"Öyleyse, dedi, beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onlar(ı saptırmak) için senin doğru yolunun üstüne oturacağım."
"Sonra (onların) önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve sen, çoklarını şükredenlerden, bulmayacaksın."
(Allah) buyurdu: "Haydi, sen, yerilmiş ve kovulmuş olarak oradan çık. And olsun ki, onlardan sana kim uyarsa, (bilin ki) sizin hepinizden (derleyip) cehennemi dolduracağım." (A'RAF/16-18)
Gerçeklik algın değişecek diyordu elinde neşteriyle üstüme doğru uzanırken. Önce dudağının sağından başlayacağım, hafiften yukarı doğru kavisli keseceğim, daha sonra ise solundan... Neşter ojeye dönüşüyordu yanağıma yaklaşırken, koyu kırmızı bir oje. Önce sağ yanağımı boyadı sonra ise solumu... Tepkisizce onu izliyordum, hareketlerini, gülümsemesini. Onu itmek istiyordum, üzerimden fırlatmak ama gücüm yetmiyordu, kasılmıştım. Dudaklarımın yandığını farkettim, ojenin değdiği yerler yanıyordu, pis bir koku yayılıyordu dudaklarımdan; yanan et kokusu değildi ama bu anason kokusuydu, içimde garip bir kusma isteği.
Yatağa kusmamak için fırladım yataktan, nereye gideceğimi bilmiyordum, bu evi tanımıyordum, yalpalıyordum, adımlarımda bakışlarımı yere odaklamış lavabonun hangi tarafta olduğuna dair bir ipucu arıyordum. Biri kolumdan yakaladı ve sürüklemeye başladı, düşmemek için mücadele ederken birkaç adım sonra lavabodaydım, küvete doğru büyük bir patlama.
Saçımdaki ıslaklığı hissediyorum, birisi saçlarımı yıkıyor, çok mu sıcak sorusunu duyuyorum fakat kim bu bilmiyorum, tanıyamıyorum bu sesi. Hayır anlamında kafamı sallıyorum, dudağıma değen sıcak su serinletiyor yanıklarımı, tamam diyor ses gel. Tekrar sürükleniyorum, kalktığım yatakta buluyorum kendimi.
Elleri kanlıyken ben iğrencim affet diye ağlıyor, ellerinin nasıl kanlandığını anlamıyorum, vücudumu dinliyorum acı yok, his yok. Zor da olsa kan diyorum. Yüzüme sürüyor...
Tekrar bir mide bulantısı, çok ama çok sert bu sefer aniden fırlıyorum yataktan kırmızı görüyorum her tarafı ama ayaklarım ezberlemiş yolları, küveti kendisi buluyor, büyük bir patlama gene bir öncekinden daha büyük, duvarlarda kan izleri.
Günaydın diyordu uyandırırken, “hadi kalk, amma da horluyormuşsun”, diğer odadaki yatakta başka bir adam var, kimdi o hatırlamıyorum. Hadi diyor çıkalım, güzel bir kahvaltı belki de sonrasında güzel bir film. Zorda olsa kalkıyorum yataktan, saçlarım hala nemli, saçlarımı kim yıkadı diyorum adamı gösteriyor, o yıkadı.
Birkaç saat sonra eski filmlerin tekrar gösterildiği bir sinemadaydık, sinemada taciz etmeyi severim cümlesine kanarak gitmiştim. “Hangi film?” Batman’in afişini işaret eti, Batman olur mu ki? Olabilirdi, zamanında tv ekranına hayranlıkla izlediğim karakterdi. “Bana uyar”, nasıl olsa hala ayılamamıştım, o an tüm filmler bana uyardı.
Amerikan kültür endüstrisi tarafından yaratılan çocukluk efsanelerimizden biriydi Batman, kentimize hiç uğramadı, oysa o kadar çok bekleyeni vardı ki, bir de uğramayan örümcek adam vardı. Örümcek adamın uğramamasını anlıyordum, nasıl gelecekti ki taa buraya kadar ağını atıp havalarda zıplaya zıplaya gelebileceği bir gökdelenimiz yoktu. Film başlarken çocuk bakışlarım aklıma geliyordu, Parliament Sinema Kulübü yazısını heyecanla beklemem. İlk izlediğim filmdi o seride belki de o yüzden Parliament’i hala özel bir marka sanıyordum. Canımda sigara istiyordu ah diyordum keşke açık hava sineması olsaydı.
İki ezeli düşman, bir tarafta Batman bir tarafta Joker, kültür endüstrisinin kutsalı ve murdarı, biri olmadan diğeri anlaşılmaz, birbirleri üzerinden anlatılırdı. Batman filmde yaratılan dünyadaki gerçek karakteriyle kentin en zengini, en büyük şirketin sahibi. Bu zenginliğiyle birlikte sahiplenmiş kentini ve vatandaşlarını; yardımsever, yatırımcı, iyi aile çocuğu, yanında çalışanları ailesi gibi kabul etmiş. Daha çocukken zihnimize sokulan burjuva karakteri, nazik kültürlü ve kötülerin ve kötülüklerin karşısında, güçlü, sportif. Çocuk bakışlarımla hayranlık duyduğum karakter o an midemi bulandırıyordu, bu bulantıda akşam devirdiğim dublelerin de etkisi vardı.
Harbiden ne olmuştu, dün gece kayış nerede kopmuştu, Urla’da sahil kenarında bir balıkçıdaydık, salaş bir havanın yaratılmaya çalışıldığı ama bu havanın zorlama yaratıldığı belli olan bir mekan. Mekanı pek sevmezdim ama balık konusunda uzmandılar. Günlük taze balık bulabilirdiniz, tabi bu balık denizden koşup gelmezdi tabaklarınıza, az ilerdeki balık çiftliğinin ürünüydüler. Rakı-balık ve Zeki Müren şarkıları, ılık bir havada daha ne istenir ki. Bir duble, bir duble denilirken başlayan bir kopuş...
Ve Joker, kentin dizginlenemez yıkıcısı, istediği sadece yıkım, var olmadığı, dışlandığı kentin yıkılması, patlaması. Nedensiz bir yıkım olarak sokulur burnumuza saf kötülük. Çünkü güzel kentimizde rahat rahat yaşamaktadır şehrin sakinleri. Joker, kültür endüstrisinin yarattığı dünyada tüm olumsuzlukları cisimleştirmiştir bünyesinde, çirkindir, dişleri sarı, göbekli. Arka sokakların adamıdır, arka sokakların isyanı, dolandırıcıdır, hilekar, bir o kadar da dengesiz. Gösterişli olmaya çalışır kıyafetlerinde, gülüşünde, hareketleri abartılıdır, Batman’in karşısında şov yaptığını, sadece gösteri nesnesi olduğunu karakterin yaratıcıları Joker’in her hareketinde altını çizerler. Bu kalın çizgi Harlem’i anlatan birçok yapımda gözümüze sokulur, Harlem’in sakinleri altın düşkünü, gösteriş budalası ve psikopatlardır.
Jokerle Batman arasında kapışma başlar ve olabildiğince devam eder; beyaz ve siyahın kapışmasıdır bu, kazanan tabi ki beyaz olacaktır, siyah ise layık olduğu yeri, kanalizasyonu boylayacaktır. Öyle bir ruh hali yaratmıştı ki sanki joker şuradan, perdenin arkasından çat diye çıkacakmış gibi, ama Batman sadece özel anlarda, ihtiyaç olduğunda ortaya çıkar ve o çıktığında yani güneş doğup kurtarıldığımızda ona uzun uzun hayranlıkla bakmalıyız, sanki bir daha göremeyeceğimiz eski sevgili gibi.
Joker ne kadar uzak anlatılsa da ne kadar abartılsa da bizdik, bir yerlerde bir anda ortaya çıkan biz. Yüzünde devasa bir gülümseme vardı ama bu gülümseme devamlı eğlendiği anlamına gelmiyordu ya da şakacılığının, çocukken kesilmişti yüzü ve joker hem o kesiği bastırmak hem de tekrar tekrar üretmek için boyuyordu, bu bir nevi popüler kültürün sürekli üzerimize dayattığı eğlence anlayışıydı, gülmeli ve olabildiğince mutlu olmalıydı “insan”, insan gibi yaşamdı bu, yaşamın amacı mutlu olmaktı ve mutlu olmak ise dibine kadar eğlenmek, eğlenilmeyen her an ölü bir andı. Bu sürekli pompalanan eğlence anlayışı üzerinden yaratılmıştı devasa bir tüketim ağı, tükettiğimiz kadar yaşıyor ve tükettiklerimiz üzerinden tanımlanıyorduk. Bu anlayışla bankaların gönüllü köleleriydik, üretilmiş her tatil öncesi ekranlarımızı kaplayan kredi reklamları, her mekanda bulunan neredeyse tüm bankaların post makinaları. Mutsuz olabilirdik, makul ve makbul görülen tek mutsuzluk aşkın getirdiği mutsuzluktu ve aşk en fazla pazarlanabilir olandı.
Jokerin yüzündeki kesiklerle gülümsemesi bizim gülümsememizdi, ama o farkındaydı isyanın, isyan edilmesi gerektiğinin. Joker belki de bu nedenle isyanın farkında olmayanları ölümcül sinir gazıyla güldürerek öldürüyordu, her gün yaşanılan sarsıntılarla yavaş yavaş tükenmektense yarattığı tek depremle yaratıyordu yok olmayı.
Jokerin yüzüne odaklanırken, kendi yüzümü incelediğimi fark ettim, dün geceki korkulu rüyamı, neden kesiyordu ki yüzümü, bilinçaltım neyi haykırıyordu, neden koruyordu beni. Gece yarısına kadar içmiştik karşılıklı, içinde sıkıntısı vardı, paylaşamadığı bir derdi. Daha sonra o adam geldi, onu kocam beni sevgilim diyerek tanıştırdı. Oradan bir önce kalkmak ya da olan biteni anlamaya çalışmak arasında kalmıştım, ortamı kaldırabilmek için daha fazla içkiye sarılmıştım, daha fazla daha fazla ve sonra... Kopmuştu kayış hatırlamıyordum, o an gidememiştim fakat şu an kalkıp gitmeliydim, Joker olabilirdim fakat Jokerleştirilmenin acısını kaldıramazdım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Anonim kullanıcı olarak göndereceğiniz yorumlarda mail ya da blog adresi gibi iletişim adreslerinizi belirtmeniz önemle rica olunur.