istiyordu, boğazını yakan yoğunluğa inat ilerlediği her adımda daha da
nefes alıyordu, tanımadığı bilmediği insanların arasında hatırlayan bir Ben’di.
Sevişirim evlenmem, hamile
kalırım doğurmam pankartını taşıyan bir kadının yanında yürürken içindeki “sana
ne lan bedenimden, nasıl doğuracağımdan, kimden doğuracağımdan“ çığlığını
durduramıyordu Yasemin. O günlerde
yaşanılan tartışmalardan ne kadar etkilendiğini daha yeni yeni fark ediyordu,
attığı her sloganda, gördüğü her pankartta içinde bir yerlerde saklı kalmış tepkileri de patlatıyordu.
Maça mı gidiyordu yoksa direnişin ortasında mıydı anlayamıyordu Yasemin, gerçi
maçada hiç gitmemişti fakat birkaç defa denk gelmişti bu dile. Futboldan
anlamasa da hiç takım tutmasa da sempati besliyordu Çarşıya. Van depremi sonrasında kampanyalarını
duymuştu ve o meşhur keskin zeka sloganları,” gel bakalım gel bakalım” diye
bağırmadan kendini tutamıyordu fakat ah o küfürler.
İyice havaya girmişti Alper,
“zıpla, zıpla zıplamayan…” beklediğinin
aksine eğleniyordu. Biber gazlarının etkisi kahkaha attırmak olmalıydı. “Zıpla,
zıpla zıplamayan…. ” politik dilini
delikanlılık üzerinde inşa etmiş bir insana en sert tepki bu tribün dilinden
geliyordu.
Susan vicdanlara seslenmek için sokak
köpeklerinin fotoğraflarının altına “bir araba gelip çarpana kadar şimdilik her
gün dayak yemek zorunda” yazılır ya tam
da o halin insanlaşmış formudur Tarzan. Adını kendi de unutmuştur, belki de
unutmak istemiştir. Cepçiliktir geçim
kaynağı, girilmesi tehlikeli olan sokakların sahiplerindendir, tıpkı geceleri gezi
parkının da olduğu gibi. Bir şafak baskınındaki şiddetten ayaklanmıştı insanlar
oysa kendisi hemen hemen her sabah aynı muameleye maruz kalıyordu. Tekmeyle
uyandıran, polis – vatandaş. Üniforma fark etmiyordu şiddetin boyutunda, sadece
polisler tekniklerini geliştirmişlerdi. Dayakla uyandırılmak konusunda kendisi
gibi olmayanlarla ilk defa ortaklaşıyordu fakat kendisi yüzlerce kere maruz
kalsa da bu muameleye haklarını savunmak için yürüyen tek bir insan bile
olmamıştı. Doğduğundan beri an’a kadar “Hak”
da kalmamıştı Tarzan’ın gözünde “insanda”. Sabahtan beri yaşadıklarını
anlamlandıramıyordu. “Öne gidiyorsan benim maskemi al” demişti bir
okullu, geriye doğru koşarken ayakları
birbirine dolanıp sendelediğinde ise başka zaman olsa korku dolan gözlerle ona
bakıp yolunu değiştirecek olan bir kadın Tarzan’a sarılıp düşmesini
engellemişti. Şimdi ise Rojin’le omuz
omuza en ön saftaydı. Tam polise taş atacakken engellemişti Rojin, Tarzan ciğerlerine
dolan gazın etkisini suyla bastırmak isterken de Tarzan’ın su içmesini
engellemiş kusmasını sağlamıştı.
Hayatında ikinci defa bir insanla omuz omuzaydı, tam olarak neye karşı
olduğunu bilmiyordu, Rojin’in kim olduğunu Rojin’in neye karşı olduğunu da ama
tuhaf bir biçimde güveniyordu. Kolkola
kenetlenip yürürken bileğinden başlayıp omuzuna kadar çıkan sıra sıra façalar
Rojin’i rahatsız etmiyordu, neden bu kesikler diye sormamıştı Rojin, Tarzan’a hayatında ilk defa bir insan kesikleri
sormamıştı.
1 Mayıs’a katılmamıştı Rojin,
Taksime çıkmak için uğraşmak Taksimin simgesel değerini tekrar tekrar üretmek ve
bu üretilen değere oluşan baskıyla denetlenmek, kontrol edilmek ve belki çıkılırsa
atılacak saçma zafer çığlığına bulaşmak istememişti. Şehir planlamacıların yönlendirme
politikalarına inat öngörülemeyen yerlerde toplanmayı teklif etmişti. Öngörülemeyen yerlerde toplanmak, rant
alanlarında değil mahallelerde toplanmak orada direnmek; eylemi, kutlamayı anlamlı kılabilirdi. Şimdi
ise Taksimi almak için en ön saftaydı, meselesi
ne ağaçtı ne de neo-liberal politikaların üzerinde yarattığı etkiye isyandı.
Meselesi daha derindi, hafızasından
çıkmayan bir çocukluk anısında saklıydı isyanı. Köy meydanında babasının ve
akrabalarının çırılçıplak soyundurulup askerler tarafından dayak atılması
anısıydı bu, olaydan iki ay sonra gelmişti babasının cenazesi. Çocukluk
oyunları parklarda kaydıraklar değil de bahçelerinde buldukları bombaları
yaktıkları ateşin içine arkalarına saklandıkları kayadan atarak ne kadar
şiddetli patlayacağını duymaktı. Bombanın sesi onun çocuk gözlerinde hem oyun
hem de korkuydu. Büyüyünce ise İstanbul macerası, gecekondularda yaşam
mücadelesi. Çözüm süreci denilen süreç
önemsizdi onun gözünde, babasını akiller denilen showgirl’lerin gösterileri
için kaybetmemişti. O insanlar anlayamazdı bombaların kokusunu, daha birkaç ay
önce dağda domuz yiyorlar yazan biri çözemezdi bu sorunu. Önderi de yoktu, önderlik geyiğini
umursamıyordu, kendini tanrı sanan kimin kucağına oturduğu belli olmayan bir
adam artık benden de tarihimden de uzak dursun diyordu. Yoldaşı yoktu artık,
yolu yoktu sadece öfkesi vardı, her adımda kendini belli eden öfkesi. O öfkeye
yer yoktu o an, kontrol edebilmesi gerekiyordu,
hem kendisi için hem de omuz omuza direndikleri için. Biliyordu
birbirinden farklı hayat hikayeleriydi kol kola girdikleri, birbirinden farklı
öfkelerdi ve büyük çoğunluğu ise acemi isyancı.
Bir biber gazı, ikincisi derken
seri halinde sayılamayacak kadar atılan biber gazları. Öldürmeye geliyorlar
diyordu Rojin, arkasındaki kalabalığın ara sokaklara hızlıca kaçıştığını gördü,
yanındaki Tarzan’ın mermi sıkın lan bağırışları arasında güvenli geri çekilme
planları yapıyordu. Hadi artık diyerek uyardı bir süre sonra Tarzan’ı, koşarak
ara sokaklardan birine girdiklerinde ise yolun ortasına sendeleyen bir kadın
gördü Rojin.
Nefessiz kalmıştı Yasemin;
uykusuzluk, gece boyunca yaşadığı sinir
patlamaları ve gazların etkisi. İnsanların kaçışları arasında umarım birisi
arkadan bana çarpmaz diyordu, yerde bir noktayı odaklamak istiyordu
bakışlarında ama olmuyordu, dizlerini kontrol edemiyordu, terlemiş avuç içleri,
kızarmış ve uyuşmuş bilekleriyle artık daha fazla dayanamayacaktı. Rojin Yasemin’e doğru o düşmeden
yakalayabilmek için koşarken Tarzan çoktan Yasemini kucağına almıştı. Gaz
bulutu arasında zar zor seçilen bir el kendilerine gelin işareti yapıyordu.
Alper’di bu işareti yapan, “üçüncü katta hemşire var” dedi Alper yaralıyı
taşıyan Tarzan ve Rojin yanına yaklaştığında
“oraya çıkartın”
Apartmanın üçüncü katı bir
travestinin eviydi ve başörtülü bir hemşire gelen yaralılara imkanlar dahilinde
ilk müdahaleyi yapıyordu. Umarım başını çarpmamıştır dedi hemşire Yasemin’in göz
kapaklarını açıp göz bebeklerine bakarken. Yaralının yatırılması gerektiğini
söyledi. Rojinle hemşire yaralıyı travestinin yatağına yatılırken odaya giren
Alper gördüğü manzara karşısında şaşkınlık içindeydi. Özel alan-kamusal alan bilumum
alan tartışmalarının, bilinen kimlik tartışmalarının öldüğü bir an’dı. Rojin yaralının elinden sımsıkı sıktığı
bayrağı alıp, katlayıp yaralının çantasına yerleştirirken Alper’de yaralının yüzündeki
maskesinden yüzünün boşta kalan bölümünü suyla temizliyordu. Yaralının yüzüne
odaklandıkça tuhaf bir şekilde yaralıyı tanıdığı hissi kapladı içini ama zaten
anlamsız diyordu, şu an herkes tanıdık değil mi, şu an direnen herkes tanıdık…