30 Ağustos 2012

1 House M.D.’ye Dair

Şey güzel bir kelimedir, şeyini şey ettiğimin şeyi denildiğinde daha da romantikleşir. House M.D.’de bir şey’dir. Şey’in anlamsızlığını, paradoksunu bünyesinde barındıran bir “şey”. 

Her insan yalancıdır şiarı sürekli tekrar eder House’da. Burada her insanının her an yalan söylediği anlamı çıkmaz, her insan her an yalan söylese zihnimizin derinliklerinde, dilimizin hapishanesinde yalan ile doğru olmazdı. Şiardaki yalancı kimi zaman yalan söyleyen insandır. Her insan kimi zaman yalan söylüyorsa her insan yalancıdır diyen House o an yalan mı söylüyordur yoksa doğru mu? House bir şey söylemiyordur aslında, yalan ile doğru insana dairdir ve House bu noktada değerlendirmenin dışında bir noktadadır. House istese de istemese de yalan söyleyemez, kültür endüstrisinin bir ürünü olarak yalandır. 

House yalandır ve bu yalan gizil bir insan doğası anlayışının taşıyıcısıdır ve bu insan doğasından her uzaklaşma bir semptomdur ve bu semptom bir hastalığa işaret eder. Mal varlığını sürekli hayır kurumlarına dağıtan insanın bu davranışı uzun uğraşlar sonunda bir boğaz enfeksiyonuna bağlanır. Kendini inançlarına adayan bir kadının bu kendini adaması ise gençliğinde girdiği bir cinsel ilişkinin uzayan giden fizyolojik hikayesinin sonucudur. Aşık olmak sadece beyinde patlayan ne yapacağını bilemeyen hormonlardır ve insan bu hormonların etkisiyle hareket eder. Her davranış fizyolojik bir temele indirgenir ve tıp kutsallaştırılır. Tüm kutsallıklara karşı çıksa da “yalan” kendi kutsallığını yaratır. 

Size verildi, lütfen kullanın der House beyni kast ederek ya da insanlar aşksız yaşamayacaklarını söylediklerinde onlara oksijenin daha önemli olduğunu söyleyin der. Yaşam sadece nefes alıp vermeye, fizyolojinin devam ettirilmesine indirgenmiştir bu yalan içinde ve bu yalanın kullanılmasının salık verildiği organ ise beyindir. Beyin de değildir burada kast edilen çünkü her halükarda beyin fizyoloji sona erene kadar çalışır, gönderme daha gizemli bir yeredir, elle tutulmayan ya da gözle görülmeyen tanımlanması hemen hemen imkansız olsa da yalanın en derin noktasıdır işaret edilen. Akıldır bu, muhakeme yeteneği. Olaylar arasında neden sonuç bağlantıları kurarak bu olayları kendi lehine çevirmesi gereken bir akıldır, çıkarcı ve bencil. House’un insanı bu aklın taşıyıcısıdır, zaten bu aklın taşıyıcısı olmayan insan semptomları üzerinde taşır, biraz deşilirse mutlaka bir hastalık bulunur. House tıbbın yanında ikinci kutsallığını da yaratır ve birinci kutsallık ikinci kutsallığın ürünüdür. 

Tüm insanlar aynıdır bu yalanın içinde, biraz kurcalanırsa ve çıplaklaştırılırsa “aynı” olduklarını kendileri de göreceklerdir. House’un yaşamına giren herkes kendilerini bir tür çıplaklaştırma oyununun içinde bulurlar ve zamanla yalana benzemeye başlarlar. Aslında benzemezler zaten yalanla aynı oldukları için, ne olduklarını hem kendileri görmeye başlarlar hem de bunu göstermeye. Yalan ne olması gerekeni gösteriyordur çevresine ne de olanı, o sadece yalanı gösteriyordur ve insanları yalanı göstermeye yalanla yüzleşmeye davet ediyordur. Yalan hiç sorgulamaz kendini, aldığı her kararı haklı bulur ve haklı olduğunu kanıtlamak için her yol meşrudur, sürece odaklanmaz yalan, önemli olan sadece sonuçtur. Yalan üçüncü kutsallığını da ortaya çıkartır zaman içerisinde yani kendini, yalanı. 

House’la beraber çalışanlar kendilerini uzun süren bir aşağılama ve birbiriyle rekabet ortamı içerisinde bulurlar. Yalanın dünyasındaki bu aşağılama ve rekabet hem var olan probleme daha hızlı çözüm üretmeye hem de kendilerini tanımada ya da aynıya benzerliklerini fark etmede eşsiz anahtarlardır. Bu sürekli işte, rekabette ve baskı altında olma hali sonucunda yalanın çalışanları zamanla çevrelerinden kopuk ve mutsuz insanlar haline gelirler. Bu çevreden kopma, mutsuzlaşma haliyle çevresindekiler yalana bağlamaya başlar. Bu öyle bir bağdır ki birkaç ay sonra öleceğini bilen bir kadın o ortamdan uzaklaşmak istemez. Yalan kutsallıklarıyla beraber gönüllü kölelerini de ortaya çıkarmıştır artık. 

Problem fanatiği olan yaşamını problemleri çözmeye adamış olan House en büyük problemi göz ardı etmiştir, yani kendi yalanını, yalan oluşunu. Bunu istese de göremez ve bu problemin peşinden koşamaz, o sadece taşıyıcıdır, anlatıcı, daha da ötesi gizil insan doğası düşüncesinin pazarlanması için üretilmiş bir gösteridir. Her gösterinin, her yalanın olduğu gibi House’unda sonu gelmiş ve bitmiştir. Artık üretilmeyecektir bu gösteri, bu yalan; fakat aynı insan doğası anlayışı farklı farklı gösterilerde farklı farklı yalanlarda üretilmeye, büyümeye devam edecektir. Ta ki insanlar daha farklı yalanlarda yaşatılmaya ve yaşamaya başlayacakları zamana kadar.
Devamını oku...

19 Ağustos 2012

0 Bulanık Ego

Terlemişti, yeni uyanmasına rağmen yorgundu. Sigarasını yaktı, derin bir nefes çekti; dün gecenin etkisini, ne kadar kaçırdığını midesindeki bulantı hissi ele veriyordu. Koyu bir kahve kendine getirebilirdi fakat kırk derece sıcakta olabilecek en kötü fikirlerden biriydi, soğuk bir ayran ya da soda? hepsi berbattı, kendini berbat hissederken aklına gelen tüm fikirleri de berbat buluyordu. Küllüğünün ağzına kadar dolduğunu fark etti, attığı her kül yuvarlanıp sehpanın üstüne düşüyordu. İzmarit deryasının içinde sigarasını söndürecek bir boşluk ararken “sikerim küllüğünü” dedi ve ilk gördüğü bardağı sigarasıyla tanıştırdı. Bardaktan gelen cız sesini o an kafasındaki en büyük sorunun çözüm sesi olarak geliyordu. Becermişti, sigarasını söndürebiliyordu. Yataktan kalkıp buzdolabına doğru ilerledi, susuzluktan kurumuş damağına bir çare bulmalıydı. Çivi çiviyi söker mantığıyla alt rafta duran biraya yöneldi, birkaç gece önce ıslak halde buzluğa koyduğu bardağını da alıp tekrar yatağa döndü. Bardağın dibini yavaş yavaş çıplak vücudunda gezdirmeye başladı, önce bir titreme ve daha sonra gelen serinleme ve rahatlama hissi, bardağın buzları çözülürken o ıslanıyordu. Bardağı kadının sırtında gezdirmek istedi, önce omzuna dokundurmak, biraz bekletmek, kadının yüz halindeki değişimi ve çıkardığı mırıltıları dinlemek. Daha sonra ise bardağı beklettiği noktaya, soğumuş bedene kondurulan hafif bir öpücük ve arkasından gelen günaydın gülümsemesi. Kadının terlemiş vücuduna bakarken birasını açtı ve bardağa doldurdu, biradan aldığı her yudumda kendini daha da iyi hissediyordu. İçtikçe ayılıyor, ayıldıkça kendinden nefret ediyordu. Az önce kurduğu küçük fantezi bile biranın yarısını bitirmesiyle saçmaya dönüşmüştü. Kadını rahatsız etmeye ne hakkı vardı, şu an düş dünyasında istediği yerdeydi, bir anda onu uyandırmaya ve hafif sidik kokulu ve kirli odaya merhaba dedirtmeye ne hakkı vardı. Uyuyabilmek ve düş dünyamızda gördüğümüz yerlere sığınmak için mi yaşıyorduk yoksa yaşamı kaldırabilmek için mi uyuyorduk? O an sanki kendisini felsefe dünyasına yeni bir problem sokmuş gibi bilge hissetti. 

Birasını bitirip banyoya yöneldi, aynadaki bakışları, sakalları, darmadağın saçları, sigaradan sararmış dişleri arasında dolaşıyordu. Banyo yapmalı mıyım diye sordu kendine, ilk önce kendini rahatlamış hissedecek daha sonra ise tekrar terlemeye başlayacaktı, ne gereği vardı ki. Dişlerini fırçalamalı mıydı, siktir et diyordu “ağzıma florür bokunu süresim yok”. Telefonunun alarmının çaldığını duydu, saat 3 randevu yazıyordu ekranında. Hatırlatma alarmı kurmuştu, ama bilgi notuna kiminle buluşacağını yazmamıştı. Kim olabilir diye düşündü önce daha sonra siktir et dedi “her kimse üç on beşte neredesin diye arar”. 

Elbise dolabına doğru ilerledi, kirli sepetinde elbise dolabından daha fazla eşya olduğunu fark etti. Banyoya geri dönüp kirli sepetini kolaçan etti, kirlilerin arasından bir gömleği seçip kokladı acaba dedi bugün bunu mu giysem, fazla kirli de görünmüyordu, ter lekesi falanda yoktu. Gömleği geri bıraktı ve tekrar yatağa döndü. Kadının saçlarını yeni boyattığını fark etti, saç derisinde hala boya kalıntıları görünüyordu. Arkadan doğru sarılıp koklamak, içine çekmek istedi ama duyumsayacağı kokunun fabrika üretimi koku olacağını biliyordu. Acaba diye düşündü en son ne zaman boyayla kaplanmayan bir kadın saçına dokundum, kokusunu içine çektim. Geçmişindeki sevgililerini hatırlamaya, sorunun cevabını bulamaya çalıştı. Sorunun cevabı ise hiçti. Hiçbir kadının boyanmamış saçlarına dokunmamıştı. 

Kendine yeni bir gömlek almaya karar verdi, az sonra dışarı çıkacak, biraz dolaşacak, yeni bir gömlek alacak ve kimle randevusu olduğunu bilmese de randevusuna öyle gidecekti. Yataktan kalkarken kadının vajinasını öpmek istedi, dudakları vajinası üzerindeyken sanırım diyordu endüstrileşmemiş tek kokusu bu, kadının kokusunu içine çekti ve bir veda busesiyle yataktan çıktı. Birkaç saat sonra bir alış veriş merkezindeydi, kendini buraya ait hissetmiyordu, içeri girer girmez çocuklar için hazırlanmış oyun alanına çarptı gözleri, zıplayan çocukların çıkardığı kahkahalar kulaklarını tırmalıyordu. Çocuk parklarındaki oyuncaklar sökülüp yerlerine kadınların zayıflamaları için aletlere bıraktığı günümüzde çocukların aptalca zıplayıp bağırmaları doğaldı. Labirentlerin içinden geçmeyi başarıp zıplamayı hak eden çocukların aileleri sanki çocukları dünyanın en zeki çocuğu olduğunu kanıtlamış gibi alkışlıyorlardı. Bu tür alanların kurulmasının sebebi tabi ki çocukların mutluluğu değil idi, hem ailelere çocuklarını başından atıp rahat alış veriş yapabilecekleri bir mekan sağlanıyordu hem de çocukların tekrar tekrar bu eğlenceyi tatmak isteyeceklerini bildiklerinden ailelerin tekrar buraya gelmeleri… 

Sadece takım elbise satılan bir dükkana girdi, önce kravatlara yöneldi, neden kravatlar ilgisini çekti kendisi de anlamıyordu; liseden sonra hiç kravat takmamıştı, kravatlı erkeklere de oldum olası acımıştı. O an incelediği siyah üzerine kırmızı puanlı bir kravat ise onda kravatın anlamlarını çağrıştırıyordu, kırmızı puanlar Hırvat kadınlarının gözyaşlarını, siyah zemin ise modernliğin karanlığını, o her anlamı içine emen ve anlamını değiştirip kendi kendisini üreten kara deliği, elbet diyordu içinden bu karadeliğin de sonunda bir beyaz nokta çıkacak, biz görmesek de çıkacak. “Çok güzel bir modelimizdir” diyerek yanına yaklaşan satış görevlisinin sesiyle irkildi, görevlinin yüzündeki sırıtma şöyle gelişine bir yumruk sallama isteği uyandırmıştı. Giydiği siyah takımın içinde bildiğin penguene benziyordu ve kırk derece sıcakta bu takımı giyecek kadar salaktı. Bir müşterinin kendine garip garip baktığını fark etti. Sanki özel alanına tecavüz edilmiş gibi hem korkarak hem de tiksinerek bakıyordu. Modern kastın amına koyayım diye bağırmak istedi. Kast sistemindeki “bakışlardan kirlenme”, “aynı ortamı paylaşıldığından kirlenme” inancı günümüzde hayatın her noktasında karşımızda çıksa da bu tür mağazalar bu düşünceyi göz önüne çıkartıp onu pazarlıyorlardı. Üstü kapalı biçimde müşterilerine buraya sizin kastınızdan başkası giremez derken dışarıdakilere sizler pisliksiniz diyorlardı. Fiyatını sordu satış görevlisine kravatın, fiyatının çok yüksek bulunulacağından emin olan satış görevlisi iki bin lira dedi. Neyle karşılaşacağını biliyordu sorusunu da hazırlamıştı, “yanında vazelin de veriyor musunuz “ diye soracaktı “anlamadım” diyen satış görevlisine “beni anlasanız gülümsemezsiniz hayatla taşşak geçersiniz” cevabını verecekti. Ama yapmadı, yavaşça kapıya doğru yöneldi ve kapıdan çıkmadan son on adımında osurmaya başladı, bir adım bir adım bir adım daha, hem osurmak hem de yürümek biraz zorluyordu ama inanılmaz bir zevk veriyordu. 

Başka bir mağazanın önünde sigarasını yaktı insanlara izlemeye başladı; kavga eden çiftler, elinde poşetleriyle şapşal şapşal gülümseyen çiftler, oradan oraya koşturan çocuklar, çift olmak için kendine yeni bir şeyler almak isteyen tekler. Önünde sigarasını içtiği mağazaya girdi hemen, hem sıcaktan hem de dün gecenin etkisiyle hem terliyor hem de kuruyordu, dokunduğu her şeyde de lime lime edilmiş parmaklarını görüyordu. Mağazanın içinde birkaç adım attıktan sonra mağazanın klimasının masaj yapar gibi sırtına soğuk hava üflediğini fark etti, birkaç saniye bekleyebilirdi burada, göz ucuyla ürünlere ve dizilimlerine bakıyordu. Bir seksen boylarında kadın bir satış görevlisi geldi yanına, ”yardımcı olmamı ister misiniz” diye sordu. Bir gömlek diyebildi kızın gülümseyen gözlerine bakarken, bir gömlek alacaktım. Nasıl bir gömlek cümlesiyle satış görevlisi avını elinden kaçırmak istemeyen bu nedenle ara sıra misinayı gerip kimi zaman misinayı boşlayan balıkçıya dönüşmüştü. Bir anda kendini elinde siyah diklemesine uzun çizgili bir gömlekle deneme kabininde buldu. Tişörtünü çıkardı, koltuk altlarını kokladı, “az sonra bir parfüm almalıyım” diye düşündü, gömleği giyerken terden birbirine girmiş saçlarını fark etti, “ bir de berbere uğrasam iyi olacak”. Gömleğin düğmelerini iliklerken gömleğin tasarımcısını düşündü, acaba kimdi hangi ruh halindeyken bunu tasarlamıştı, oda beni düşünmüş müydü, ruh halimi, bunu hangi ruh halimde satın alacağımı? Bedeni size uygun mu sözüyle irkildi, görevli dışarda bekliyordu, fazla bekletmeyeyim diye düşündü, az önce çıkardığı tişörtü de eline alarak kabinin hemen yanında duran aynaya baktı, görevli onun aynaya bakmasını izliyordu, sırtına vuran serin havayı hissetti ve görevlinin kendini izleyen bakışlarının aynadaki yansımasıyla kendi bakışları göz göze geldi. Ereksiyon olduğunu hissediyordu, hafiften şapşallaşmıştı, sırıtmak istemiyordu, sırıtıp sararmış dişlerini görevliye göstermek. Tamam dedi bunu alıyorum. Kasada gömleğin parasını öderken bir yandan da görevli sırt bölümündeki güvenlik alarmını çıkarıyordu. Teşekkür ederek yavaş yavaş dışarı çıktı, dışarı çıkmak istemiyordu aslında, mağazadan ayrılmak. 

Dışarı adım atar atmaz bunaltıcı sıcak tekrar kendini hissettirdi. Buralarda berber var mıdır diye düşündü, sonra soru saçma geldi berberler öleli çok olmuştu yerlerine kuaförler geçmişti. Şimdi ise kuaförler ölüyordu yerlerine saç tasarımcıları geçiyordu. Adının anlamını bir türlü kavrayamadığı bir saç tasarımcısı dükkanına girdi. Saç yıkama ve sonrasında gelen yüz masajı, alnında dolaşan parmakların yarattığı basınçlar gerginliği azaltıyordu. Her parmak darbesinde kafasındaki bir sorun çözülüyordu. Biraz daha, biraz daha uykuya dalmak ile dalmamak arasında gidip geliyordu. Berberden çıkarken artık sıcak o kadar bunaltıcı gelmiyordu, bir parfüm almasına da gerek kalmamıştı, berber büyük ihtimal sadece görünüşü güzel olan ama birkaç saat sonra etkisi tamamıyla gidecek bir parfümü üstüne boca etmişti. 

Bir kahve diye düşündü, bir kahve içilebilirim. Saat ikiydi ve her kimle buluşacaksa bir saatten fazla süresi vardı. En yakınındaki kafeye geçip kendine oturacak bir yer ararken sabah vajinasına küçük bir öpücükle yanından ayrıldığı kadını gördü. Masasına doğru ilerlerken onunda bir kadını incelediği fark etti. Kim o tanıyor musun diye sorarak yanına oturdu kadının, hayır dedi kadın sadece bakıyorum, kadının incelediği kadının yüzüne baktı sonra, onu tanıdı, kendine az önce gömleği satan satış görevlisini inceliyordu kadın.
Devamını oku...

16 Ağustos 2012

13 Tanrı'nın Erkek Aşkı

“İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da gaybı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün.”
Nisâ Suresi
(Diyanet İşleri Meali – Yeni)*


Yukarıda yazılanlar, ancak bir erkeğin zikredebileceği türden bir söyleme işaret ediyor olsa gerek. Bilindiği üzere bütün semavi dinlerde tanrı cinsiyetsiz olarak betimlenmesine rağmen, kültürel ya da geleneksel olarak “erkek” cinsiyetinde tahayyül edilir. Yani tanrı, sembolik olarak erkektir (Allah baba, babamız, göklerdeki kudretli yaratıcımız vb.). Zaten tanrıya atfedilen kudretli, kollayıcı, güçlü ve benzeri bir çok sıfat toplumsal cinsiyet kalıpları içinde erkekle de özdeştirilmektedir. Ben de bir çokları gibi çocukluğumda tanrıyı bulutların üstünde bağdaş kurmuş oturan, kavuklu ve ak sakallı bir adam olarak hayal etmiştim hep. Asla bir kadın olabileceği aklıma gelmemişti. Öyle kodlanmıştı kafama. Büyüdüğümde de yanılmadığımı bir çok semavi dinin söylemine bakarak onaylamış oldum. İdeolojik açıdan tanrı saf (pure) bir erkekti.

Gelgelelim rahat durmayan zihnim bütün hikayeleri bir çatı altında toplamaya ve sorular sormaya başladı. Aslında soruların bir çoğu cevaplanmıştı da, cinsiyet ilişkileri bağlamında konuyu bir kez daha ele almak ve yazmak istedim. Otobüste giderken, bir kafir olarak yine dinin saçmalığı üzerine gündelik rutin düşüncelere dalmıştım. Otobüse binen ve sistem açısından marjinal sayılabilecek derecede mütedeyyin bir abinin kadınlardan kaçırdığı gözleri ve beden dili ilham verdi bana.

Tanrı önce Adem’i yarattı. Erkek tanrı, yalnızlığını gidermek için yine bir erkek yaratmıştı. Kendisine tapması için ve kendisine sonsuz bir aşkla bağlanması için bir erkek... Sonra sırf canı sıkılmasın diye aşkını içine gömdü ve ona kendi (Adem’in) kaburga kemiğinden Havva’yı verdi (Lilit hikayesini karıştırmayın şimdi). Bir yandan ikisinin huzur içinde birbirine sevdalı bir halde cennet bahçesinde yaşamasına “müsade ederken” diğer yandan kendince bir senaryoyla şeytanın cennete girişine “göz yumdu” ve o bildik sonla Adem ile Havva aynı tanrı tarafından dünyaya atıldı. Ama bu onun Adem’e olan sevgisini hiç bir zaman azaltmadı. Kadının uzun süre cadılıkla, şeytanla işbirliği yapmakla suçlanmasını hep uzaktan seyretti. Çünkü o Ademlere, Ademlerin bir kısmı da ona aşıktı. Öyle sözler yolladı ki oralardan, gün geldi kadınlar diri diri yakıldı; en masum zamanlarda bile iki Havva bir Adem’e ancak eşit sayıldı. Ne zaman bahsi geçse Havva’yı alt metninde “zayıflık”, “acizlik” gibi göndermeler olan sayfalarla “kutsadı”. Vaatleri hep Adem’e odaklandı, en büyük ödüllerini hep onu özne alarak tasarladı. Koca bir külliyatı olan dinler tarihi hep Adem ve Ademleri merkeze koydu, onların ağzından, onlar için yazıldı. Adem-i merkeziyetçilik tam da bu olsa gerek. Tüm bunları kendi kendime düşünürken “acaba tanrı eşcinsel olabilir mi?”, “kadın bir tanrı yaratılabilir mi?” gibi sorular kafamı kurcalamaya başladı. “Keşke her ikisi de olsa” dedim. Sonra durağa geldiğimi farkettim ve indim.


* http://www.kuranmeali.org/4/nisa_suresi/34.ayet/kurani_kerim_mealleri.aspx
Devamını oku...

14 Ağustos 2012

3 Adsal Katmaç

Memleket sathında sosyoloji tarihinin en karanlıkta kalmış, en müphem kavramlarından biri “adsal katmaç” olsa gerek. Sosyal Teorisyenler cemaatini uzun süredir neyi ifade etmeye çalıştığı konusunda meşgul eden bu kavrama dair esrar perdesini aralamak isteğiyle iz sürmeye başladım. Kavramın ortaya çıkışı hakkındaki arayışım sosyolojik tedrisatın bol virajlı yollarında dehşetengiz rivayetlerle karşılaşmama sebebiyet verdi. 

Peki, hikaye nerede başlamış? 

Taşradan çıkıp devlet bursuyla Avrupa’da sosyoloji eğitimi almaya giden özellikle bir dönemin kuşağı, batının ilmini alma konusunda oldukça seçici davranıp ne kadar muhafazakar düşünce varsa bulmuş getirmişler. Hele hele o döneme sirayet eden aman “sınıf” demeyelim korkusuyla da birleşince bu zihni temeller ortaya abuk sabuk bir kavramsallaştırma çıkar. Önce buna tabakalaşma denir ve bir süre idare ederler. Ancak Sorbonne’un debdebeli dönemine yetişen sosyoloji profesörü gidişatın farkındadır. “Hanım koş deşifre olduk” edasıyla fakülte koridorlarında dolaşarak kurulu toplar. Hiyerarşi, statü, farklılaşma, katmanlaşma falan filan derken, nihayetinde nasıl bu meseleyi iyice düğüm haline getiririz, bulamaç yaparız gayretiyle oturgaçlı götürgeç, bademli sütlaç kıvamında adsal katmaç tanımı yapılır. O günden sonra da konu “sınıf” meselesine gelince adsal katmaç denilerek örtbas edilir. 

Peki, aslında neyi ifade eder adsal katmaç? Nominal Classification’dır özütü. Kavram, Polinezya ya da Maori yerlilerinin dili hakkında yapılan araştırmalarda olduğu gibi linguistik ve antropolojik çalışmalarda kullanılan bir metodolojiyle ilgilidir. Şu haliyle sosyolojik teoriyi doğrudan kesmeyen, kullanageldiğimiz sınıf kavramıyla alakası olmayan bir şeyden bahsediyoruz. Ancak bilhassa Fransa’da dönemin antropolojik çalışmalarının popülerliği sosyolojiyi de etkilemiştir. Biraz daha açalım konuyu. Kavrama nüfuz eden okumalarda özellikle iki isim karşımıza çıkar: Philippe Beneton ve Raymond Aron

Philippe Beneton, linguistik ve antropolojik çalışmalardan aldığı bu kavramı sınıfsal farklılaşma meselesine uyarlar. Ama nominal kavramını başka bir bağlama çeker. Nominal’i reel olmayan, sözde anlamıyla kullanır. Sosyal hayata ilişkin tanımlamalarda iki yol olduğunu söyler. Biri, sözcüğün içeriğini belirtmekle yetinen “adsal tanım”, diğeri gerçekte olup biteni tanımlayan, reeli yorumlayan “reel tanım”. Sosyolojide sınıf’ı ele alırken çoğunlukla adsal tanımdan gidilir, oysa gerçekte işler başka şekilde işliyor olabilir der. Bu noktada Raymond Aron devreye girer ve epistemolojik boşluğu doldurur. “Şayet Marksizm olmasaydı, sınıf kavramı siyasi bir sahada kullanılmasaydı ve Marksist olmayanlar üzerinde devamlı tesir yaratmasaydı bu kavram hiçbir zaman nazari ve empirik sosyolojide oynadığı rolü oynayamazdı. Hatta sosyal sınıflardan hiç bahsedilmezdi bile” der. Erol Güngör de, Ötüken Neşriyattan çıkan çevirinin önsözünde Marksist doktrinin propaganda gücü sayesinde sınıf diye bir kanaatin yaygınlaştığını söyleyerek Aron’a vurgu yapar. Raymond Aron, Marx’ın kötü bir sosyolog, iyi bir peygamber olduğunu belirtip, sınıf kavramının “uydurukluğu” konusunu açımlamaya devam eder. Beneton’da “yaa tamam kötü bir kahin olabilir ama bu onu kötü bir tarihçi yapar mı, hakkını da teslim etmek lazım” diyerek işi iyice kahve muhabbetine vururlar. “Tamam, tarihte sınıfsal farklılıklar olmuştur ama modern toplum Hindistan’daki kast sistemi gibi değil ki. (Toplumsal tabakalaşma derslerinde açık öğretim kafasında ikide bir kast sisteminin anlatılması da sanırım buralardan gelen antropolojik bir ilginin sonucu.) Biz modern toplumda farklı meslek ve statülerin olmasını da gözeterek buna adsal tanım diyelim, ama gerçeği farklı yorumlayabiliriz” diyerek işin içinden çıkarlar. 

Bu tartışmaları yerinde zikreden profesörümüz yurda döndüğünde böylelikle sosyoloji tedrisatına “adsal katmaç” ile katkı sunmuş olur. Üstüne piramitler, x-y eksenleri çizerek, açık-kapalı, yatay-dikey hareketlilik diyerek iş iyice yol problemine döndürülmüş olup, sanki toplumsal sınıflar değil de polinom sorusunun çözümü anlatılıyormuş havası da yaratılmış olur. Hatta ders esnasında tüm bunları bir de devamlı havaya bakıp –öğrencilerin de ilgisini sürekli oraya çekerek- sanki kutsal bir ışık hüzmesi belirecekmiş gibi anlatırsanız mistifikasyon tamamlanmış olur. Böylelikle yıllar yılı adsal katmaç neydi ki diye gezinip duran bir nesil ortaya çıkar. 

Oysa meseleyi gökte ararken yerde bulmuşum…
Devamını oku...

13 Ağustos 2012

0 Uyarının Dayanılmaz Hafifliği: İnilir!

Geçici ikametgahıma doğru, klimasız ama bütün camları açık ve rüzgarından baş döndüren, hız sınırlarını altüst eden belediye otobüsünde ilerliyordum. Orta kapının civarında düşüncelere dalmıştım ki, o uyarıyı gördüm: İNİLİR. Önce pek fazla önem atfetmediğim bu ilginç uyarı, bir kazayı ya da ineceğim durağı beklemekten başka çarem olmadığı için beni düşüncelere sevk etti. Uyarı garip bir biçimde önce paradoksal göründü. Otobüse zaten binmiş ve bunu inilmesi gereken kapıdan yapmış olan insanı “inilir” diyerek uyarmak olsa olsa malumun ilanıdır diye düşündüm. Varoluşu gereği bir uyarı, bir eylem yapılmadan önce o eyleme dair bilgi verici ya da yönlendirici bir ifade taşır. Etimolojik sözlükten “uyarı” kelimesinin kökenlerini araştırdığımda fikrimi kanıtlayacak bir başka ipucu yakaladım. Uyarmak, uyandırmak ile aynı kökten geliyordu. Düşünce hızımın nasıl olduğunu bilmiyorum ama yaklaşık beş dakika civarı usulca yazıya baktım ve orta kapıdan otobüse binen, sonrasında da o uyarıyla karşılaşan insanlarla empati kurmaya gayret ettim; başaramadım.

Sonrasında içtimaiyat ilmine içkin bilgilerim devreye girmeye ve beni “inilir” tabelasına karşı zehirlemeye başladı. Memleket sathında uyarıların genelde önleyici olmadığı bilinir. Çünkü ya uyarıya konu olan kötü olay çoktan olmuştur ve uyarı yeni asılmıştır ya da uyarı hiç olmamıştır. Bizzat uyarıya neden olan olaylar çoğunlukla fiili olarak gerçekleşir; yani kötü sonuçlar doğuran olayların bizatihi kendisi bir uyarı niteliği taşır. Trafik polislerinin önleyici bir hizmet sunmaktansa pusuya yatarak trafik kuralı ihlali yapanları kahramanca enselemeleriyle, bahsi geçen mevzu arasında analoji kurulabilir diye düşünürken “inilir” levhasına kimsenin bakmadığını görüyorum. Kural ihlal edildikten sonra yapılan uyarının ilginçliği beni cezbediyor bir kez daha. Kelimeyi biraz daha açıyorum zihnimde: “Bak güzel kardeşim, bu kapı otobüsten inmek içindir. Oysa sen bindin, tamam bir kerecik kuralı ihlal etmenden sorun çıkmaz. O yüzden bir dahaki sefere bu kapıdan binme. Buradan İNİLİR!”

Tüm bunları düşünürken ineceğim durağa geldiğimi farkediyorum. İnilir yazdığı için itaatkar bir tavırla, fazla direnmeden orta kapıdan iniyorum. Zaten binmiş olduğum otobüste kural ihlali yapma amacıyla içeriden bir yolcu olarak orta kapıdan otobüse binememenin kırgınlığıyla “bir dahaki sefere belki” diyorum.
Devamını oku...

10 Ağustos 2012

1 Oynak Ego

Hafif bir baş ağrısı ve damakta susuzluktan oluşan iğrenç bir tat, sigarasına uzanırken bir daha bu kadar içmeyeceğim diye düşündü, gerçi ilk fırsatta daha da fazla içeceğinin farkındaydı fakat o sabah, “her gün yeni bir başlangıçtır” masallarına inanmak istiyordu. Yürümekle sürünmek arasındaki adımlarla banyoya ilerledi ve aynada gördüğünden utandı; çirkindi, çirkinleşmişti, yüzüne dokundu, derisi sertleşmiş kurumuştu, kaz ayaklarına odaklandı ilerleyen zamanda bunlardan acilen kurtulmalıydı. Yüz kremini sürdü, cildinin nemlenmesini, elastikiyetinin, parlaklığının artmasını istiyordu, belki o zaman kendini güzel hissedebilirdi. Kendini güzel hissetmek istiyordu, genç ve alımlı; istediği sadece buydu, “basit bir istek sadece” dedi hissetmek. Göbeğine baktı sonra bir şişkinlik vardı, adet dönemine daha çok vardı, belli ki su toplamıştı, “aman neyse” dedi “siktir et iner”. Hafif bir makyaj yaptı, bulduğu ilk kıyafetleri giydi. Parmak ucu terliklerini giyerken, ayaklarım diye düşündü, büyük ama ince, ellerini ve ayaklarını hep güzel bulmuştu, hem uzun hem de inceydiler. 

Tatildi, tüm günü boştu. Uzun bir kahvaltı yapabilirdi, daha sonrasında ise üstüne yeni bir şeyler alabilirdi. Acaba ne alsaydı, omuzdan çaprazlama bağlamalı askılı bir tişört olabilirdi mesela, omuzlarını ve boynunu ortaya çıkarırdı. Keşke askılı sutyen giymeseydim diye düşündü kahvaltısını yaparken; askılı tişörtle güzel durmaz, masada ki gazetelere uzanmak istedi fakat o gün umurunda değildi, nerede ne olmuş, savaş çıkacak mıymış, kim kimi dolandırmış… 

Birkaç saat sonra kendini bir alışveriş merkezinde buldu, mağazaları tek tek dolaşabilecek zamanı vardı, kredi kartında da yeterince boşluk. Vitrininde ikinci ürüne yüzde elli indirim yazan dükkana attı kendini, vitrindeki mankenler o an onun dikkatini çekmiyordu, mankenlerin üzerindeki kıyafetleri o ruhsuz, plastik parçalar kadar iyi taşıyamayacağını, çevresindekilerin vay be demeyeceklerini biliyordu. Şortlar ilgisini çekti önce, hava sıcaktı ve kendini on yaş büyük gösteren geniş mor bir etekle dışarı çıkmıştı. Satış görevlisi yardım isteyip istemediğini sordu, “evet” dedi “şortlara bakıyorum”. Görevli müşterisinin ne istediğini anlamak için eline geçen ilk şortu gösterirken “ bu nasıl hanımefendi dedi”, görevlinin elindeki şortu uzaktan incelerken “biraz daha uzununu arıyorum” dedi, biraz daha uzun şort istemesinin sebebi ahlaki düşüncelerden kaynaklanmıyordu, sadece selülitlerini ortaya çıkaracağından korkuyordu. Selülitlerini gizlemek, göstermemek aynı zamanda onların olduğunu unutmasına ve kendisi görmek istediği bedenin uzağında deforme olmuş bir bedenin içine hapsolsa da kendini olmak istediği gibi görecek ve mutlu olacaktı. Satış görevlisi arka reyonlara doğru ilerlerken onu takip ediyordu, “bu ürünlerde kampanyamız var” dedi görevli “ikinciyi yarı fiyatına alırsınız”. Gri keten bir şorta odaklandı hem vücudunu tam sarmayacağı için şort yakmayacaktı hem de şortun uzunluğu selülitlerini kapatacak kadardı ne daha uzun ve güzel bulduğu bacaklarını gizleyecek kadar ne de kısa deformeleri göze sokacak kadar. Gülümsemeyle girdi soyunma kabinine, şortu denerken kabin üstünden bir el şortun farklı bir rengini de uzatıyordu, “isterseniz bunu da deneyebilirsiniz”. Satış görevlisi tam dışarda bekliyordu, bu mağazanın mükemmel bir pazarlama taktiği idi, diğer kabinlerin önünde müşterilerin çıkmasını bekleyen görevlileri görebilirdiniz. Denediğiniz ürünün size yakışmama ihtimali yoktu görevlilerin gözünde, neyi duymak istediğinizi biliyorlardı, denemek zaten ürünü almanın yüzde ellisiydi ve bir de size çok yakışmış diyen tanımadığınız biri hem gurunuzu okşardı hem de ürünü almanız garantilenirdi. Soyunma kabininden çıkıp aynaya baktığında çok yakışmış diyordu satış görevlisi belki bin defa söylemişti bu sözü “çok yakışmış”. Şortu almaya karar vermişti sırada ikinciyi seçmek vardı, ikinci çok ucuza alınılabilecek bir fırsat illüzyonu yaratıyordu, mağazaların çok sık uyguladığı depo boşaltma taktiklerinden birisiydi bu, tam olarak ilk ürün kadar beğenmesine ya da üstüne tam oturup oturmamasına gerek yoktu, biraz beğenmesi ev içinde bile giyilebilir olması yeterliydi gözünde. Bir kot şort beğendi, gerçi vücut hatlarını tam olarak ortaya çıkarıyor ve ilk şort gibi basenlerdeki genişliği saklamıyordu ama olsun altına beyaz bir spor ayakkabı ve üstüne siyah bir tişörtle çok güzel kombine edilebilir ve giyilebilirdi. Bunu da alacaktı, ilk giydiği şortu tekrar giydi ve elinde ikinci şort ve evden çıkarken giydiği etekle soyunma kabininden çıktı, kendini bekleyen satış görevlisine “bunu da alıyorum ve bunun üstümde kalmasını istiyorum” diyerek kasaya doğru ilerledi. Mağazaya girerken kendini çirkin hisseden ve zavallı bitmiş ruh hali minik bir dokunuşla, gülümsemeye ve kendini çekici görülebilir hissetmesine yol açmıştı. Kasa görevlisi taksit isteyip istemediğini sormasıyla başlayan, şifre girmeyle devam eden ve kasa görevlisinin teşekkür etmesiyle sona eren alışverişin dinsel kapanış seremonisi sona ermişti. Mağaza kapısında gelecek yeni müşteriyi bekleyen satış görevlisinin iyi günlerde kullanın sözüyle birlikte bir alışverişin sonu gelmişti ve mağazadan adımını atar atmaz, hepimizin içinde olan o iç gıcıklayıcı sorular gün yüzüne çıkmaya başlamıştı acaba pahalı mı aldım, kazıklandım mı, acaba ihtiyacım var mıydı? Deneme kabininden kasaya kadar giderken ki ruh halinden, heyecanından, hayata ve kendine dair sıfırlama, resetleme hissinden bir eser kalmamıştı, tekrar kendini çirkin ve işe yaramaz hissetmeye başlamıştı ve aklı hala sabah uyandığında hissettiği şişkinlikteydi. 

Büyük kırmızı bir “sale” yazısıyla kaplanmış bir vitrini fark etti, belki istediği gibi bir tişört bulabilirdi. Mağazada yerden yukarı doğru birkaç kat serpilmiş tişörtleri gördü ilk başta, üstünde 9.90 dan başlayan fiyatlarla yazıyordu. Bu, ürünlerin hepsinin 9.90 olduğu ve çok ucuza geldiği illüzyonunu yaratıyordu ve mağazaya daha fazla girmeni adım adım gezmeni sağlayan bir taktiksel mekanizmanın başlangıcını oluşturuyordu. Bu mekanizma herhangi bir indirimde olmayan, askıda olan, askıda olduğu için yerdekilerden daha kaliteli ve pahalı olduğu izlenimini ilk baştan yaratan, bu yarattığı izlenimle bazı insanların sınıfsal komplekslerine oynayan ürünleri de görmenizi ve o ürünlere de yönelmenizle devam ediyordu. Bu ürünlerin mekânsal sergileniş biçimi, kumaşı ve kalitesi aynı olmasına rağmen ürünlerdeki yüzde yüz fiyat farkını doğal olarak algılamanıza yol açıyordu. İndirim reyonlarının arka arkaya dizilmesi ile müşteri kendi isteği ile tüm mağazayı dolaşıyordu ve pazarlamanın altın kuralı olan müşteriyi mekanda ne kadar fazla tutarsan malı satma olasılığın o kadar artar kuralı saat gibi işliyordu. 

İndirimli ürünlere yöneldi önce, göz ucuyla tişörtleri tek tek inceledi, az önce aldığı iki şorttan birine uyan ve hatta mümkünse ikisine birden uyan ve tasarımını da beğeneceği bir tişört onu o an çok mutlu etmeye yeterdi. Beyaz ve mor yan çizgilerden oluşmuş askılı bir tişörte uzandı elleri, fiyatı on iki liraydı, üstüne tuttu yanındaki aynaya baktı ve kabinde denemek için yanına aldı. Parlak yeşil bir tişörte yöneldi daha sonra, istediği gibi boyundan askılı değildi ama renkleri cıvıl cıvıldı, heyecan yaratıyordu, diğer ürünlere de baktı istediği gibi bir şey göremedi. Askıda sergilenen ürünleri fazla kadınsı buluyordu, zaten kendini olduğundan genç hissetmek isteyen biri için o an o ürünlerin tamamı yaşlı gösterirdi. Mekanın tasarımcıları bu psikolojik etkiyi öngörememişlerdi, yaşı otuz beşe yaklaşmış kadınlardaki kendini genç hissetmek için yirmili yaşların başındaki genç kadınların alış veriş taktiklerine yönelmelerini, maddi gücü olsa bile askıdaki kıyafetleri pahalı, kadınsı vb. bulmalarını, içsel bir tepki yaratmalarını. 

Deneme kabininde fazla kalmadı, kendini ilk dükkanda olduğu gibi özel hissetmiyordu, ne ekstradan şunu da deneyebilirsiniz diyen bir görevli vardı ne de beğenisini ifade eden biri. Beyazlı morlu tişörtü aldı, ucuzdu ne de olsa, hiç olmazsa evde giyerdi. İlk mağazada yaşadığı kasa seremonisini de yaşamadı, zevk almıyordu yaptığı alışverişten. Mağazadan çıkarken ise içinde ne herhangi bir korku belirmişti ne de gülümseme, sanki alışveriş süreci hiç yaşanmamış gibi elinde bir tişört vardı, ne sevindiren ne sinirlendiren, olduğu gibiydi elinde ki, sadece kumaş parçası… 

Kendini bir ayakkabı mağazasında buldu sonra, ilk başta spor ayakkabı ile kombine etmeyi düşündüğü kot şortunu düz ayakkabıyla ya da terlikle de kombine edebilirdi. Belki de topuk kısmı dört beş santim olan bir gösterişsiz bir burnu açık bir ayakkabı bacaklarını daha da güzel öne çıkarabilirdi. Özenle yerleştirirmiş ve ışıklandırılmış ayakkabılara bir sergideki sanat eserlerine verilen tepkileri veriyordu, sergi salonlarındaki hem sanat eserini daha rahat görülebilir kılan aynı zamanda metalaştıran beyaz zemin ayakkabı raflarında da uygulanmıştı. Mekan tasarımcısının bu zemin ve ışıklandırma oyunu ayakkabıların markası ve görünüşü ne olursa olsun onlarda pahalı ve kaliteli illüzyonunu yaratıyordu. Tüm bu stratejilerin göbeğinde ayakkabıları incelerken bir çocuğun annesinin telefonuyla oynarken oluşan yüz ifadesi ilgisini çekmişti, çocuğu sevme isteği uyandırmış ve kendini güzel hissetmenin ya da çirkin hissetmenin ötesinde garip bir huzur hissettirmişti… Koyu gri tonlarında bir ayakkabıyı beğendi, arkadan bağlanması ve bağın önden üç dört katlı görüntüsü ile bakışları her zaman güzel bulduğu ince uzun ayaklarına odaklayabiliyordu. Ayakkabıyla aynada kendini izlerken şort ve terliklere baktıkça ben güzelim diyordu, kim ne derse desin ben güzelim. Artık evden çıkarken giydiği ayakkabılardan kurtulabilirdi, bir torba istedi ve kasaya doğru yöneldi. 

Alışverişine ara vermek istiyordu, bir çay molası kötü bir fikir değildi, adım adım mağazadan uzaklaştıkça topuklarında küçük bir acı hissetmeye başladı, her adımda topuğundaki küçük acı bir iç sızına dönüşüyor ve mutsuzlaşıyordu. Daha on dakika önce aldığı ayakkabı ayağına vurmaya başlamıştı, ayakkabının derisi derisini kesiyordu ve o ayakkabı ile arasındaki savaşta acı çekiyordu, elbet diyordu ayakkabının derisi ezilir ve ayakkabı vurmaktan vazgeçer. 

Yüzünde hem acıyı hem mutluğu hem de siniri gösteren gülümsemeyle kahvesini içerken, uzun boylu bir kadın dikkatini çekti, şortlarını aldığı mağazanın satış elemanlarından biriydi, kadının yüzüne odaklandıkça mağazadaki gülümseyen yüz ifadesinin çok uzağında bir yüz ifadesini görüyordu, kadın arada eğilerek ayakta durmaktan ağrıyan bacaklarına masaj yapıyordu. Yüzündeki acı o kadar belliydi ki kendi gençliğini hatırlıyordu, üniversite harcını yatırabilmek için ya da boktan bir kitabı alabilmek için ne kadar çalıştığını, kendi bacaklarına masaj yapmalarını, her yağmur yağdığında su alan botlarını, sürekli ayaklarını vuran ayakkabılarını. Aradan seneler geçmişti, her istediğini alabilecek gücü vardı ama hala ayakkabıları ayağına vuruyordu. Bacaklarına baktı sonra artık umurunda değildi güzel görünüp görünmemeleri, çok koşturmuştu o bacakların üzerinde selülitler o yaşanmışlığın izleriydi, yaşayıp yaşayıp unuttuklarının izleri. Sabah kendini çirkin hisseden ruh halinden eser kalmamıştı, ayakkabıları atmak şortunu parçalamak istiyordu, ne iş yerindeki kadınların görünüşleri umurundaydı o an, ne de kaybedilen ve geri gelmeyen yıllar dediği anların yarattığı baskı. Kadının yüz ifadesi ayak uydurmak istediği hatta zorlandığı dünyasının yarattığı acıyı tokat gibi yüzüne çarpıyordu. Yeter diye bağırıyordu içten bir ses yeter…
Devamını oku...
SST Atölye