25 Nisan 2010

6 İdeoloji Olarak Çocuk Parkı: Kaydırak, Tahterevalli, Salıncak Üçlemesi

Kent planlamasının tarihi ile modernitenin tarihi arasındaki paralellik, herkesin bildiği ya da en azından tahmin edebileceği bir şeydir. Modern toplum hesabın, planın, rasyonalitenin, öngörünün, düzen ve istikrarın toplumudur. Bu bağlamda örtük ya da açıktan bütün kent tasarımları bu kavramlar üzerinden gerçekleştirilir. Şu an için öyle gibi görünmese de en azından iddiası budur. Benim üzerinde durmak istediğim mevzu ise bu kent tasarımlarının içinde oldukça küçük bir yer kaplayan ancak genelde hepsi bir örnek düşünülmüş, üstat Louis Althusser’in hayatın detaylarında aradığı “ideoloji”nin bir yansıması olarak okunabilecek çocuk parkları… Çocuk parklarını meydana getiren üç temel unsur vardır ve ben bu üç unsura odaklanmayı doğru buluyorum. Bundan daha fazlası o parkı özel kılan ekstra eklentilerdir.

Çocuk parklarının ana gövdesi hepimizin malumu olduğu üzere bir adet kaydırak, bir adet tahterevalli ve bir adet salıncaktan mürekkeptir. Bu üçlüyü bir araya getirdiğiniz her yer, biraz da kum yardımıyla çocuk parkına dönüşebilir. Ben çocuk parkının aslanları olan ve Voltran’ı bir araya getiren bu üç unsura birer metafor olarak yaklaşmayı deneyeceğim. Birinci nesnemiz olan kaydırak adından da anlaşılacağı üzere kayma işleminin gerçekleştirilmesini sağlar. Tıpkı diğer iki bileşen gibi kaydırak da yerçekiminin kullanıldığı bir mekanizma ile işler. Merdivenden çıkılır ve uzun çabalar sonucu harcanan emeğin karşılığında iki, üç saniyelik bir kayma eylemi gerçekleştirilir. Burada asıl haz noktası kayma eyleminden çok, merdivenleri çıkarken gerçekleştirilen kayma eyleminin düşüncesi ve yaşatacağı hazdır. Hepimizin bildiği gibi kaydırakların çoğu kaymaz. Ama bize vaat ettiği şey pratik eylemle örtüşmeyen bir kayma biçimi ve onun yaratacağı hazdır. Bauman’ın fordist üretim modelinin tüketici öznesinin yaşadığı hissiyat için önerdiği “arzu tatmini arzuluyor” önermesinin karşılığıdır kaydırak. Yani söz konusu olan şey, modern toplumun tüketicisi gibi, hiçbir zaman doyuma ulaşamayan ve ulaşamayacak olan birey modelinin yetişmesidir. Kaydırak aynı zamanda kapitalizmin görüntüsüdür. Emek ve çabayla çıkılan zirveden (ki kaydırak bütün parkı gören bir noktada, merkezde ve yüksekte konumlanır) anlık hazlar uğruna aşağıya nasıl hızlıca “düşülebildiğini”, kayılabileceğini temsil eder. Hatta çocuk savaşları içinde bir işgal mücadelesinin en önemli nesnesidir. Söz gelimi hiçbir çocuk grubu aralarında tahterevalliyi ele geçirmek için mücadele etmez.

İkinci unsur ise modern toplumun ve hatta kapitalizmin en önemli mottolarından biri olan “denge” ve “istikrar” heyulasının yansıması olan tahterevallidir. Çocuk bireyler tahterevalli sayesinde dengeyi ve istikrarı öğrenirler. Ancak bu hiçbir zaman paylaşım temelli, her iki çocuğu da eşit derecede sevindiren bir denge değildir. Denge burada düzeni temsil etmektedir. Denge ve istikrarın karşısında ise öğrendikleri diğer şey daima yüksekte olmak için bir diğerinin altta kalması gerektiği gerçeğidir. Çünkü tahterevallide yüksek bir noktaya konumlanabilmek için, diğerinin tüm ağırlığıyla tahterevallinin öbür ucuna abanması ve yorulması gerekir. Çocuk tarafından çıkarılan mesaj açıktır; eğer yüksekte olmak istiyorsan birilerinin altta kalmasına göz yumacaksın.

Üçüncü unsur da, yine yerçekimine odaklı bir mekanizmayla işleyen salıncaktır. Salıncak bireyselliği teşvik eder. Gizli bir rekabetin temsilidir. Birincisi tek kişiliktir, bir paylaşım söz konusu değildir. Tekil çocuklar ona binmek için birbirleriyle yarışır ve parkta salıncak için her zaman birtakım tartışmalar vuku bulur. Gizli rekabet gereği yan yana sallanan iki çocuk her durumda en yükseğe sallanmaya çalışır. Kişisel zevkin ve tatminin yanında bu tip gereksiz bir rekabet duygusu her zaman için ağır basmıştır çocuk meclislerinde.

Çocuk parklarındaki her şey modern hayatın yansımalarıdır aslında. Rekabet, piyasacılık, ezen-ezilen çelişkisi, hiyerarşi, sınıf, istikrar vb. birçok kavramın vücut bulduğu mekânlardır oralar. Üç temel bileşen ile ortaya çıkmış bir yansıma… Bu aslında kaydırağın, tahterevallinin ve salıncağın değil, bizim hikâyemizdir, çocukluğumuzun hikâyesidir ve tabi ki ideolojinin hikâyesidir.
Devamını oku...

7 Nisan 2010

3 Acabacılık nedir?

Acabacılık, illetlerin illeti bir hastalıktır. "Acaba" bir şüphe formudur. Ancak genelde olumlu olan şüphenin, en olumsuz formu budur. Diğer şüpheciliklerden acabacılığı ayıran temel nitelik acaba sorusuna içkin olan kuruntu, pişmanlık ve yoğun miktarda kaygıdır. Bu kaygılarda öyle felsefi, çocuksu, saf meraklardan doğan kaygılar değildir, bildiğin modern hayatın modern kaygılarıdır.

Bakınız:
...acaba
• ...acaba astarı yüzünden pahalıya mı gelir? (modern insanla standart gelen anlamsız tüketimini meşrulaştırma gayreti)
• ...acaba herşeyi bırakıp güneye mi yerleşsem? (dünyayı değiştirmeden dünyasını değiştirebileceğini sanan modern insan)
• ...acaba yeni bir müzik aletine mi başlasam? (mesnetsiz, suni hevesler. "tüketmek için tüketmek")
• ...acaba ayıp mı oldu? (modern asosyal bireyin beyhude ahlak arayışları)
• ...acaba ocağı söndürmüş müydüm?
• ...acaba geri mi dönsem? (çok geç!)

Bilince "acaba" sorusu çoğunlukla spontane bir şekilde gelir fakat spontane bir şekilde gitmez. İrrefleksif bilinçten, usulca refleksif bilince süzülür ve bu süzülme sırasında 'acaba'dan 'keşke'ye doğru evrilir. Ve her keşke bilinçten bünyeye bir pişmanlık olarak dağılır. Bu durumun doğal sonucu kişi kendine güvensiz ve itaatkar olur. Her acaba, onaylayacak ya da reddedecek, kısacası kesin bir cevap verecek bir otoriteye ihtiyaç duyar. Bu bağlamda "acaba" sorusu bir kısır döngüye dönüşür. Sordukça itaat eder. İtaat ettikçe bu soruyu sorarız. Bir büyüğümüzün de belirttiği üzere "bazı soruları sormamayı öğrenmeliyiz" ki bu hastalıktan kurtulabilelim.
Devamını oku...

1 Nisan 2010

2 Trans-Humanizm

“Yere kadar inen camları olan bu modern binanın karşısındaki yürüyüş yolunu kullananlar, seks yapan çiftleri, duştan yeni çıkan müşteriyi, kısacası aklınıza ne gelirse onu görüyormuş.”

Big Brother bu sefer izlenmeyi tercih etti. “Newyork’ta, Meatpacking District’teki viyadüğün yanında yükselen The Standard Oteli’nin tüm odaları ve duşları transparan!”

Yüksek haz ilkesiyle yola çıkan ve pek tabi bu ilke lafını ağzına ve zihnine almadan “iç güdüsel” olarak hareket eden bir nevi yeni yaşam tarzı. Tarzlarını kamusal alan içerisinde dayatmaktan öteye geçerek ifşa eden, bangır bangır reklam eden bir şuursuzluk.

Son dönemlerde şirketlerin yönetim kurullarında, organizasyonların temel hareket ilkelerinde, politika yapıcıların düsturlarında, bilim adamlarının ölçü cetvellerinde görünen “duygusal zekâ” mefhumuyla birebir ilişkili bu transparan hayatlar.

Bugüne kadar büyük bir histeriyle izlendiğimizi, panaptikon mimarisiyle çevrelendiğimizi düşünen zihniyetin değişmesi gerektiğinin kanıtıdır bu evvelinde. Artık izlediğini düşündüğümüz sistemlerin yaşam tarzları kendini popüler temaşalar olarak kamuya açıyor. Kendi iç dinamizmini halka açıyor. Her ilkesini, her hareket tarzını ve markalaşmış yaşamını birer hisse senedi gibi satıyor.

Duygusal zekâ da burada devreye giriyor. Hayatlarını tüm duygusallığıyla kamusal alanlarda yaşayanlar, aşkın veya romantizmin mistisizmini duygusal içerimlerde değil tersine biçimsel kalıplarda görenler markalaşmış yaşamların birer kötü kopyası olarak anlamlandırıyor kendini.

Post-fordist üretim zihniyetinin parça başı denetimci anlayışı kendisini parça başı hayatlar kurarak meşrulaştırıyor.

Marx’ın savlarından biri baş üstüne çevriliyor. Artık metalar âlemi büyüdükçe ruhlar âlemi küçülmüyor. Ruhlar âlemi metalaştıkça metalar ruhsallaşıyor. Ferrarisini satan güdük bilgeler, yaşam koçluğu desteğiyle filozoflaşıyor.

Yeni sözümüz şu olsun; epistemolojik tahakkümün yarattığı rasyonel tahayyüller yerini ontolojik sapkınlıkların yarattığı duygusal dışavuruma bırakıyor.

Hepimiz duygusallaşıyoruz. Çünkü piyasa değeri yüksek. Bu sırada ruhlarını aramaya çıkan Jan Valjeanlar artık bir piskopos yerine marketing uzmanlarının değer kademesini kabulleniyor.
Devamını oku...
SST Atölye