“Ekonomik hayatın incelenmesinden çıkaracağımız en önemli ders, bir ulusun rekabet yeteneği kadar, refahının da tek ve yaygın bir kültürel karakteristikte koşullandırıldığıdır. O da, toplumda doğuştan gelen güven düzeyidir”.
Francis Fukuyama- Güven
“Hassiktir ordan”
Bulancak Adam - Hemen Hemen Her Yer
Belki de insanlığın en merak ettiği soru dünyanın nasıl sona ereceğidir. Başka bir ifade ile kıyamet nasıl kopacak; yanacak mıyız yoksa sular altında mı kalacağız. Temizliğe dair bakış da dünyanın sonuna dair bakışla paraleldir, ya su ile temizlik yaparız ya da ateşle. Ateşle suyu birbirine hem karşıt hem de birbirini besleyen olarak kurgularız; birbirleriyle savaşını izler, hangisinin galip geleceğini düşleriz. Fakat hiç birimiz tam da orada kıyametin kopuşuna şahit ya da temizlikte üsten atılan pislik olmayı istemeyiz, sadece bilen olmayı isteriz ama yaşayan değil…
Alsancak ikinci kordon oldukça dar sokaklara sahiptir herhangi bir yangında itfaiyenin girişi çok zordur. Hele ki tam da insanların eğlence adı altında zamanlarını tüketmeye geldikleri gecelerde bu sokaklarda açık hava park şenliği yaşanır, dar olan sokak daha da darlaşır, kimse herhangi bir yangın ihtimalini düşünmez, herhangi bir evde çıkan yangında park ettiğiniz araba yüzünden itfaiye müdahale edemezse suçlusu zaten itfaiyedir, belediyedir, ya da tanımadığınız herkestir.
Kalabalığın arasından geçerken duyduklarım benzerdi: diğer binalara sıçrar mı, içeride kimse var mı, itfaiye nerde, kordonda biralarını yudumlayanlara tahmin edemeyecekleri eğlence çıkmıştı, karşı binadakiler içeriyi gözlüyor olmalı ki binalarda kimse yok ya da şurada bir karartı var bağrışları geliyordu; gecenin bir yarısı tanımadıkları komşularının hayatını merak eder olmuşlardı. Selam vermediğiniz, konuşmadığınız belki de hiç görmediğiniz biri içeride olabilirdi ve siz küçük bir etkiyle varlığından habersiz olduğunuz bir insanın hayatının kurtarılmasında yardımcı olabilir ve gereksiz varoluşunuzu gözünüzde anlamlandırmak için yarattığınız bahanelere bir tanesini daha ekleyebilirdiniz.
Ne kalabalığı sikime takıyordum ne de yangını; kordon taşlarına oturmuş suyu dinliyordum, hafif bir rüzgarda canlanan su yaşamımızda ki en küçük bir değişiklikte telaşlanan zihnimize benziyordu, uzatılan birayı çok geç fark ettim. Aynur’du yanımdaki, kim bilir ne zamandan beri yanımdaydı sessizce manzarayı izliyordu, alevleri…
Arkadaşı ölmüştü. Hiçbir gazetede göremediniz öldürüldüğünü, birkaç feminist örgüt hariç herhangi bir açıklama da yapılmadı. Sadece öldü. Küçücük bir sütunda öldürüldü yazısına bile razıydım oysa, daha az küfrederdim insanlara, gazete sütunlarında “katledildiği” aramayı, “katledildi” yazmadıkları için saydırmayalı çok olmuştu, sessizce öldü. Birkaç travesti biz buradayız gitmeyiz eylemi yaptı, insanlar ise her zaman ki tepkileriyle ellerinde fotoğraf makineleri ya da telefonlarla anı kaydettiler. Kim bilir kaç kişiyle bu an paylaşıldı. Sokak ortasında bir grup travesti kaçırılmayacak görüntüydü, ben bunu yaşadım, buna şahit oldum deme fırsatı, içerde biri var mı diye bakan komşular misali yaşadığını gördüğünü belgelediğini, seçici paylaşımcı olduğunu belgeleme fırsatı. Her yerde panayır vardı ama durun beni dinleyin diyen Zerdüşt, adının bu ikiyüzlülüğe karıştırılmasından bıkıp intihar edeli çok olmuştu.
Ürkekçe ne oldu diye sordu. Soruyu ilk başta anlamadım. Ne olmuştu ki, neyi kast ediyordu; çok şey olmuştu ama anlatılmaya değer hiçbir şey olmamıştı, onun anlatmasını daha çok isterdim, o an konuşmasını, kusmasını. Bana soruyordu ne oldu diye. Keşke bilsem, hafızamı zorlamaya çalıştım, kast ettiği ne olabilirdi.
1 gün önce…
Hastaneden çıkmamın üçüncü günüydü. Dinmeyen bir baş ağrısıyla uyanmak, tam bir hassiktir amma da içmişim sabahı, ama ağzıma içki koymamıştım, yasaktı bir süre içki içmem. Seçil de doktorun koyduğu yasaklara harfiyen uymamı sağlıyordu. Doktoru dinle iyileşeceksin diyordu. Bense bu ilaçlar iyileştirmez sadece normalleştirir diyordum. Bu bizim günaydın şeklimiz olmuştu. Adını hatırlayamadığım bir koku kaplamıştı o sabah evi, çok sevdiğim bir şey ama ne. Sigaramı yakıp kahvaltıda beni bekleyen sürprizi dinliyordum, hem bir cızıltı hem hoş bir koku, adını hatırlayamadığım şey kızartılıyor olmalıydı. Oldukça yavaş hareket ediyordum, sürprize adım adım yaklaşmak… Yumurtalı ekmek değil mi bu bildiğimiz, fakat o an gözüme dünyanın yapılması en zor ve en güzel yemeği olarak geldi, özlemiştim çünkü. Adını hatırlamayacak kadar uzaklaşmıştım. Beni gördüğünde soracağı ilk soruyu biliyordum, -ilaçlarını yuttun mu, -hayır yutmadım, -neden yutmadın neden saçmalıyordun, koca bir çocuk gibisin… Çünkü güvenmiyorum, doktor bu ilaçları sadece kendine karı pazarlayan ilaç tanıtımcısının gönlünü hoş ettirmek için bana vermiş olabilir, siktiğim prospektüslerde kimin için belli değil, ulan bunları anlasam neden doktora gideyim ki sadece eczaneye giderim, hadi onu da bıraktım birilerinin cebine para girsin diye aldık bari taşak geçer gibi beklenmeyen bir etkide doktora başvurunuz yazmasınlar… ve benzeri bir sürü cümle. Hiç katlanamazdım yumurtalı ekmeğin hatırına, sadece bir gülümsemem için kim bilir kaç saatlik uğraşın hatırına bu tartışmaya giremezdim. Bu sefer cevabım hazırdı evet yuttum, baştan verdiğim cevap günaydın olarak algılanmıştı ama olsun, evet hapı yuttum.