18 Aralık 2011

3 Ay-Nur (vol.1 Kanlı Kontes) (part 6 ya da Kanlı Kontesin İntikamı 1)



Nokta cümlenin bittiğini gösterir, sesli okurken duraklarsınız ve bir nefes alırsınız; dinleyiciler cümlenin bittiğini anlar ve yeni bir cümle başlar. Üç nokta ise cümlenin bitmediğini gösterir. Cümlenin sonu okuyucunun hayal gücüne bağlıdır, yine bir nefes alırsınız, dinleyiciler duraksamanızdan cümlenin bitmediğini anlarlar ya da anlamazlar. Peki ya iki nokta? Anlamı yoktur ne cümle bitmiştir ne de cümle okuyucunun hayal gücüne bırakılmıştır. Dilbilgisi kurarları açısından böyle bir surum yanlıştır hatalıdır, daha da uzatalım yapayanlıştır, fakat Nokta, iki nokta, üç nokta arasındaki fark; bitmişlik ve bitmemişlik, bunların yanında anlamlandırılamayana dayanan bir varlık felsefesini içerir..


Aynur ile karşılaşmayalı bir aydan fazla olmuştu, ne sesini duyuyordum ne de varlığına dair herhangi bir iz vardı. Bir anda ortadan yok olmuştu ama o vardı; zihnimdeydi, İkinci Kordon’da yürürken gözlerim onu arıyordu ama yoktu. Sokağın eski tadı kalmamış gibiydi. Ya da değişimleri kabul edemeyen zihnim muhafazakarlaşıyordu sanki, Arnavut kaldırımlarında 10 santimlik topuklularıyla gezmeye çalışan İzmir kızlarına baktıkça gülemiyordum artık, içimden umarım topuğun kaldırıma sıkışır ve düşerken kırılan bileğinden çıkan ses sana ne kadar gerzek olduğunu anlatır diyemiyordum. Can sıkıntısından kendimi bilgisayarın karşısında buluyordum kim nerede ne yapıyor saçmalığıyla beraber facebooktaki tanıdığım dediğim insanları takip ediyor aynı zaman da paralı bir arkadaşlık sitesinde karşımdakiyle konuşuyordum. Kendini erkek arkadaş arayan bir kadın gibi göstermek için para alıyordu. Basit iş; siki beyninde dolaşan salak çoktu ne de olsa. Bir mail atmak için kredi satın almaya hazırlardı, gördüğü resme aşık olan, sürekli kendine baskı edilen aşık olmalısın, sevmelisin ya da sürekli sevişmelisin, dansının dans bilmeyen garip izleyicisi olmaktansa aktif dansçıları olmak istiyorlardı. Nasıl olduysa Seçil’le tanışmıştım, elindeki bilgisayardan sürekli canımlı cicimli mailler atıyordu, kime atıyordu, ne yazdığını biliyor muydu, önemsiyor muydu bilmiyorum. Sanal orospuydu kendi bedenine başka beden yaklaşmıyordu ama karşısındakine karşısındakinin bir kadınla görüşebildiğini, kadınlarla, iletişim sağlayabildiğini artık dansçılar, çapkınlar arasında olduğu izlenimini satıyordu. Ona attığım mailler dikkatini çekmişti, ne anlıyordu maillerimden bilmiyorum fakat hoşuna gidiyordu. Anlamasam bile gülüyorum diyordu, bazen zekice cümleler kuruyordu bazense içinizdeki alevi söndürecek kadar soğuktu. Sistemin nasıl çalıştığını biliyordum, sistemin nasıl çalıştığını bildiğimi biliyordu fakat dolandırıldığımı bile bile neden onunla mailleştiğimi anlayamıyordu. Bir süre sonra belki dolandırılmamı istemediğinden, belki de acıdığından, belki de içersinde ki boşluğu dindirmek için bir fırsat kolladığından, belki de tamamiyle merakını yenemediğinden sanal yaşamın özel tarafında yani facebookta arkadaş olarak ekleyerek bana kendini tanıttı. Karşımda iki tane profil vardı biri paralı sitede ki “işveli” diğeri ücretiz sitedeki “hanım hanımcık” hali. Birinde kırmızı geceliğiyle çekilmiş bir fotoğraf paylaşırken diğerinde evde yaptığı tatlıyı paylaşıyordu. Bu ikilem açıkçası gülümsetiyordu beni, çoğu erkeğin rüyalarını süsleyen yatak odasında fahişe diğer odalarda ev hanımı idealini gözlerime seriyordu. Arkadaş listesindeki kimsenin yaptığı işi bilmediğini söylüyordu ama açıkçası inanmıyordum, garip bir dürüstlük de vardı sözlerinde, dürüstlükte denilemez saflık seziyordum ama saflığı aslında sezdirmek istediği düşüncesini de içimden atamıyordum. İsminin anlamını biliyor musun, önemini, ima ettiklerini, göndermelerini?… Önemsemiyordu. Hayatta dair sorunun var mı diye sordum para vb. klasik şeyler sıraladı, bunlar dışında kendine dert ettiğin herhangi bir soru var mıydı dedim, anlamadı. Bacaklarındaki kılların uzunluğunu, isminin anlamından daha fazla merak ediyordu... Balataları yaktığımı düşünüyordu, hafiften saptığımı; kimi zaman sıkılıp kaçıyordu, kimi zaman tanımadığı insanlarla görüntülü sohbet yapıyordu benimle ilgilenmiyordu. Ev teklif edenler,araba teklif edenler arasında gülümsüyordu, bak diyordu, önüme neler seriyorlar, sana değil vajinana seriyorlar bunları diyordum, vajinan genişleyince yüzünde çizgiler artınca bunların hiç biri serilmeyecek önüne. Biliyordu, farkındaydı da bilmemezlikten geliyordu, bunlar olmadan birini kafalarım diyordu ve belki seni kafalarım diyerek sırıtıyordu.

Devamını oku...

13 Aralık 2011

2 Dışarıda Kilitli Kalmak ya da Sınırın Varlığı


“Sınır (peras) aynı zamanda hem varlığı hem de normu tanımlar.
Sınırsız, sonsuz (apeiron) açıkça tamamlanmamış,
tam halini bulmamış eksik varlıktır.”

Cornelius Castoriadis

Kilitli kalmak ifadesi insan zihninde etrafı çevrili bir alanda kendi rızası dışında kısılıp kalma, “dışarı” çıkamama hali olarak algılanır. İnsan genelde “bir yerin” içinde kilitli kaldığı düşüncesine kapılır. İnsan varlığını çevreleyen “mekan” her şartta bir kısıtlanma hali yaratır. Fiziksel dünyanın insan varlığını çevrelediği her an “kilitli kalma” hissini yaşamak olasıdır. Bu bağlamda insan acaba “içeride”mi kilitli kalır, yoksa “dışarı”da mı? Belki her ikisinde, belki de hiçbirinde.

Kanımca bu soruya verilecek cevap yaşadığımız dünyaya dair mekansal algı biçimimizi de tariflemektedir. Zira modern toplum kamusal alan-özel alan ayrımının en belirgin olduğu toplumsal bir bütüne işaret eder. Bu ayrım dahilinde modern insan açısından toplumsal, ahlaki, kültürel bir çok baskılanmadan kaçabildiği özgürlük alanı genelde kendi özel alanıdır ki, modern mimari bu özgürlüğü “sınırsızca” yaşamak için bize güzel mi güzel evler tahsis etmiştir. Kamusal alan ise toplumsal rollerimizi elimizden geldiğimizce oynamaya gayret ettiğimiz, statülerimizin konuştuğu, başkaları tarafından nasıl algılandığımız yani diğerlerinin tarifleri üzerine varlığımızı inşa ettiğimiz, beklentiler ve kompleks ilişkiler bütünü olarak karşımıza çıkar. Kamusal alandaki ilişkiler genelde belirli bir otoritenin veya iktidarın ve hatta geleneğin, kültürün hükmü ile şekillenir.* Burada bahsi geçen şekillenme, daha çok ilişkilerin, davranışların kurumsallaşmasıyla ilgilidir. Dolayısıyla kamusal alan olarak tanımlanmaya çalışılan, esasen bu modern dualite dahilinde özel alana göre, en kaba haliyle bir esaret alanıdır. Modern insanın mevcut baskılanmalardan kaçabildiği ve kendini “özgür” hissedebildiği tek yer, etrafı dört duvarla çevrilmiş olan ve özel alanı olarak tanımladığı, bir anlamda özel mülkiyet alanı da sayılabilecek şahsi mekanlardır. İnsanın kendisini özgün ve özgür zannettiği, oysa sıradan ve zavallı yaşamını sürdürdüğü mekanlar olan özel alanlar.

Oysa aynı özel alan bireyin kendisini kilitli zannettiği alandır. Dışarıdan üstüne kapı kilitlenen insan, içeride kilitli kalır, ancak kapıyı kilitleyip dışarı çıkan insan kamusalın kurumsallaşmış ve esaret dolu ortamında kendisini “dışarıda kilitli kalmış” halde hissetmez. Oysa içerisi ve dışarısı arasında fiziksel olarak sadece hacim farkı vardır. Dış dünya hacmen geniş olduğu için kilitli kalma hissi sıklıkla yaşanmaz. Ama bir yandan da insan, kilitli kaldığını düşündüğü “içeride”, kendisini “dışarıya” karşı daha özgür ve güvende hissetmektedir. Biraz paradoksal gibi görünmekle beraber benim fikrim iki tarafında kilitli kaldığıdır. Yani insan içeride de, dışarıda da kilit altındadır. Çünkü, temel olarak tartışılması gereken kilidin varlığıdır. Zaten kilitli olan hem içerisi hem dışarısı, ne içerisi ne dışarısıdır. Kilitli olan eşiğin kendisidir. Eşiğin kilitlenmiş olması ve hatta varlığı insanı iç ve dış dünya, özel ve kamusal alan dualitelerine hapseder.

Eşiğin varlığı ve kilitle denetim altına alınmasının daha büyük ölçekli hali için sınır ve ulus-devlet literatürüne kısaca bir göz atılabilir. Zira devlet aygıtı da tıpkı biz insanlar gibi iç ve dış dünya dualiteleriyle hareket eder. Sınırın ötesi ve gerisi birbirinden ayrı kuralların ve yasaların işlediği iki farklı coğrafi mekan olarak karşımıza çıkar. Bugün dünyayı bir bütün olarak değil de ulus-devletlerin toplamı, bir takım sınırlarla bölünmüş coğrafyaların bir aradalığı olarak algılamamız bu yüzdendir. Bir devlete yurttaşlık bağıyla bağlı olan insanlar olarak bu seferde içeride kilitli kalmaktayız sanki ama “özgür” yurttaşlar olarak. Çünkü devlet aygıtı gümrük kapılarıyla eşik bölgelerini kilitlemiş. Sadece legallere veya çıkarına uygun illegallere izin veriyor. Kilit altında “özgürlük” tarihin ironisi olsa gerek.

O zaman son defa soralım. İnsan içeride mi kilitli kalır, dışarıda mı? Yoksa kilidin varlığı yüzünden her şartta esaret altında mıdır ve bu bağlamda modern toplumda özgürlük bir yanılsamadan mı ibarettir? Bir mülkiyet alanı olarak özel alan nasıl bir paradoksa ev sahipliği yapar ki, modern insan kendisini sadece bu alanda “özgür” hisseder, kendi yarattıklarının kölesi olduğu halde. Ya da bu yazı biter mi?


* Elbette özel alan da tıpkı kamusal alan gibi bir takım belirlenimlerle şekillenir. Söz gelimi, daha önce hiç bulunmadığınız bir yabancının evine girdiğinizde çok kısa bir sürede tencerelerin yerini ya da ev sahibinin iç çamaşırlarını kendi elinizle koymuş gibi bulabilirsiniz. Mimari ve ideoloji bu bağlamda başka bir yazının konusu olabilir.

Devamını oku...
SST Atölye