Her
şey bilinmeyene karşı hissedilen tarifsiz kendini koruma refleksiyle
başlamıştı. Atalarımızı hayatta tutan tam da bu oldu belki. Türümüzün
devamlılığını sağlayan ve süreç içinde gelişen reflekslerimiz... Korkularımız
sayesinde uzaklaşmayı, kaçmayı, tehlikeden kendimizi korumayı öğrendik. Genel
olarak “bilinmeyen” ve “korku” arasında hep bir bağlantı oldu. Eğer
korkmasaydık üstüne giderdik, varoluşumuzu tehlikeye atacak türlü saçmalıklar
korkusuzluğun neden olduğu girişimcilikle başlayabilir ve bu da türümüzün
sonunu getirebilirdi. Aslında korkarak hayatta kalmayı öğrendik. Korkularımız
karşısında verilen her cevap zaman içinde bir çoğunu yenmemizi sağladı. Geriye
kendi yarattığımız ve bir türlü açıklayamadıklarımız kalınca da inanmayı tercih
ettik. Zamanı geldiğinde öylesine büyük korkular yarattık ki, en kutsal
saydığımız metinler bu korkular üzerine inşa edildi. En büyük korkuyu hep en
bilinmez olandan bekledik. Yetmedi, bire bin katıp korkumuzun kaynağı olan
bilinmezliği bir sürü çetrefilli hikayeyle besledik. Herkesin korkusunu bir ve
aynı kılmaya çalışıldı. Uhrevi olana karşı duyduğumuz korku yetmemiş olacak ki
haklarımızı bir bir devrettiğimiz ve yine kendi yarattığımız dünyevi tanrımız
devletten de korkmaya başladık; aslında korkmadık, korkutulduk. Uhrevi olandan
dünyevi olana her şey bizim için birer korku kaynağına dönüştü. Oysa
varlığımızı sürdürmek için bu kadar da korkmaya ihtiyaç duymuyorduk artık. Dolayısıyla
korku kültürel ve inşa edilmiş bir duygulanıma doğru evrilmiş oldu. En eski
reflekslerimizden biri artık varlığımızı sürdürme aracı olarak değil, bizi
tahakküm altına alma aracı olarak kullanılmaya başlandı.
Neyse
ki kahramanlarımız vardı da, korkularımızı bir parça olsun ortadan kaldırmamızı
sağladılar. İlk kahraman, İran mitolojisinde Şah Tahmasp’ın Quahtarasp tarafından
tahtından mahrum edilen oğlu oldu: adı Kahraman’dı. İlk kahramanımız şimdikiler
gibi yenilmez değildi, basbayağı hakkı yenmiş ve kenara itilmiş bir mağdurdu.
Kimsenin işine gelmemiş olacak ki kendisini hemen unuttuk. Mağdurdan mağrura
doğru yol adlı kahramanlar. Bize yenilmeyen, korkularımızla başa çıkabilecek
kahramanlar lazımdı çünkü. Gelgelelim uhrevi korkularımız tek tanrılı dinlere
kadar uzanıp dönüşümünü tamamlamışken, sürekli evrilen dünyevi korkularımızın
niteliği değişti. Artık hayaletlerden ya da cadılardan değil savaşlardan,
devletlerden, askerlerden, polislerden, şiddetten, birbirimizden, borçlardan,
taksitlerden, trafikten, icradan, kendimizden korkmaya başladık. İşin kötüsü kahramanlarımızın
bunlar için yapabileceği hiç bir şey yoktu. O kadar yoktu ki, düşmanı bile
dünya dışında ya da başka boyutlarda aradılar.
Korkularımız
çağlar boyunca varlığımızı sürdürmemizi sağladı ve farkında olmadan bizi
besledi. Korkmaya olan eğilimiz şimdilerde zayıflık olarak tanımlanıyor. Oysa bütün
savaşları çıkaran hep kahraman zannedilenler oldu. Savaşlar destanlara
çevrilirken hep kahramanlık öyküleri anlatıldı bize. Oysa ben orada olmak
istemeyen o korkak adamı merak ettim, savaşmak istemeyen adamı... O
kahramalıklarımız ki sadece yirminci yüzyılda 180 milyon insanın ölümüne neden
oldu. O yüzdendir ki şimdi korkak olma, korkuyu seçme zamanıdır.
Korku, kaçmak ve saklanmak dışında saldırganlaşıp savaşmaya da sebebiyet verir. Birbirinden korkan ve saldırganlaşan insanları yaratan, bunun sonucu olarak da mega katliamlara bizleri gebe bırakan gene korkudur. Korkuya tepki vermek düşünmenin zihinsel süreçlerinden çok daha hızlı bir şekilde gerçekleşir ve bu sayede o an geldiğinde ya kaçarız ya da saldırganlaşıp saldırırız. Bu yüzdendir ki kaçmak ve kalmak çok uzak iki kavram değildir.
YanıtlaSilKesinlikle katılıyorum. İşin aslını söylemek gerekirse bu kısmını düşünmemiştim yazarken. Korkuyu bu şekilde tarifleyince ortaya daha farklı bir resim çıkıyor. Bu bağlamda yazıdaki düşünsel eksikliğe de ciddi bir katkı oldu sanırım yorumun. Hatta belki de tamamen yazıyı değiştirmem lazım. Katkı için tekrar teşekkürler.
YanıtlaSilRica ederim efenim teveccühünüz
YanıtlaSil