BİR SONRAKİ GÜN; KARAGÖLGE ORMANI
"Fanteziyi gerçeklikten çıkarırsak,bizzat gerçeklik tutarlılığını yitirip dağılır. ‘Ya gerçekliği kabul et ya da fanteziyi tercih et’ arasında seçim yapmak yanlış: Sosyal gerçekliğimizi gerçekten değiştirmek ya da ondan kaçmak istersek, yapılacak ilk şey bu gerçeklikle uyum sağlamamıza yol açan fantezilerimizi değiştirmektir."
Slavoj Zizek,Yamuk Bakmak
Bir gece önceden gördüğüm rüyaların herbiri bir sonraki güne referans veriyor. Bir önceki gün planladığım şeylerin hepsi bir sonraki güne hazırlık. Bir gece önceden düşündüklerim bir sonraki günde gerçekleşme umudu taşıyor. Fakat bir tek bir sonraki gün var elimde. Soyutlaştırarak, rüya görerek, planlayarak, düşünerek geçirilen bir önceki gün baştan sona gerçekleştirilmiş bir gün olabilir mi? Zaten ondan da önceki gün düşünülmüş müydü?... Sonraki gün planlamalarla geçen önceki günün ardından israf edilmemesi gereken, geriye kalan tek gün mü?...
Bir sonraki gün geldiğinde beyin jimnastiği yapmanın bir anlamı kalmamıştı. Plan, program eşliğinde çıkılan yolda tesiri yüksek ve hayattaki payı büyük “belirsizlik” unsuru herzamanki gibi espiriliydi. Her plan ve düşünce onun nüktedanlığına bağımlı, gergefinde sıkışık, denkleminde basit ve belirli. Öyle miydi?
Bir gece önce planlanan ve o gün geldiğinde belirsiz anların, ruhu allak bullak ettiği bir yürüyüşün hikayesi...
Sabahın erken saatleri İzmir’de ayrı yaşanır. Sabahın erken saatlerini İzmir’de yakalamak kolaydır. İzmir’de “erken” ayrıcalıklıdır. İzmir’de zamanın bu bölümü izmirlilerin çok az kısmına eşlik eder. Bana da eşlik ediyordu. Ağaçlı ve boş yolda ilerlerken baş ucu saati daha çalmamış evlerin sıcaktan açık bırakılmış pencereleri davetkardı. Her pencereden içeri girilebilir, hafif sabah esintisiyle birlikte yumuşak ve deterjan kokan nevresimlerle örtülmüş geniş yataklarda yatılabilirdi. Yürümeye devam ettim!
Bornova’nın en büyük parkına geldiğimde bir önceki geceden hazırladığım 400 gr’lık leblebiyi teker teker ağzıma attığım anların, ruhu dolduran tadını yavaş yavaş hissetmeye başlıyordum. Yol boyunca görebildiğim insan sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordu. Hayattan tad almanın İzmir’deki ayrıcalıklı zamanı yaşamak olması gerektiğini tercih edenler vardı ve tercihleri bedenlerine yansımıştı. Oradaydılar ve vardılar. Tercih ettikleri “erken” saatte bir elin parmaklarını geçmeyenler kulübünün üyeleri olarak birbirlerini selamlamaları çok normaldi. Ne işe gidiyorlar, ne de bir yere yetişiyorlardı. Gün doğumu ile birlikte uyanmışlar ve Bornova’nın en büyük parkında geziniyorlardı. Aralarındaki tek farklı kulüp üyesi bendim çünkü leblebi artık mideme ulaşmış ve oturmuştu!! Leblebi kuru, leblebi çekici, leblebi davetkar, leblebi tehlikeliydi.
Saat 08:30’da Küçük Park tarafından metroya gitmek isterken beni, küçük parkın küçük dünyasına çeken plan dışı bir arzunun varlığı rahatsız etmeye başladı. Kendimi korunaksız hissediyordum. Bastığım yerin yumuşamaya ve ayaklarımın yere gömüldüğünü farketmeye başladım. Küçük park kafeler girişi önce geniş bir yol ağzı ile başlayan sonra gittikçe daralıp nokta haline gelen bir derinliğin girişi gibiydi. Yumuşak zeminde tökezleyerek, kafamdan ayaklarıma kadar sürekli ve hızlı tekrarla elektrik titreşimleri gönderen bedenimin can havli telaşıyla kendimi karadeliğe doğru tüm enerjimi, tüm yükümü atmak üzere bıraktım. Gözlerimi açtığımda küçük park kafeler sokağında açık olan ve çayı olan tek kafede en dış masada otururken buldum kendimi. Ama kendimi arıyordum hala. Orada olmam dışında nasıl ve neden orada olduğumu bilemedim.
Önümde bir çay ve soğuk su, oturduğum koltuğun yanında sırt çantam ve durmadan kafamdan aşşağı su fışkırtan serinletme fıskiyeleri vardı. Ellerim titriyor, dizlerim bükülmek ve açılmak suretiyle sürekli hareket ediyordu. Ensemden kafenin brandasına asılmış bir pamuk ipliğinin sağlamlılığı kafamı olanca hızla masaya vurmamı engelliyor gibiydi. Bir su bardağına, bir çay bardağına bakan gözlerim arada sarmaldan çıkmak ister gibi boş kafeler sokağını kolaçan ediyordu. Bense bedenimin içinde biryerde oturuyor, dümeni bozulmuş geminin kaptan köşkünü el yordamıyla tanımaya çalışıyordum. İçerden bir ses garsondan istediğim hesabın sesiyle birbirine girdi. Hesap mı istedim yoksa garson mu seslendi?...
Gözlerimi açtığımda aynı şekilde oturuyordum. Elimde su bardağı önümde kolonyalı mendil ve garip birşekilde bana bakan Galatasaray forması giymiş sağ karşı çaprazdaki kafenin garsonu. Arka fonda Amy Winehouse’dan “You know I’m no good ”. Algılar açıktı! Fakat bedenimde hakim olabildiğim tek yer beynim kalmıştı. Artık fiziksel değil zihinsel bir mücadelenin tam ortasındaydım. Aklıma gelen tüm rasyonel içerikler, şiirler, romanlar, sosyal teorinin içinden çıkılması en zor alanları, düşünürler, gazeteciler, yazarlar ve daha onlarca kişi ve kurum zihnimde inanılmaz bir hızla dönmeye başladı. Herbirinin üzerinde duruyor, herbiri ve her konu hakkında kendi yorumlarımı gözden geçiriyor ve bu sırada da çantamdan çıkartıp önüme birşekilde koyabildiğim psikanaliz kitabını okuyordum. Aklımdaki her simge kitaptaki her kavramla eşleşiyor sonra da karşı kafedeki garsonun masaları kullanıma hazırlama gayretine bağlanıyordu. Bunların hepsini yapabildiğime inanmış olmalıyım ki gittikçe hızlanan nabzıma eşdeğer kafeler sokağının insan trafiği teker teker suratlarıyla birlikte zihnime kazınıyordu. Kafeler sokağı benim için bir kara delikti, şimdiyse zihnim etrafımdaki herşeyi yutan kara deliğin ta kendisi olmuştu..! Arka fonda The Doors’tan “The End” çalıyordu.